‘Bubble’ Çağı [Analiz: Kemal Ay]

Demokrasinin faydalarından birisi de şu galiba: Komşularımızı tanıyoruz.

1990’ların başında Türkiye giderek zenginleşiyordu ve aynı mahallede bu ‘yeni zenginler’ ile memurlar, esnaflar bir arada oturabiliyordu. Çocukları arkadaştı. Hatırlıyorum, sabahtan akşama kadar bakkaldan kola ve cips alabilen bir çocukla, bizim berberin yaz boyunca biriktirdiği parayla okul harçlığını denkleştirecek çırağı ahbaplık edebiliyordu.

Sonra zenginleşme hayat tarzlarımızı değiştirdi. Anadolu’nun sakin bir şehrinde bile yüksek katlı apartman daireleri revaçtaydı. ‘Yeni zenginler’ ya da ileride bir gün ‘Anadolu sermayesi’ diyeceğiniz kimseler, hızlı bir biçimde, geniş salonlu, çok odalı bu yeni dairelere taşındı. Yani kendi ‘balonları’ (bubble) içinde yaşamaya başladılar.

Değerlerimiz nostaljisi

Bu zengin muhitlere taşınamayan kimseler, kendi içlerinde yeniden bir mahalle kurmaya çalıştılar. Ara ara duyardım, “O zenginlerde komşuluk filan olmaz, biz burada her işimizi birlikte yapıyoruz” derdi bizim apartmandaki teyzeler. Yani ‘yeni zenginler’ diye bir şey türemişse, onun karşısına ‘gelenek’ ve ‘kültür’ alaşımlı bir direniş merkezi kuruluyordu. Artan zenginlikten nasiplenememe, ‘öze bağlılık’ ile açıklanıyordu.

Büyükler belki kendilerini avutabildiler ama çocuklar için etkisi daha radikaldi bu zenginleşmenin. Mahalle arkadaşları değişiyordu herkesin. Bir azalma, bir çoraklaşma görülüyordu. Belki de bu yüzden, herkes okulundaki ‘ortamına’ sahip çıkmaya çalışmıştı. En azından bizim mahallede. Eğer özel bir okulda burslu okuyan bir ‘orta direk’ çocuğu iseniz, bir zamanlar mahallede arkadaşlık ettiğiniz çocuklarla, orada da karşılaşabilirdiniz. Ama değişmişti o çocuklar. Mahalledeki o ‘kaynaşmış sınıfsız kitle’nin yerinde alışkanlıkları farklı olan gruplar vardı.

Sınıf sınıf zenginleşmeler

Türkiye’nin zenginleşmesi, mahallelerdeki on yıllar sonucu kurulmuş bağları hunharca koparırken, yeni bir ‘bağ’ formüle edemedi uzunca bir süre. Küçük bir Anadolu şehrinde, ticaretten zenginleşen kimselerin ortamları benzemeye başladı ama. Çocukları aynı özel okula (muhafazakâr kesimde genelde Hizmet Okulu’ydu bunlar) gitmeye, anneler aynı ‘kadınlar günü’ oturmalarında buluşmaya, babalar iş hayatında ortaklıklar kurmaya başladı.

Bu, zenginleşmenin muhafazakâr ayağı elbette. Uluslararası işler yapan, yeni uzmanlıklara yönelen, karı-koca çalışarak gelirini arttıran seküler bir kesim de oldu. Büyük şehirlerde yaşayan, babadan dededen zenginlerin çocukları başka bir yönünü oluşturdu bu zenginleşmenin. Ama Anadolu’daki şehirlerden çıkıp büyükşehirlere gelen ve burada üniversite okuyup yurt dışına giden, ardından geri dönüp kariyer kovalayanlar da oldu.

Türkiye’nin 2000’lerdeki zenginleşmesinde tek etken AKP’nin getirdiği istikrar değildi. Dünyada dolaşıma sokulan paranın artması, küresel yatırımların yeni pazarlar arayışı, uzunca bir süre baskılanan bu ‘Anadolu sermayesi’nin devlet desteğiyle ulus-aşırı sulara yelken açması… Bütün bunlar, işte mahallemizdeki çocukların yeni apartman dairelerine ve yeni okullara taşınmalarına sebep olmuştu.

‘Uluslar Neden Başarısız Olur?’

Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un uzun yıllar süren araştırmalarının ürünü, Nobel alması beklenen çalışmaları “Why Nations Fail” (Uluslar Neden Başarısız Olur?) 2012’de yayınlandığında kısa sürede Türkiye’de çok ünlendi. Zira Acemoğlu, Türkiye kökenli bir akademisyen olarak milli gururumuzu okşuyordu. Ancak sanıyorum kimse o kitabın kapağını açıp bakmadı. Özellikle de işi bu olanlar. Yani devlet yönetenler. Bilemiyorum Erdoğan’ın danışmanları kitabın bir özetini kendine sundular mı?

Acemoğlu ve Robinson kitapta özetle zenginleşen ulusların iki şekilde hareket ettiklerini saptamışlardı: Ya devlet bu zenginliği regüle etmek, kendine mal etmek ve bununla ‘çılgın projelere girişmek’ için çaba gösteriyordu, ya da kurumsallaşıp ekonomiyi serbest hâle getirerek ve bu zenginliği sivil aktörlerde bırakıyordu. Formül basitti: Tarihte ilkini yapan ülkeler sonunda batmış, ikincisini yapan ülkelerse geleneklerini korumuşlardı.

Güçler arası çatışma iyidir

İspanyollar, Portekizliler, Hollandalılar bir dönemin en zengin ulusları arasındaydı. Ama kolonileştirdikleri kıtalardan getirdikleri bu zenginliği ‘devlet’ uhdesinde tutmayı seçerek, kaybetmişlerdi. İngilizler ise bağımsız şirketler aracılığıyla ‘kolonileşmeyi’ adeta taşeronlaştırmışlar, kolonilere İngiliz donanmasını koruma amaçlı gönderseler bile, oradaki ticareti olabildiğince ‘özgür’ bırakmışlardı.

Tabi bunda İngilizlerin Orta Çağ’dan bu yana sürdürdüğü özerk ‘soylu’ geleneğinin de etkisi vardı. Kralla soylular arasındaki çatışmalar, bugünkü katılımcı demokrasinin ve özerklik kültürünün nüvelerini barındırıyordu. Magna Carta’yı yazmış bir gelenek vardı.

Yani özünde, eşit güçler arasında çatışmalar yaşanabiliyor olması, iyi bir şeydi. Ulusal çıkarı değil, kendi işinin çıkarını düşünen iş adamları fikri de, fena sayılmazdı. Nitekim uluslararası başarı kazanan yerli markaların, ülke meselelerini boşverip kendi işlerini büyütmeleri, uzun vadede ülkeye daha büyük kâr sağlıyordu.

İktisatçı Daron Acemoğlu, modern ve kurumsallaşmış bir devletin, hantal ve geleneksel devletlere kıyasla zenginleşmeyi çok daha başarılı bir şekilde koruyabildiğini anlatıyordu, bir başka deyişle…

Bir ‘oksimoron’ beklentisi

2000’li yılların başlarında yorumcular, 28 Şubat’ta hor görülen Anadolu sermayesinin, AKP iktidarını netice verdiğini savunmuştu. Cumhuriyet’in içine kapalı, dünyaya açılma düşüncesine pek sahip olmayan ‘zenginleri’ karşısında, Türkiye’de imkân bulamadığı için yeni pazarlara açılan ve oradaki zenginlikleri ülkeye taşıyan kimseler vardı.

Buradan, bir oksimoron çıkması bekleniyordu: Kozmopolit bir muhafazakâr tipolojisi. Dünyada pek örneği olmayan bir yeni orta sınıf. Ancak dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de yeni, muhafazakâr orta sınıf, dünyaya daha fazla entegre olacağına, dünyadan kopmayı ve içine kapanmayı tercih etti. Bunun bir istisnası var, yazının sonunda bahsedeceğim.

Türkiye’nin balonları

AKP’nin 2007, 2009 ve 2011’deki seçim başarılarını değerlendirenler, Türk medyasını ve özellikle ‘ulusalcıları’ kendi kapalı dünyalarında yaşamakla da suçlamıştı.

Aslında Türkiye’de ‘kendi dünyasında yaşama’ sadece ekonomik verilerle açıklanabilecek bir durum değil. Türk-Kürt (etnik), Alevi-Sünni (dinî) ya da laik-dindar (yaşam tarzı) ayrımları her zaman vardı ve bu ayrımlar, günlük hayattan medyaya, siyasetten ekonomiye her alanda etkiliydi. Bizdeki balonlar (bubble) çok daha önce başlamıştı yani. Zira devlet hep güçlüydü.

Eğer AKP bir ‘demokrasi projesi’ olabilseydi, bunun ilk göstergesi bu konforlu balonları patlatmak ve toplumu bir hikâyede buluşturmak olabilirdi. 2011’de AKP’ye oy verirken, bu hikâyenin yeni bir Anayasa olabileceğine inanmıştım, nedense. Çok açık bir biçimde, AKP’nin yükselttiği orta sınıfların gerisinde kalan kesimleri pek göremiyordum. Kendimce bir balonun içinde yaşıyordum sanırım. Geriye dönük bir şekilde AKP’ye yöneltilen eleştirileri okuyunca, bugünkü sorunun kaynaklarını da anlamaya başladım.

Kozmopolitlikle yerellik çatışıyor

Bugün, İngiltere’de ve Amerika’da Brexit ve Trump seçimlerinden dolayı sol-liberal kesim ya da ‘elitler’ bir balonun içinde yaşamakla itham ediliyor. Bu ‘balon’ çoğu için kendi tercihleri değil. 1990’lar aynı zamanda bir post-ideoloji çağı. Belirli konuların tartışılmayıp rafa kaldırıldığı, tek bir düşünce sisteminin ‘üstün’ görüldüğü, diğer hepsinin tarihteki kötü örnekleriyle birlikte mahkûm edildiği bir çağ.

Haliyle üniversitelerden medyaya bütün ‘yüksek sesli’ ortamların bu çağın yankısını taşıyor olması normal. Bunun bir ‘balon’ hâlini alıp diğer ‘balonları’, yani Amerika’da beyaz Amerikalıları, İngiltere’de işsiz kalan fabrika işçilerini, Avrupa’daki göçmen-karşıtı orta yaşlı beyazları göremeyecek pozisyona itilmesi, biraz da bu zenginleşmenin beklenen bir sonucu. Kozmopolit yeni insanla, ‘modern’ eski insanın ayrışması bir bakıma…

Cemaat’e kim, niye taş atıyor?

Küreselleşme ve getirdiği zenginleşme, bizi mahalle arkadaşlarımızdan ayırdı önce. Sonra o çocuklar bizim hiç anlayamayacağımız bir hayat tarzına sahip oldu. Mahallede mecburen kalanlarsa, ellerine geçen fırsatı değerlendirip ilk fırsatta eski arkadaşlarının camına taş attı. Türkiye’deki ‘balon’ (bubble) hikâyeleri, Anglo-Sakson dünyadan biraz farklı. Bizde kozmopolitleşmeyi seçen ‘yeni orta sınıfları’ Cemaat temsil ediyordu. Yukarıda bahsettiğim o ‘oksimoron’ Cemaat mensuplarında tutmuştu. Kozmopolit ama dindar bir orta sınıf.

Yani bugün Cemaat’e taş atanların bir kısmı, Daron Acemoğlu’nu dinlemeyip ‘özerk aktör’ olmak yerine devletin koynuna giren ‘yerli tüccar sınıf’. Onlar, küresel bağlar kurup kendi başına güçlenmek yerine devletin kanatları altında kalma korkaklığını tercih ettiler. Bir de birlikte mahallede bıraktığımız, mahalleden çıkma şansı bulamayan ve hayli öfkeli olan arkadaşlarımız var. “Cemaat’e katılan hayatını kurtardı” sanıyorlar. AKP de bu ‘başarı’ hikâyesini bir çeşit ‘hile, hurda’ şeklinde sunarak, o insanların öfkesini kullanıyor.

Bu aynı mahalledeki çocukların ayrışması bir bakıma. Farklı mahalleler, farklı şehirler, farklı ideolojilerin Cemaat’le hesaplaşması başka türlü haliyle.

Aslında hepimiz…

Bu ‘bubble’ meselesi de, ‘post-truth’ gibi hayatımıza yeni girdi. Ancak galiba post-küreselleşme teorilerini biz fanilere, biraz da bu acayip kelimeler anlatıyor. İktisadi projelerin günlük hayatı, insanların arkadaşlıklarını, aile kurmalarını bile bu kadar etkiliyor olması, bir bakıma tuhaf. Ama bu türlü etkiler, yükseliş dönemlerinde değil, böyle duraklama ve çöküş dönemlerinde görülebiliyor en çok galiba. Çünkü hepimiz aslında bir ‘bubble’ içinde yaşıyoruz… Komşularımızı pek tanımadan.

balonn

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin