Boğulan adalet: Bir savcının ardından

YORUM | NEVİN ERDEM 

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adalet bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt’un şu sözü birçok Cumhuriyet savcısının odasını süsleyen yazılardan biridir: “Cumhuriyet Savcıları; Meriç kıyılarında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sabanlarından tutunuz da, bu yurtta yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından siz sorumlusunuz.

Bozkurt sevdiğim bir kişilik değildir. Ancak yargı mensupları bu sözü o kadar çok görüp duymuşlardır ki, benim gibi birçok yargı mensubunun aklına Meriç denildiğinde, köylüler, koyunlar, sabanlar; Bingöl denildiğinde ıssız kuytular, öksüzler, gözyaşları gelirdi. Adalet ihtiyacı gelirdi.

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bugün ise, Meriç denildiğinde aklımıza geçilmesi zor bir nehir geliyor, sınır geliyor, Ege geliyor; kaçmalar geliyor, can pazarları, ölümler geliyor. Bugüne kadar yüzlerce -binlerce değilse eğer- yargı mensubu hukuksuzluktan kaçış yolu olarak gördükleri bu zorlu yolculuğa çıktı. Yolda yaralananlar, yakalananlar, çocuklarını kaybedenler oldu; ölenler oldu.

İktidarın yargıyı tamamen kendine bağlamak için 15 Temmuz bahanesiyle tasfiye ettiği yaklaşık 5 bin hakim-savcıdan biriydi Cumhuriyet Savcısı İbrahim Gündüz.

Daha 36 yaşındaydı, Ege’nin karanlık ve soğuk sularına cansız bedenini bırakırken. Eşiyle birlikte çıktığı umut yolculuğunda, eşiyle birlikte boğularak can verdi.

Bir Cumhuriyet savcısını ölümü göze alarak böylesine tehlikeli bir yolculuğa çıkaran neden çok açık. Haberde “savcı, Ege, ölüm”  kelimeleri gözünüze çarptığı anda olayın muhtemel nedeni bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçiyor zaten: 15 Temmuz sonrası zirve yapan hukuksuzlukların acı sonla biten mağduriyetlerinden biri daha!

Ne çok acı birikiyor yüreklerimizde!

Cumhuriyet savcıları otoriter bir rejim kurmak için “iktidara tam bağımlı” olması gereken öncelikli meslek gruplarından biri.

Bilinen bir olayı yeri gelmişken bir kez daha anlatayım: Mahmut Esat Bozkurt “savcı” isminin “Cumhuriyet savcısı” olarak kabulünü önerir. Ancak Bozkurt’a, Atatürk’ün de bulunduğu bir ortamda çok sayıda kişiden tepki gelir. “Öyle ya” derler, “Neden sadece savcılara Cumhuriyet Savcısı denilir? Cumhuriyet başbakanı, CumHuriyet bakanı, Cumhuriyet müsteşarı, Cumhuriyet valisi, Cumhuriyet büyükelçisi olmuyor da, neden Cumhuriyet savcısı? Savcılara bu ayrıcalık neden?

Atatürk, Bozkurt’tan itirazlara cevap vermesini ister. Bozkurt, “Çünkü öyle bir zaman olur ki, cumhuriyeti korumak için başbakandan, bakandan, müsteşardan, validen, büyükelçiden bile hesap sormak gerekebilir. İşte o hesabı soracak olan Cumhuriyet savcısıdır” der ve öneri kabul edilir.   

İşte o hesap sorulmasın diye, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olan demokratik hukuk devleti ilkelerine aykırılıkların hesabı sorulmasın diye, Erdoğan Rejimi 15 Temmuz sonrası öncelikli olarak Cumhuriyet savcılarını tasfiye etti.

Rejimin her istediği kişi soruşturmalarla korkutulabilsin diye, tutuklansın diye, cezaevlerinde çürüsün diye, istenilen dozda korku istenilen dozda topluma enjekte edilebilsin diye tasfiye edildi Cumhuriyet savcıları.

Sadece ihraç ederek de bırakmadılar, gözaltına aldılar, tutukladılar, hücrelerde çürüttüler.

Hukuksuzlukta ellerini o kadar yükselttiler ki, AİHM hakimi Kuris’in 427 Hakim-Savcı Kararı’nda Türkiye ile ilgili dediği gibi: “Bir rejim haydut olmaya karar verirse, bunu büyük bir şekilde yapmalıdır. Ve eğer ‘büyük yaparak’ sorumluluktan kaçılabilirse, neden denemeyesiniz?

Rejim gerçekten de “çok büyük” yaptı!

Görevde sadece ‘emir erleri’ ya da hukuksuzlukları sessizce izlemekten başka bir şey yapmayacak olanlar kaldı.

Nitekim 17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarından sonra, yani son 7 yılda onca yolsuzluğa, suç çetelerinin ortalıkta cirit atmasına rağmen ucu Rejime dokunan bir tek soruşturmanın yapılmamış olması ve cezaevlerinin siyasi saiklerle tutuklanan insanlarla dolu olması tasfiyelerin amacına ulaştığının açık göstergesi.

İşte böyle bir ortamın mağduru Cumhuriyet Savcısı İbrahim Gündüz!

15 Temmuz’dan sonra tutuklandı. Tam 15 ay cezaevinde kaldı. 2018 yılının başlarında tahliye oldu.

Cumhuriyeti ve kurumlarını korumayı bırakın, kendini dahi koruyamayacak bir hale düşürdüler Savcı Gündüz’ü.

Rejim bu hukuksuzlukların doğrudan faili. Peki ya halk?

Halk ne Savcı Gündüz’ün “ben suçsuzum, yapılanlar hukuksuz, boğuluyorum” çığlıklarını ne de onunla aynı hukuksuzluğa maruz bırakılan 5 bin yargı mensubunun sesini duydu.

Savcı Gündüz, Ege’de değil, ömrünü hizmetine vakfettiği ülkesinde boğuldu. Cellat rolünde kendi meslektaşları vardı üstelik.

AİHM’nin 23 Kasım’da 427 Hakim-Savcı Kararı ile tüm dünyaya ilan ettiği, Türkiye’de 5 bin hakim ve savcının hukuksuzca tutuklandığını tescillediği kararı da Savcı Gündüz’ün “boğuluyorum” çığlığının duyulmasına yetmedi.

Daha nasıl bir ses çıkarabilirdi ki duyulmak için?

Boğdular Savcı Gündüz’ü! Yağsız urgan geçirdiler acımasızca ve kırdılar boynunu!

Problemin kendi sesinin desibelinde değil, insanların işitme yeteneklerinin kaybında olduğunu anladığında, ümidini kesti ülkesinden.

2 Aralık gecesi bir kaçakçıyla buluştu. Gece kapkaranlıktı, deniz geceden de karanlık. Eşiyle el ele tutuşarak bindiler tekneye. Boğuldukları ülkeden bilinmez bir umuda doğru yola çıktılar.

Savcı Gündüz ve eşi, kendi ülkelerinde boğuldular; cesetleri ise, Ege’ye atıldı!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

6 YORUMLAR

  1. OSMANLI VE KÖPEKLER, FELAKETLER VE ASRIN KITMİRLERİ

    Tam Sawyer’i muhakkak duymuşsunuzdur. Takma adı Mark Twain olan ünlü amerikalı yazar, filozof Samuel Langhorne Clemens’dan başkası değildir bu macerayı kaleme alan (30 Kasım 1835-21 Nisan 1910).

    Türk toplumunda hakkında pek bahsedilmeyen Mark Twain, son yıllarda, özellikle Almanya da yaşayan hizmet gönüllülerinin dikkatini çekebilmiş biri.

    “Bir gece bir adamın dişi ağrıyormuş ve uyuyamıyormuş. İşte o gece Almanca’yı yaratmış.”(Mark Twain)

    şeklinde hicvettiği Almancanın zorluğunu, hizmet gönüllüleri de sık sık tecrübe etmiş, aralarındaki sohbetlerde, Twain’in “Bir ömür yetmez Almanca öğrenmeye” şeklindeki hicvine yer vermeyi de unutmamışlardır.

    Bu ünlü filozof, yazar Amerika da yaşadı, o zamanlar, bizden, bizim kültürümüzden haberdar bile değildi diyebilirsiniz ama şunu bilmenizi isterim ki bu doğru değil, bu yazarın yolu Osmanlı-İstanbuluna da yolu düşmüştür. ​dediği İstanbula ait pek çok izlenimi vardır.

    İçlerinde en dikkat çekici olanı;

    ‘Hayatımda hiç bu kadar mahzun bakışlı ve kalbi kırık sokak köpekleri görmedim’ (Mark Twain, istanbul ziyareti 1867/ Ümit Sinan’ın kitabından) sözleridir.

    Twain’ın bahsettiği, İstanbuldaki sokak köpeklerinin mahzun bakışlı ve kalbi kırık olması durumunun bir sebebi de vardı elbette. Acısı çok taze hemde.

    Yazar Ümit Sinan Topçuoğlu, Sokak Köpeklerinin Makus Tarihi adlı kitabında, köpeklerin İstanbulda Türklerle birlikte görünür olduğundan bahseder ve ekler;

    “Bizans’ta kedi hakimiyeti varmış. Eski çağlarda İstanbullular’ın kafasında şöyle bir inanış yer ediyor:

    ‘Köpekler bu şehirden giderse, Türkler de gider!’

    19’uncu yüzyıl sonuna kadar köpekler İstanbul’un yaşayan simgeleri olarak kabul ediliyor. Eski İstanbul kartpostallarındaki köpekli fotoğrafların fazlalığı bunun kanıtı olarak gösteriliyor.”

    ——————————————————–

    Bizansın gözünde köpeklerin Türklerle özdeşleştirilmesi ve fetih sonrası İstanbulda köpeklerin sayısının artması bilgisinden hareketle, Osmanlı-İstanbulunda köpeklerin çok huzurlu yaşadıkları yanılgısına ise sakın kapılmayın.

    2. Mahmud döneminde, bir İngiliz turist köpeklerden kaçarken düştüğü duvardan ölünce, İngiltere tarafından ultimatom verilir Osmanlıya. Bunun üzerine, 2. Mahmut bütün köpeklerin toplatılıp Sivri Adaya (Hayırsız Ada)’ya bırakılması emrini verir. Ancak, halkın yoğun “köpekleri bırakın” serzenişleri karşısında geri adım atar ve köpeklerin ada da aç susuz bir şekilde ölüme terk edilmesi önlenir.

    Osmanlı-İstanbulunda köpekler her zaman bu kadar şanslı olmamışlardır.

    İkinci büyük köpek toplama harekatı Sultan Abdülaziz devrinde yaşanır. Köpekler toplanır, teknelere konulup Sivri Adaya(Hayırsız Ada)’ya bırakılır.

    Sivri Ada, köpeklerin üzerinde yaşamasına uygun olmayan, yaşamı barındırmayan, kayalıklardan oluşan bir yer. Bu adaya aç susuz terk edilen köpeklerin uluma sesleri, acıklı acıklı inlemeleri, geceleri İstanbul’dan da duyulur. Kimsenin kılı kıpırdamaz bir dönem.

    İlginç olan şu ki, köpeklerin yardımına, 1855 Eylülünde İstanbul da çıkan büyük yangın yetişir. Rüzgarın etkisiyle hızla, Beyazıt’tan Gedikpaşa’ya öyle büyük bir yangın çıkar ki, evler konaklar kömüre dönüşür.

    İlginçtir ki, o zamanlar İstanbul da tıpkı şu an ki CORONA gibi büyük bir salgın hastalık vardır, Kolera salgını vardır ve yaklaşık 30 bin kişi ölmüştür. Koleranın yayılmasında köpeklerin etkisinin olmadığı bugün iyice netleşmişken, günah keçisi olarak o dönem ne yazık ki köpekler seçilmiştir.

    Nitekim, köpeklerin Adaya bırakılmasından sonra, ne Kolera salgını hızını kesmiş, üstelik ardından çıkan yangınla da, o dönem İstanbulun merkezi olan Eminönü, Cağaloğlu, Beyazıt, Sultanahmet ve Kadırga taraflarını küle çevirmiştir.

    ​O devrin kalp ehli insanları, evliyaları, bunun aç susuz şekilde ölüme terk edilen köpeklerin ahının bir neticesi olduğunu söyleyince, İstanbul halkı yoğun bir şekilde Saraya baskı yapmış, “köpekleri göndermeseydiniz bize yangını haber verir, erkenden tedbirimizi alırdık, üstelik bu bela da başımıza gelmezdi” diye serzenişte bulunmuşlar ve neticesini de almışlardır.

    Böylelikle Sivri Ada(Hayırsız Ada)daki köpeklerden hayatta kalanlar, yeniden İstanbula getirilmiştir.
    Bu arada, İstanbuldaki Kolera salgını durmuş, salgının durmasını halkın bir kısmı, bunu Yangına, bir kısmı da köpeklere yapılan zulmün kesilmesine vermişlerdir. Sebebi ne olursa olsun, uğruna binlerce masum köpeğin toplanıp itlaf edilmek üzere Sivri Adaya(Hayırsız Ada) bırakıldığı Kolera salgı kesilmiştir, kesin olarak bildiğimiz budur.

    “İşte Mark Twain’ın ‘Hayatımda hiç bu kadar mahzun bakışlı ve kalbi kırık sokak köpekleri görmedim’” (İstanbul ziyareti 1867) dediği köpekler, o Sivri Adadan getirilen köpeklerdi…
    ———————————————
    Osmanlı-İstanbulunda köpeklerin huzur içinde yaşadıkları dönemlerde oldu elbette.

    Hani bizim Siyasal İslamcıların dillerinden düşürmedikleri meşhur padişah 2. Abdulhamid döneminde huzur içinde var oldular örneğin. İyi bakıldılar, hatta korundular. Hatta Sultan 2. Abdulhamid, kuduz vakalarını önlemek için Pasteur Enstitüsüne büyük yardımlarda bulundu ve bu Enstitülerden bir tanesi de o dönem İstanbulda açıldı.

    Elbette huzuru takip eden fekaletler devr-i daiminden her canlı gibi köpekler de yine nasibini almışlardır, bu kısa rahat dönem ardından. 2. Abdulhamidin tahttan indirilmesiyle, onun tüm yaptıklarını yıkmaya azmetmiş İttihat Terakki bu köpeklerle ilgili yapılan olumlu hizmetleri terk eder ve köpekler yeniden sahipsiz kalırlar.

    Yazar Ozan Kemal Çullu;

    1910 yılında, 5 Haziran günü dönemin İttihat ve terakki partili belediye başkanı Suphi Beysoyundu tarafından verilen bir kararla İstanbul’da sokak köpekleri toplatılmasından şu şekilde bahseder;

    “Tüm şehirde toplanan köpekler araçlarla Tophane limanına getiriliyordu. Buradan mavnalara yüklenip Marmara denizinde bulunan Sivri Adaya bırakılıyordu. Su kaynağı bulunmayan bu ada sadece kayalıklardan ibarettir. Ne bir ağaç ne de gölgelik bir yer bulunan bu ada gelen bu masum canlıların son ziyaretgahı olmuştu. Ada üzerinde hiçbir canlı bulunmadığı için adaya bırakılan köpekler açlık ve susuzluktan dolayı birbirlerini yemişlerdir.

    Bu katliamın yapılmasının en büyük sebeplerinden biri o dönem Fransız bir firmanın İstanbul Belediyesine yaptığı başvuruydu. Bu başvuruya göre İstanbul’da o zaman sayıları “Seksen bin” üzerinde olan köpeklerin kürk ve kemiklerinden yararlanılmak istenmesiydi. Toplanacak olan köpekler öldürülüp işlenecek ve Fransa’ya gönderilecekti.”

    Ve işte bu sefer İttihat Terakki-İstanbulunda, 1910 yılında, eşine az rastlanır bir köpek katliamı yapılır ve sayıları 80 bini aşan köpek, toplanıp Sivri Adaya(Hayırsız Ada) bırakılır.

    Bu köpeklerin açlıktan ulumaları da öyle şiddetli olurmuş ki, uluma sesleri İstanbuldan geceleri işitilirmiş ve hatta öyle ki insanları uykularından uyandıracak şekilde inlemelerle. Ancak, bir benzerine 1865 Osmanlısında rastladığımız bir toplumu bu dönem göremediğimizden, İttihat-Terakki korkusundan buna cesurca karşı çıkan bir halk olmadığından, bu köpekler tüm İstanbul halkının gözünün önünde birbirini yiye yiye yok olmuşlardır.

    Bu sefer ne belasını buldu aceba Toplum diyebilirsiniz içinizden, üzülerek söylemeliyim ki, 1865 deki gibi net bir veri yok elde, Ermiş, Derviş, Veli,Kalp Ehli kişilerin bu konu da bir izahına da pek rastlanılmaz.

    Ancak, Bediüzzamanın, Osmanlının son döneminde namazın terk edilmesinden bahisle, 1. Dünya savaşı süresince 4 yıl, bir çeşit açlıkla, talimle Allahın kullarını terbiye ettiğini belirttiği açıklamaları akla gelince,

    bu köpek katliamından hemen sonrasına denk gelen ve her biri felaketle sonuçlanan İtalyanların Libyayı işgali ve Trablusgarp savaşı, hemen ardından Balkan savaşları ister istemez dikkatimizi çekiyor.

    Daha dikkat çekici olanı, fiili olarak Osmanlı İmparatorluğu 12 Adayı kaybediyor.

    Evet, ilginç ki, payitahtın, İstanbulun dibindeki adaları köpek katliamında kullanan Payitaht, uzakta olan 12 adasını kaybediyor.

    Hizmet gönüllüleri geliyor aklıma geliyor bu satırların ardından, özelinde Savcı/Hakim Gündüz ve değerli eşi. 5 yıldır, köpekten çok daha öte bir muameleyle karşılaşan vatanın bu öz evlatlarının, açlığa, susuzluğa, en önemlisi de işkenlere, hapse ve hücrelere terk edilmesini göz önüne alınca, bir çıkış yolu olarak Ege Denizinde yıllar önce kaybettiğimiz o 12 ada geliyor aklıma. Aceba diyorum, yapar mıydı bu zalim düşünce, bunca insanı toplayıp o adalara sürüp, ölüme terk etmeyi.

    Yapar mıydı diyorum ve inanın içimden vicdanım şunu söylüyor. Evet bir yolunu bulup yaparlardı.

    Büyük evliya Niyazi Mısriyi, Vatan Şairi Akifi, adalara sürgüne gönderen bir zihniyet, masum köpekleri ölüme terk etmekten çekinmeyen bir anlayış, elbette yapardı diyorum.

    Sorun şu ki, 1865 yılında, başına gelen büyük yangının sebebini Osmanlı toplumu çabuk anlamış ve düzeltmişti hatasını, payitahta karşı çıkmış, hatasını düzelttirmişti.

    Bu vatanın imanı yolunda bir kıtmir olarak anılmak bir iltifat sayılır, hizmet gönüllülerince, Ashabı Kehf in köpeği de onlarla birlikte cennette der büyüğümüz, bu bir şeref, madalda da, ama öz evladına, dini imanı için uğraşan insanlara köpek muamelesi yapılması bir başka birşey.

    “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” Hadisinin fehvasınca, en hayırlılarına bu zulm reva görülürken susan bir toplum hangi belayla karşılaşır.

    Köpek katliamına karşın, İstanbulu küle çeviren yangınları, selleri ve devamında halkın sessizliğinin de eklendiği durumlarda takip eden savaşları, belaları ve en ötesi de kaybedilen toprakları düşününce,

    diyorum ki, bu sefer zulmünüz öyle böyle değil ve sen sevgili halkım, sezsizliğin de öyle böyle değil.

    Durum, 80 bin köpeğin uzaktan inlemesi gibi de değil, gözünün önünde cereyan ediyor, Meriçlerde boğulanlar, Ege de kayalıklara çarpanlar, açlığa, ölüme, bir çeşit sosyal ölüme terk edilenler, zindanlarda çürütülenler…

    Sevgili halkım, gerçekten bunun ölçüsünü bulamıyorum. Osmanlı daki gibi bir yangınla, bir depremle öyle savuşturulacak gibi değil sanki bu sefer mesele. Senin sessizliğin öyle böyle bir sessizlik değil.

    Haksızlık karşısında dilsiz şeytanlığın, eşine az görülür tarihte.

    Öyleyse, dostum, kardeşim, arkadaşım, vatandaşım bu uyarımı unutma olur mu. Bu sana samimi bir uyarı.

    Bunun belası öyle böyle gelmez.

    Adalet dağıtan Hakimine köpek muamelesi yapan, Ege da bir kayalığın dibini mezar olarak layık gören sessiz bir toplumun, ödeyeceği bedeli gerçekten düşünemiyorum.

    Sadece kıyas ediyorum, sende kıyas et. Ölç biç. Bu nedenle yazdım onca şeyleri yukarıda senin için.

    Sen karar ver kardeşim, sen.

    Sence ne olacak bu zulmün bedeli?

    Sakın artan peynir, zeytin fiyatları deme. Zulme sessizliğin bedeli kendi cinsinden oluyor belli ki. Öyleyse, nasıl bir zulmle karşı karşıya kalacaksın ey sevgili halkım.

    Biliyorum, duymazsın, duysan da anlamazsın, gülersin geçersin.

    Keşke biraz akledebilseydin, keşke.

    • UZUNDU …. TAMAMINI OKUDUM…. İYİKİDE OKUDUM.

      Tarihi bilgilere o kadarda inanmıyorum. Yazdıklarınıza yüksek ihtimal veriyorum. Olmuştur elbet.
      Amma
      Hayatımda yazdıklarınızın benzerlerini ibretle şahit olmuş ve yaşamışım…

      Hizmet hareketi mensublarına, MENSUBU OLMA İHTİMALI OLANLARA dahi köpeklere (ki sözün gelişi köpekleri diyorum, çünkü köpeğe dahi haksızlığa karşıyım…) reva görülmeyen bir muamele yapılıyor, hemde bütün sürü ile beraber islamcılar da ALLAH RIZASINI kazanmak için! yaptıklarını sanıyorlar.

      Ve Türkiye toplumu, Türk olmayan Lazlar, Çerkezler vede Araplar dahil topyekun bütün bir ülke
      100 yıldır evet tam tamına YÜZ YILDIR siz Hizmet Hareketine son on yılda yaptığı zülmün yüz katı büyüklüğünde bir zülmü KÜRTLERE
      YAPMIŞ
      YAPIYOR
      VEDE
      YAPMAYA DEVAM ETMEYE YEMİN ETMİŞ…

      Bu zülümü dün kimse görmedi
      Bugün kimse görmüyor
      yarında göreceklerine dair bir emare yok….

      50 000 kadar kürt öldürüldü
      Köyler boşaltıldı
      Asimile edildi.
      Dillerini konuşturtmadı.
      Öyle bir zülüm yapıldı ki, hizmet hareketinin yıllardır beklediği ilahi yardımı bizde bekledik.
      Halada bekliyoruz.
      Elbet Allah Bütün Türkiyeyi Kürt meselesi ile imtihan ediyor…
      Şimdi siz hizmet hareketi mensublarına adeta Allah şunu söylüyor: yıllarca benim yarattığım kürtlere içinizdeki zalimler zülmetti….
      Buna herkes sessiz kaldı.
      PKK lı dendi ve ne yapılsa MÜSTEHAKDIR denildi.
      Halbuki şiddete bulaşmayan öldürmeye teşebbüs etmeyen kürtler PKK lı olamazdı.
      Ama yapıldı.
      İşkence yapıldı
      Hapsedildi
      Öldürüldü.
      Onbinlerce insan öldürüldü.
      İnsanlar korkularından çocuklarını kendi elleri ile asimile ettiler.
      Türk yaptılar.
      bir gün, iki gün ve yüz yıl Türkiye halkı kürtlere zülüm ede ede zalimleşti ve ŞİMDİ
      EN MASUMLARINA, kendinden olanlara HİZMET MENSUPLARINA zülmediyorlar.
      Olay budur
      Mesele budur…

      Savcı Gündüz ve eşine ve tüm Hak yolu ölenlere Allah tan gani gani rahmetler diliyorum.

      • Değerli hocam, Muhammed bey,

        “Hayatımda yazdıklarınızın benzerlerini ibretle şahit olmuş ve yaşamışım…” sözünüzün üzerine ne söylense de eksik kalır. Öyle kestirmeden evet Kürtlere de yapılmıştır deyip tek satırla da geçmek istemiyorum. Yazdıklarınızı hakkel yakin mertebe de, yani bizzat yaşayanlar gibi olmasa da, ilmel yakin çerçeve de bilenlerdenim ve hatta bunun eğitimini alanlardanım.

        Türkiyeyi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde temsil etmiş, bilgisine kimsenin laf etmediği, o dönemin popüler hocalarından biri vardı,. Prof. Dr. Bakır Çağlar. Vefat etti daha sonraları da. Bu hocanın İNSAN HAKLARI dersinde, çoğunluğu Güneydoğu da yaşanan Hak İhlalleri incelenir, sınavda örnek olaylar üzerinden hukuki değerlendirmeler istenirdi. O inceleme de ele aldığımız olaylarından birinde, Güneydoğu da yakılan bir köyden bahis vardı. Hak sahibi, sonradan AHİM de davayı kazanan kişinin beyanı çok ürperticiydi. Zira, ailesinden bir kişi, PKK tarafından yardım etmiyor diye öldürülürken, diğer bir kardeşi de, PKK ya yardım ve yataklık yapıyor diye faili meçhule kurban gitmişti. Neticesinde evleri de yakılmıştı.

        O esna da, amfi de derin bir sessizlik ve hoca devam etmişti, malesef ki bu numüne bir olay değil, sistematik bir şekilde belirli yerlerde yapılmış. Köy yakma olayı birden fazla yerde karşımıza çıkarken, infazların çokluğu çok daha öte, sistematik bir şekilde yapılmış derdi.

        O dönem, Loizidou kararı da yeni AHİM tarafından karar bağlanmıştı ve daha sonraları da öğrenecektik ki ve 875.000 Euro Türkiye Tazminata mahkum edilecekti.

        Merak edenler için, ilgili linki de bırakıyorum buraya:

        https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/398060

        Eğmeden bükmeden söyleyeceğim, Muhammed bey, bu ülke de Kürtlere yönelik, zirvesini 90 lı yıllarda gördüğümüz üzere, sistematik bir zulm yapılmıştır.
        Bugünde, hizmet hareketinden insanlara yapılıyor. Burada çok ilginç olan, AHİM in tutumu.

        Nitekim, Güneydoğu da köyüyle birlikte evi yakılan, kardeşi öldürülen ve tecavüze uğrayan o kadın için 20 BİN Euro tazminata hükmedilmişken, Louziou ya 875.000 Euro tazminata hükmedilmesi ise dikkatlerden kaçmamıştı.

        Peki ya bugün durum ne? 15 Temmuz sonrası AHİM in top çevirmesi, bir türlü esasa girmemesi, dolaylı yönlerden ele aldığı birkaç karar dışında belli ki, bu zulm de birkaç on, birkaç yüz ya da numüne davayla kapatılacak.

        Buradan şu çıkıyor ki, artık kendi söküğümüzü kendimiz dikmek zorundayız.
        Bu ülke de, Kürtler zulme uğramışsa, solcular, ülkücüler zulme uğramışsa ve en son da tamamen sivil ve toplumun faydasına olan hizmet gönüllüleri zulme uğramışsa bu işte bir yanlışlık var deme zamanı. Bu saydıklarım toplumun tamamını neredeyse oluşturuyorsa, öyleyse kim zulmediyor bize?

        Bu sorunun cevabı, aslında Türkiyenin ikbalinin açılmasının da cevabı.
        Ergenekon operasyonlarıyla, tarihte ilk defa, bu ülke bu şansı yakalamıştı. Ama malesef ki tepti. Kimseye de kızamıyoruz bu geri tepme de. Çünkü bunu halkımız kendi eliyle tepti.

        Bu demokratikleşme fırsatını el birliğiyle itmiş toplum, Muhammed Bey, görünen o ki, bu zulm devir daim makinasına can suyu oldu. Yeniden Kürtlere zulm dönemi geliyor, yeniden dindarlara tu kaka yapılacak, yeniden ülküler, ve hatta solcular.. bu hikaye hep böyle devam edecek.

        İlahi bir yardım gelmediği müddetçe, bu kısır döngüye yeniden başlamış görünüyor ülke. Sadece, sırası gelmediği için, hizipçilikle seviniyor. Bir süre oyalansınlar.

        Bu saydıklarım tüm toplumsa, sorum şu, başka düşman aramamıza gerek yok. Birbirini yiyen tefrika içinde bir topluma, düşmana gerek yoktur. Nitekim olanda budur.

        Ergenekon gibi yapılar da bundan faydalanmaktadır zira.

  2. Ahmet bey,

    İstanbul´da köpeklere muamele konusunda çok önemli bilgiler veriyorsunuz. Sadece sizin yazıyı okurken biraz daha kısa olsaydı veya birkaç bölüm halinde yazılmış olsaydı diye içimden geçti. Belli uzunlukta yazı okumaya alışınca böyle uzun yazıları okumak biraz zorlaşıyor. Alışkanlık daha kısa yazı beklentisi uyandırıyor insanda.
    Yazınızda değindiğiniz diğer konularla ilgili de bir iki not yazmak istedim.
    Mark Twain konusunda… Bu yazarın biliyorsunuz “Korkunç Alman Dili” diye uzunca bir yazısı veya denemesi var. O da çok ilginç ve eğlenceli bir yazı. Çoğu nokta itibariyle de haklı yazar bence. Sonunda şöyle diyor: “Dilbilgisi konusundaki araştırmalalarım bana gösterdi ki, bir insan (telaffuz ve yazı dili hariç) İngilizceyi 30 saatte, Fransızcayı 30 günde, Almancayı ise 30 yılda öğrenebilir.” Ve devamla: “Dolayısıyla Almancanın budanması ve düzeltilmesi gerekmektedir. Eğer bu dil bu haliyle kalacak olursa sessiz ve saygılı bir şekilde ölü diller arasına konmalıdır. Zira bu dili öğrenmek için sadece ölülerin yeterli zamanı vardır.” Bu arada antiparentez belirteyim, geçenlerde tanınmış bir haber spikerinin de hatalı Almanca ile yazılmış bir tvitini okuyunca rahatladım ve Allah´a şükrettim, dünyada bu zulme (;-) maruz sadece biz değiliz diye.
    Haksızlık karşısında dilsiz şeytan konusunda: Öyle bir halk maalesef gerçek hayatta yok. O halk sadece vaazlarda, hamaset konuşmalarında ve geçmişe pembe gözlükle bakan hayalperestlerin masal dünyasında var. Dün bu sitede okudum, yaşı ilerlemiş bir vatandaş topladığı kuru ekmekleri yemek zorunda kaldığı için ağlıyormuş. (Ben sadece haberin başlığını okudum). Bunun için ağlayan koca adam keşke Ege´de, Meriç´te boğulan çocuklar için de ağlayabilseydi dedim. Ama yok, ağlayan kendisi için ağlıyor.

  3. Değerli Hocam, İsmail Bey,

    Damdan düşenin halini damdan düşen anlarmış. Bizim halimiz öyle. Bu dili çalışmak için masaya ne zaman otursam, elim tr724 e gidiyor ve yorum yazarken buluyorum. Adetim değil, hayatımda yorum yazmadım haberin altına. Sanırım Almancayı istediğim gibi konuşamamak, yazamamak bu halde bırakıyor demek ki dedim. Bir çeşit rahatlama gibi. 🙂

    Bizlere yapılan zulmlere kimsenin ses vermediği, aslında ses vermeyeceği de ortada. Bunu bilerek yazdım da, okuyanların da bu zulme maruz kalanlar dışında olmayacağını bilerek üstelik.

    Bir çeşit kahvehane rahatlığı artık yorumculuk bizim için. Zaman zaman sizinde yorumlarınızı görüp okuyorum. Haber ile yorumcunun etkileşimi güzelde, yorumcuların da arasında bu etkileşim de ayrı bir güzel.

    Deniz rumuzlu beyefendi, ara ara hayal tamircisi, İsmail rumuzuyla ki sanırım hep o kişi siz, ben, var işte böyle 3 5 kişi, yorumlarımızla buluşuyoruz. Bir çeşit kahvehane sohbeti. Eskiden kıraathane derlermiş.

    Kahvehane deyince, bir sevgili yazar kahvehaneye yol verse de yazısında, aslında biraz da Kahvehaneden dem vursak. Kahvehaneler Osmanlı da Medya demekti zira. Muhalif medya olarak tabi, A haber değilde, Bugünün fox tv si gibi. Hatta çoğu doğru ilk defa tekrar edilirmiş. Bu yönüyle, Osmanlı da Kahvehaneler bir dönem bizim Samanyolu haberin fonksiyonunu eda ediyormuş. Hangi vezir alınacak, hangisi atanacak, Yeniçeriler kalmadı o dönemlere de, yerine gelenler Asakirler vb ne planlıyorlar, sefer nereye, padişah ne durumda, culuş ne durumda olacak, ,hepsi önce oralarda duyulurmuş.

    Bugünde bu ortam sizin için benim gibiler için biraz öyle sanki. Bir çeşit demlenme ortamı. Sen, ben bizim oğlan. Değerli Yazarlarında okuduğundan şüphem yok elbette. Özetle, yüzyüze görmeden iletişim kurmakta hiç fena değil. Hatta, gerçeğe daha yakını bu. Rabbim tüm mazlumlara, mağdurlara ve özelinde Türkiyedeki dostlara, kardeşlere yardım etsin. Bu zulm bir an önce bitsin inşallah.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin