Bin yıllardır okumadığımız destan [Kemal Ay, yazdı]

İnsanlık tarihinin ilk yazılı hikâyelerinden olan Gılgamış Destanı, bugün Irak olarak adlandırdığımız yerdeki ‘Uruk’ şehrinde yaşayan Kral Gılgamış’ın maceralarını anlatır.

Şehri tapınaklarla donatan (dindar) Gılgamış, üçte iki tanrı üçte bir insandır ve hem çok güzel görünüşlü hem de çok bilgedir. Gelgelelim, Gılgamış şehrini tam bir zalimlikle yönetir.

Onun zulmünün herhalde ‘yalnızlıktan’ olduğunu düşünen tanrılar, Enkidu ismini verdikleri ve en az Gılgamış kadar ‘özel’ birini yaratırlar. Enkidu, Gılgamış’ın zalimliklerini öğrenir öğrenmez Uruk şehrine gider ve Kral Gılgamış’ı yine halkına zulmederken yakalar. İkili kıyasıya bir güreşe tutuşur. Yenişemezler ancak çok iyi dost olurlar.

Uruk halkı da rahat bir nefes alır.

İkili birkaç maceraya atılır fakat ‘sınırı aştıkları’ için tanrılar bu kez Enkidu’nun ölmesini buyurur. Gılgamış’ın yalnızlığına deva olan Enkidu ölünce, Kral daha önce pek tatmadığı bir telaşa kapılır: Gücü, güzelliği ve harikaları vardır ama bir gün ölecektir.

Bu telaş onu bütün dünyayı dolaşıp ölümsüzlüğü aramaya yöneltir. Bu arada bilge insanlarla karşılaşır, onların hikâyelerini dinler (hatta Gılgamış Destanı’nda anlatılan ‘tufan hikâyesi’ kutsal kitaplardaki Nuh Tufanı’na çok benzer).

Ölümsüzlüğü aradığını söyleyince o bilgelerden biri, bir hafta uyumamayı başarabilirse, ölümsüz olacağını söyler. Ancak Gılgamış bunu başaramaz. Kendisine ‘gençlik otu’ verilir. Eğer bu otu yerse, ölümsüz olmasa da hep genç ve güçlü görüneceği söylenir. Gelgelelim, onu da bir yılana kaptırır Gılgamış (yılanların bahar aylarında deri değiştirmelerinin sebebi).

Nihayet bilge adam ona şöyle der: İnsanlar ölecektir ama insanlık yaşayacaktır.

Bunun üzerine Uruk şehrine geri dönen Gılgamış, ölümsüzlüğü bulamamıştır ancak çok önemli bir ders almıştır. Uruk halkına zulmetmekten vazgeçer. Şehri güzelleştirmeyi ve insanlar arasında ‘iyi bir yâd’ olarak yaşamayı, böylece insanlık var oldukça ölümsüzleşmeyi hedefler.

***

gilgamis spot

Gılgamış, bir Mezopotamya (Sümerler) kralıdır. Bugün Ortadoğu dediğimiz yer burası. İnsanlığın en eski yerleşim yerlerinden biri olmanın yanı sıra, hayli zengin ve refah dolu şehirlerin kurulduğu, Gılgamış Destanı gibi efsanelerin, hikâyelerin yazıldığı, söylendiği bir kültür havzası.

Bugün nasıl medya, düşünce kuruluşları, sivil toplum örgütleri içinde yaşadıkları toplumun fotoğrafını çekip, sorunları saptamaya çalışıyorsa, eski destanlar da benzer bir fonksiyonu eda ediyor. Medeniyetler, ortaya koydukları ‘hikâyeler’ ile hem kendilerini anlatıyor hem de insanlığa yol gösteriyor.

Mezopotamya halkının bu çok eski hikâyesinde de, iki önemli mesaj bulunuyor: 1. Gılgamış gibi karşısında hiçbir gücün duramadığı ‘güçlülerle’ mücadelenin en etkin yöntemi, onun gücüne denk güçte bir ‘denetim mekanizması’ (Enkidu) oluşturmak. 2. Güçlü kimseler, bir gün öleceklerini ve bunu engelleyemeyeceklerini düşündüklerinde zulmetmek yerine hayırla anılmayı seçebilirler.

Ne kadar yalın değil mi?

Peki, sizce Mezopotamya’da hüküm sürmüş krallar bu hikâyeden hiç ders çıkarmışlar mıdır? Yani Ortadoğu’da bir şekilde halklara liderlik etmiş, yönetime talip olmuş, iktidarın tadına varmış kimseler sizce bu hikâyeyi hiç okumuşlar mıdır?

***

Osmanlı sonrası Mezopotamya topraklarındaki ‘iktidar’ eğilimlerini ikiye ayırabiliriz: Önce Batılılaşma (muasırlaşma) ve kimliği bulma (baskın milliyetçilik) yolunda hareket eden yarı-seküler yönetimler. Ardından bunlara tepki olarak gelişmiş, karşı-devrimci (anti-Batıcı) ve resmi kimliğin dışında kalmışlarca kurulmuş yönetimler.

Modern İran tarihi sözgelimi… İran devrimini ‘aşağılamak’ isteyenler, Şah döneminin ‘seküler’ hayat tarzından dem vururlar ama Şah’ın şiddetinden pek bahsetmezler. Mollaları savunanlar ise, ‘devrim’ denilen şeyin bir çeşit ‘karşı zulüm’ olduğunu saklamaya çalışırlar. Oysa, 1979’daki devrimden sonra milyonlarca ‘muhalif’ ülkeyi terk etmek zorunda kaldı, yüzlercesi idam edildi, binlercesi yurt içinde ve yurt dışında suikasta uğradı. ‘Şah destekçisi’ olarak yaftalanan bu insanlar, ülkenin en eğitimli, en yüzleri dünyaya dönük insanlarıydı.

Irak’ta 1968’de darbeyle iktidarı ele geçiren Baas Partisi’nin ‘sosyalist-İslamcı’ tonlara sahip yönetimi 1979’da Cumhurbaşkanı olan Saddam Hüseyin eliyle iyice popülist bir tarza büründü. Mahallelere kadar uzanan istihbarat ağı ve sadece Saddam’ın önemli olduğu bir yönetim biçimi, sivil toplumun bütün imkânlarını elinden aldı. ‘Muhalif’ temizliği yaparak, İran’da olduğu gibi insan sermayesini çarçur etti. Kitlesel kıyımlar yaptı. Yüz binlerce insan yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Toplumu o hâle getirmişti ki, 2003’te Amerikan işgaliyle devrildiğinde, sorunlar çözülmediği gibi, daha da karmaşıklaştı.

Irak’tan iki yıl sonra bu kez Suriye’de Baas Partisi iktidara geldi. ‘Kansız bir darbeyle’ Hafız Esad ülke yönetimini ele geçirdi. Yıllarca ‘demir yumrukla’ ve ‘tek adam kültü’ ile ülkesini yönetti. ‘Muhalifleri temizlemek’ ve karşısına hiçbir gücün çıkmaması için kitlesel katliamlar ve işkenceler yaptı. 2000’de koltuğunu oğlu Beşşar Esad’a devrettiğinde, ‘Avrupa görmüş’ bu genç liderin daha ‘ılımlı’ olacağı bekleniyordu ama devraldığı miras korkunçtu. 2011’de başlayan iç savaş muhalefet namına ne kalmışsa, ‘insan sermayesi’ adına ne varsa sildi süpürdü.

Bu ülkeler, komşularımız. Ve bugün Türkiye de aynı yollardan geçiyor. Bir zamanlar Gılgamış Destanı’nı yazacak kadar ‘bilge’ insanların yaşadığı bir coğrafya, en iyi meyvelerini sokağa atıyor. Tek gerekçe var: Krallar ölümsüzlük istiyor. Son nefeslerine kadar ‘yönetmek’ için, kısa süre iktidar olup koltuğu barışçıl yollarla devretmek yerine (Ortadoğu’da koltuğunu barışçıl şekilde bir başkasına devreden lider neredeyse yok), ‘halk kahramanları’ olmaya çalışıyorlar.

Tabi kahraman olmak kolay değil, olağanüstü şartlar olması gerekli. Eğer yoksa, bu şartlar ‘zorla’, ‘komployla’ oluşturulmalı. İtirazsız kahramanlık ise, adalet ve şefkati değil, zulüm ve şiddeti gerektiriyor.

***

Bir hikâyede kahramanı ne kadar büyütmek isterseniz, sıradan insanı da o kadar küçültürsünüz. ‘Bütün sevapları bir kişiye yazıp bütün günahları ondan alıp halka dağıtmak’ tek adamlığın şiarıdır. Herkes Tac Mahal’in arkasında Hükümdar’ın karısına olan aşkını görür ve büyülenir… Tac Mahal’i inşa eden işçilerin hayatını ise kimse merak etmez.

Öte yandan kahramanlar ne kadar ‘sorgulanmaz’ olursa, gündelik hayat da o kadar ‘tepedekinin tekrarı’ hâline gelir. İnsanlar bir süre sonra ‘atalarının dinini’ tek kimlik olarak benimser ve hiç sorgulamadan o ‘cahiliye’ içinde yaşamayı sürdürür.

Nitekim ‘bir sağdan bir soldan’ tek adamlar çıkarıp duran Türkiye gibi Ortadoğu ülkelerinde, özel ticarethanelerde de, sivil toplum kuruluşlarında da, küçük grup ya da cemaatlerde de, toplumun ruhuna işlemiş bu ‘ölümsüzlük hastalığının’ örneklerine rastlamak mümkün.

Toplumda da aynı şekilde kurumsallaşmayla, ilkeler ve prensipler etrafında ortak akılla, meşveretle, ‘liderlik’ değil ‘moderatörlük’ yaparak, idare edilen yapılara denk gelmek zor. Aile şirketleri, birkaç nesil sonra ya satılıyor ya da iflas bayrağını çekiyor. Türkiye’de neredeyse her sivil toplum kuruluşunda kendi çapında bir ‘Game of Thrones’ (Taht Oyunları) yaşanıyor. Kimin ‘lider’ olacağı, kimin ‘teşkilatta’ olacağı, bir kuruluşun misyonundan çok daha önemli.

Bütün bunlar insanlarımız ‘saf kötü’ oldukları için meydana gelmiyor üstelik. Birçoğu iyi niyetten yapışıyor koltuğa. Bir ebeveyn çılgınlığıyla her şeylerin ‘yolunda’ olduğuna ikna olmak, bunun için de her şeyleri tek tek ‘kontrol’ etmek gerektiğini düşünüyorlar. Tepedeki büyük kahramanlar onların kimliklerini sürekli örselediği için, yereldeki bu küçük kahramanlar da önce ‘ne yapacağım?’ sorusunu değil, ‘kim olacağım, hangi makamda oturacağım?’ sorusunu soruyor.

Emekli subayların apartman yöneticiliği maceralarında karikatürize edilen bu acayip ‘içgüdü’, insanları ‘sıradan görevlere talip olmaktan’ kaçınır hâle getirir. Ancak o ‘sıradan görevler’ çoğu zaman ‘kahramanlardan’ daha önemlidir.

Herkes, tıpkı tepedeki yöneticiler gibi, bir koltuk sahibi olmak ve ‘kahramanlıklar yaşamak’ için çabalarken ve öyle ya da böyle elde ettikleri makamları daha iyisini bulmadıkça bırakmazken, toplum da kendini yeni problemlere hazırlayamıyor. Eskinin yöntemlerini ve şartlarını sürekli tekrar edip duruyor. 100 yıllık problemlerle, hem ulusal hikâyemizde, hem de yerel küçük hikâyemizde, sanki daha dünmüş gibi uğraşıp duruyoruz.

Ama her şey değişiyor… Hiç bıkmadan, usanmadan değişiyor. Değişime direnenler, kendilerini kandırıyor sadece.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin