‘Beni İsrail’in peygamberleri…’ [KEMAL AY]

Zayıf olduğu düşünülen bir rivayete göre Peygamber Efendimiz (sav), “Ümmetimin âlimleri, Beni İsrail’in (İsrailoğullarının) peygamberleri gibidir” buyurmuş.

Hadisin sıhhatini burada tartışacak ehliyete sahip değilim. Ancak bu sözün ilham ettiği bazı hususları şu sorular vasıtasıyla ele alabilirim: Acaba Beni İsrail’in peygamberleri nasıl birer topluluğa gönderilmişlerdi? O peygamberlerle, Müslüman âlimlerin yaşadıkları, yaşayacakları problemlerin paralel olduğu düşünülebilir mi? Beni İsrail’in peygamberlerini hor gören, onları işkencelerden geçiren kavimlerle, Müslüman âlimlere eziyeti reva görenler arasında nasıl benzerlikler var?

Neden bu peygamberler?

Evvela “Beni İsrail’in peygamberleri” deyince, hususi bir sınıf akla geliyor: O da, Hz. Musa’dan (as) sonra Hz. İsa’ya (as) gelene kadar İsrailoğullarına yeni bir kitapla değil de Tevrat ahkamını ‘güncel tutmak’ üzere gönderilen peygamberler.

Yani bu peygamberler, Tevrat’ta temel bir değişiklik yapmamışlar; toplumdaki yaşayışın, amellerin, ibadetin, takvanın, karşılıklı ilişkilerin Tevrat’a uygun olmayan kısımları hakkında uyarıcı olarak gelmişler. Sözleri, insanları Tevrat ahkâmına geri çağırmak için sarf edilmiş. Bir nevi, “Yahudilere, Yahudiliği anlatmışlar”.

Rivayetlere göre, bu dönemde gönderilen peygamberlerin hususî vazifeleri de olmuş. Bir kralı, idareciyi irşat etmek üzere peygamber geldiği de, bir dönemde 100’e yakın peygamber geldiği, her birinin toplumun farklı biriminde vazifesi olduğu da görülmüş. Kur’an’da “peygamberlerini öldürmekle” itham edilen İsrailoğullarından kavimler, bazı dönemlerde 50’den fazla peygamberin aynı dönemde katili olmuş.

Benzerliklerin konusu

Bu peygamberler de, elbette, ilimde, amelde ve topluluklara önderlik etmede ileri gelen kimselerdendi. Yukarıda bahsettiğim Hadis-i Şerif’i değerlendirenler de haliyle, Müslüman âlimleri bu hususiyetlerine göre Beni İsrail’in peygamberleri ile kıyaslamışlar genelde. Ama bana öyle geliyor ki, daha çok yaşadıkları çağ ve toplumla ilişkileri açısından benzeşiyor Beni İsrail’in peygamberleri ile Müslüman âlimler.

Her şeyden önce, Müslüman âlimler de “Müslüman olduğunu zanneden bir topluma İslam’ı yeniden anlatmakla” yükümlü hissediyorlar kendilerini. İçlerinde bulundukları toplumun arızalarını tespit edip bunları tadil etmek üzere vaaz-u nasihat veriyorlar. Aslında “yeni” bir şey söylemiyorlar ama muhatap aldıkları topluluk öyle bir noktaya gelmiş ki, Kur’an’dan anlattıkları şeyler onlara “yeni” gibi geliyor.

Bu uğurda karşılarına, Beni İsrail’in peygamberlerine olduğu gibi, başka ‘âlimler’ de çıkıyor. Tevrat’ı daha iyi bildiğini iddia edip “Sen kim oluyorsun da Musa’nın şeriatını böyle yorumluyorsun?” diyenler oluyor mesela. Tevrat’la alakası olmayan bazı uygulamaları “Yahudilik” olarak yutturduğu için, peygamberlerin meselenin aslını anlatmasından rahatsız olanlar görülüyor. Sırf rahatlarını bozduğu için bu peygamberler, onları öldürmeye kadar vardırıyorlar işi.

‘Biz iyi biliriz!’

Beni İsrail’in peygamberlerine çekilmez kılındığı gibi hayat, Müslüman âlimlere de baskılar yapılıyor. Zindanlara atılanlar, işkenceden geçirilenler, boynu vurdurulanlar, sürgün edilenler… Ama onlar sadece vazifelerini yapmaya çalışıyor. Her defasında da Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncu hikâyesinde olduğu gibi, hani Büyük Engizisyoncu’nun dirilip gelen Hz. İsa’ya “Sen bu dini yanlış temeller üzerine oturttun, biz onu düzelttik” dediği gibi, karşılarına “Biz iyi biliriz!”ciler çıkıyor.

Gerçeği hikâyeyi aşıyor aslında: Hz. İsa (as) aralarında büyüdüğü, daha bebekken onlarla konuştuğu, hayatı boyunca sayısız mucize göstererek peygamberliğini defalarca ispat ettiği hâlde, Beni İsrail tarafından çarmıha gerilmeye çalışılıyor. Onun izinden gidenler, Roma’da aslanlara atılıyor. Ashab-ı Kehf, ancak bir mağarada kendine yer bulabiliyor.

Arızalı ahlakçılık

Beni İsrail’in peygamberlerinin ya da Müslüman âlimlerin yaşadıkları talihsizliklerin ortak bir sebebi var: Çünkü samimi ahlaksızlıktan daha kötüsü, yanlış telakkilere takılı kalmış, bağnazca savunulan bir ahlaktır. Kâfirlikten beteri, münafıklıktır. Ve bu ‘arızalı ahlakçılık’ gün gelir, en masum insanları bile işkence tezgâhlarından geçirir. Peygamber dâhi olsa karşısındaki, peygamber torunu dâhi olsa, onu vahşice katletmekte bir beis görmez.

Kur’an’da İsrailoğullarının dinle imtihanı kaybetmelerinin sebepleri uzun uzun anlatılıyor. “Kitabın bir kısmını söyleyip bir kısmını gizlemeyin” gibi uyarılardan, “dini işlerine geldiği gibi yorumlama”ya varıncaya kadar, Beni İsrail’in peygamberleriyle aralarını bozan her ne varsa, Müslüman âlimlerin de hayatları boyunca idarecilerle ve toplumlarıyla yaşadıkları benzerlikler taşıyor.

Hakikat ışığını taşıyanlar, gözleri karanlığa alışmış kimselere “düşman” gibi görünüyor. Sözü dosdoğru söyleyenler, laf-u güzafa, tevile, cerbezeye alışmış kimselerce “sapkın” diye itham ediliyor.

‘Ey kavmim…’

1995’te Ahmet Altan, Yeni Yüzyıl gazetesindeki köşesinde, Halil Cibran’a atfederek şu satırları yazmıştı:

“Ey kavmim… Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria Magdalena’yı ‘fahişe’ diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın. Zebur’u, Tevrat’ı, İncil’i, Kuran’ı bilirsin. Hazreti Davud için üzülür ama Golyat’ı tutarsın.”

“Ey kavmim… Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın. Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın. Örümcek olsan Hazreti Muhammed’in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin. Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin. Hazreti Hüseyin’in kellesini vurmaz ama vuranı alkışlarsın. Muaviye’ye kızar ama ayaklanmazsın. Hazreti Ömer’i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.”

Haklı değil mi?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin