Batı’nın Türkiye algısı (2)

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Bu yazının ikinci bölümünün yazılması gerekli, çünkü Batı’nın algılarını ne şekillendiriyor, bunu görmek önemli. Öncelikle Batı’nın en önemli ayırt edici özelliği, yeknesak ve düz çizgisel (lineer) bir ideolojinin / dünya görüşünün Batı’da egemen olmaması. Oysa Türkiye’de bu bakımdan temelden bir farklılık söz konusu. Bu noktada tek bir Batı’dan söz etmek mümkün değilken, Türkiye’de ana akım (toplumun çok büyük bir çoğunluğunun dâhil olduğu) kitle, İslamcı-nasyonalist dünya görüşünün bir taraflarına zihinsel olarak hapsolmuş durumda. Zaten dinamik çok-kültürlü Batı toplumlarıyla Türkiye’de Anadolu çeşitliliğini bile hazmedemeyen hâlihazırdaki toplumsal-siyasal yapı taban tabana tezat içinde. Ben bu konunun üzerinde durulması gerektiğini, bu farklılığın altında yatan nedenlerin üzerinde düşünmemizin yerinde olacağını düşünenlerdenim. Kanımca bu farklılığın en temel nedenlerinden biri, Türkiye’de demokrasinin basit bir siyasal sistem olarak anlaşılması, derinlemesine ve kapsayıcı bir demokrasi anlayışının yerleşmemesidir. Demokrasi üzerine Batı’da çok ciddi bir birikim var. Oysa Türkiye’de demokrasi salt seçimsel süreç bakımından algılanıyor. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’de demokrasi olarak tanımlanan, seçimler yoluyla bir partinin veya liderin iktidara getirilmesi sürecidir. Bu demokrasi tanımı çok eksik! İşte esas demokrasiden sadece seçimlerle iktidarın işbaşına gelmesini anladığınızda, kalan diğer demokrasi unsurlarının toplamı, Batı ile aradaki algı farkının temellerini oluşturuyor. Bunu açayım izninizle.

Demokrasilerin en temel sorunlarından biri iktidarın nasıl işbaşına getirileceğinden ziyade, iktidara gelenlerin nasıl iktidarı diğer bir gruba devredeceği (yani iktidarın devir-teslimi) sorunsalıdır. Zira iktidara gelen parti veya lider, her ne kadar demokratik meşruiyet ve yasallık çerçevesinde bir sorun teşkil etmese de, mutlak gücü kullanarak demokratik sürecin işlemesine engel olup diğer alternatifleri elimine edebileceğinden, mutlaka denetlenmelidir. Demokratik denetim, hem parlamento, hem de bağımsız mahkemeler yoluyla yapılabilir. Daha teknik ifadeyle, güç, demokrasilerde üçe bölünmüştür. Yürütme (hükümet veya başkan) gücün 1/3’üne sahiptir. Geriye kalan 2/3’ün sahibi yasama (parlamento) ve yargı (anayasa mahkemesi, yüksek yargı organları ve bağımsız-tarafsız mahkemeler) erkleridir. Özellikle yargı, yürütmenin denetlenmesinde çok kilit bir öneme sahiptir. Bu nedenle demokratik devletlerde yargıç ve savcıların atanmasında ve görev yerlerinin belirlenmesinde yürütmenin etkin olması düşünülemez. Yine, işleyen bir demokraside, anayasa mahkemesi (adı ülkeden ülkeye farklı olabilir, ama işlevi aynıdır), yasama organının (parlamentonun veya meclisin) yaptığı yasaların devletin anayasasına ve devlet mimarisine uygun olup olmadığını denetler. Parlamento yasa yapar, ama bu yasalar devletin anayasasına uygun olmak durumundadır. Keza, yürütme (başkan veya hükümet) idari kararlar alır ve uygular, ama bu kararlar anayasa ile çelişemez. Örneğin, anayasa istihbarat teşkilatını başbakana bağlamışsa, sorumsuz cumhurbaşkanı fiilen bunu uygulamayıp istihbarat teşkilatını yönetemez. Bu tür bir durumda yasama da yargı da yürütmeyi uyarır. Tüm bu bahsettiğim güçler ayrılığı ile kontrol ve denge mekanizması, demokratik devletlerin devlet mimarisinin ana iskeletini oluşturur. Bu ana iskeletin esası ise tek bir ilkeye bağlıdır: hukukun üstünlüğü.

Bundan 2500 yıl önce, M.Ö. 400’de Perikles Atina demokrasisinde, sistemin ana unsurunun hukuk önünde eşitlik olduğunu yazmış. Aristo, M.Ö. 335’te hukukun egemenliğini devletin temeli olarak kabul ediyor. Devleti yönetenlerin bu hukuka tabi olmalarının önemini vurguluyor. Hükümetin kararnamelerle değil, yerleşik hukuk ve buna uygun prosedürel işleyişle yönetmesi gerektiğini belirtiyor. Bundan binlerce yıl öncesinden gelen bir hukuka tabilik eğilimi, Batı siyasi geleneğinin temelini oluşturmuş, başka bir ifadeyle! Bu neden önemli? Yasalar karşısında eşitlik, özellikle yürütmenin (başkan veya hükümetin) yasalara aynen vatandaşlarda olduğu gibi riayet etme zorunluluğu olması, hukuk devletinin esasını oluşturuyor. Çünkü demokrasi sadece iktidara kimin nasıl geleceği meselesi değildir. Esasında, bundan da önemli olmak üzere, iktidarın nasıl kullanılacağı, daha da mühimi, iktidardakilerin gücünün nasıl sınırlandırılacağı meselesidir. Kontrol, ancak hukuk yoluyla olur. Yani iktidara gelen her kim olursa olsun, hukukun üzerinde olamaz. Hukukun ana omurgası ise anayasadır. Anayasa, devleti herhangi bir organize suç örgütünden ayıran ince çizgidir. Anayasa ille de yazılı olmak zorunda değildir, ama yazılı olmayan anayasal yapı (geleneklere dayanan ve kurumsallaşmanın hücresel seviyede sindirildiği politik sistemler) Birleşik Krallık (İngiltere) gibi çok az sayıda devlet için geçerlidir. Yazılı veya yazısız, anayasaya sahip her devlet demokratik olmayabilir. Ama anayasası (devlet mimarisi) olmayan bir devlet, demokratik olamaz. Çünkü anayasal çatı altında, devlette güç paylaşımı, devletin nasıl işleyeceği, kararların kimin tarafından nasıl alınacağı, güç hiyerarşisi, kontrol mekanizmalarının nasıl işleyeceği, vatandaş hakları ve normlar (yapılmaması gereken davranışlar) temel seviyede belirlenir. Kanunlar, bu belirlenen ana yapının detaylandırılmasıdır. Kanunlar bu nedenle anayasa ile çelişemez. Çelişirse, çelişen kanun iptal edilir veya değiştirilir. Yürütmenin (başkan veya hükümet) anayasaya uymama gibi bir opsiyonu yoktur. Yürütme “ben bu kanunu beğenmedim, uymuyorum kardeşim!” deme şıkkına sahip değildir. Batı demokrasilerinde bu anlayış uzun yüzyıllar içerisinde, bugünkü seviyesine geldi. “Yargıda yaparız şeyini…” diyen, Anayasa Mahkemesi kararı karşısında “saygı da duymuyorum, benimsemiyorum da” demekten çekinmeyen, yasal dayanaksız, kanıtsız suçlanıp mahkemeye çıkartılan öğretmenine, akademisyenine, gazetecisine avukat vermemeyi matah iş addeden baro başkanlarının olduğu bir ülkenin algısı nasıl olur? Şaşırmalı mıyız, bu 2500 yıllık demokrasi ve hukuk geleneğinin Türkiye algısı, Türkiye’yi bugün İran, Çin, Rusya kategorisinde görüyorsa? Yoksa biraz da iğneyi kendimize mi batırmalıyız, çuvaldızı başkasına batırmadan? Ne dersiniz?

Bugün Türkiye’yi idare eden güç, anayasa-kanun falan gözetmeden istediği keyfi uygulamayı yapıyor. Anayasa suçu işlemeyi sistematik davranış biçimine dönüştüren bu rejim mümessilleri, esasında anayasaya ihanet etmenin, vatana ihanet demek olduğunu gayet iyi biliyor! Dahası, emirlerindeki köpekleşmiş bürokrasi de, sahibinin sesi olmanın dışında, rejimin sefil ve kötü emellerini anında gerçekleştirerek, aynı suça ortak oluyor. Hukuk olmadığı için bunu yapabiliyorlar. Ama ezkaza bir gün hukuka geri dönülürse eğer (ki bir gün mutlaka olacak bu!) o gün yargı önüne çıkarak en ağır cezalara çarptırılacaklar, bundan emin olun! Evet, anayasasız, kanunsuz bir dönem bu maalesef! Bugün memleketi idare eden güç (ittifakı) için varsa yoksa kendi kısa vadeli çıkarları: ya yolsuzluklarla ilgili menfaatleri, ya da siyaseten kendi iktidarı için tehdit olarak algıladığı muhalifleri tasfiye etmeye yönelik çıkarları, devletin âli menfaatleri gibi propaganda ediyor, kamuoyu algısını kendi güdümündeki lağım medyası aracılığı ile hakla endoktrine ediyor. Başka bir ifadeyle, şahsi çıkarlarını, ulusal çıkarlarmış gibi lanse ederek, beyin yıkıyor! Oysa Jean-Jacques Rousseau 1762’de (bundan 257 yıl önce!), Toplum Sözleşmesi’nde diyor ki: “Hiçbir şey, şahsi menfaatlerin kamu menfaatlerinin üzerinde tutulması kadar tehlikeli olamaz. Yasaların hükümet tarafından kötüye kullanılması, en az yolsuzluk kadar kötüdür”. Bugün, Türkiye’de yönetim, tümüyle kendi menfaatlerini ülkenin ve halkın çıkarlarının üzerinde tutuyor. Neden? Yolsuzlukların sağladığı rant düzeninin ve siyaseten kendileri için tehlike arz edebilecek muhaliflerin (Kürtler, liberaller, gerçek solcular, Barış Akademisyenleri, Gülen Cemaati) bertaraf edilmesine yönelik ceberut rejimin devamı için!

Batı demokrasilerinin temellerinin bir diğeri, kişi hürriyetleri. Abraham Lincoln 1863 yılında Amerikan iç savaşı esnasında, yani köleliğin kaldırılması için güneylilerle yapılan özgürlük mücadelesi esnasında, “The Gettysburg Address” söylevinde, tüm insanların özgür ve eşit yaratıldıklarını söylüyor. Thomas Paine “İnsanın Hakları” adlı eserinde şunları söylüyor: “İnsanlar eşit doğar ve eşit olarak varlıklarını devam ettirir. … Bunlar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme haklarıdır”. Bu bahsettiği ilkeler Fransız Devriminin sonrasında 1798 tarihinde Fransız Meclisi tarafından ilan edilen İnsan ve Vatandaşlık haklarının temelidir zaten! Immanuel Kant 1793’te kaleme aldığı Siyaset Yazıları’nda “… tamamıyla hukuksal bir devletin, 1- toplumun her bir üyesine insan olmasından ileri gelen nedenle özgürlük, 2) her ferde eşit davranması, 3) her vatandaşın bağımsızlığını sağlaması gerektiğini belirtiyor. Batı düşüncesinde – sol ve sağ fark etmez – bireyin özgürlüğü, şüphesiz en önemli değerdir. Devletin baskıcı olduğu, bireyin bir dine veya ideolojiye esir edildiği ceberut siyasal sistemlerin özgürlük üretmediğini Batı tarihi acı deneyimlerle öğrendi. Kimi zaman çift dikiş öğrenmek durumunda kaldı hatta! Bireyin kendisini devlet karşısında korumak durumunda olduğu gerçeği, devletin (hükümetin!) sınırlandırılmasını sağladı. John Stuart Mill 1861 yılında yazdığı “Temsili Hükümet Üzerine Düşünceler” adlı eserinde, Alexis de Tocqueville ise 1835Tte yayınladığı “Amerika’da Demokrasi” adlı kitabında, demokratik seçimlerle iktidara gelen iktidarların, çoğunluk diktasına evrilmeleri tehlikesine dikkat çekti ve sayıca azınlıkta kalanları yok sayan bir rejimin demokrasi olamayacağını açıkça sergiledi. Nitekim tarih bize özellikle iki savaş arası dönemde Almanya’da yaşananların ve sonrasında Hitler Almanya’sının yaptıklarıyla, seçimle işbaşına gelen iktidarların azınlıkların sadece haklarını değil, kendilerini de yok ettiğini gösterdi. 6 Milyon Alman Yahudi’si ve yüz binlerce etnik olarak Alman kabul edilmeyen Alman vatandaşı Naziler tarafından vahşice yok edildiler. Hitler’in demokratik biçimde iktidara gelmiş olması, Almanya’nın demokratik kalmasına yetmedi. Seçimler demokrasiyi kurtaramamıştı işte! Bu olaydan sadece Almanlar mı ders aldı sanıyorsunuz? Tüm Avrupa yerle bir olduktan sonra, siyaset bilimcileri ve tarihçiler için on yıllarca süren “neden-niçin” dönemi başlayacaktı. İster istemez, geçmişten gelen fısıltılara, 2500 yıllık Batı siyaset geleneğinin tozlu raflarının yeniden gözden geçirilmesine başlanacaktı. Eleştirel düşünce ve özgürlük ortamı, o kadar doğurgandı ki!

Batı ama hangi Batı? Batı’da Hitler’ler, Mussolini’ler, Stalin’ler varken, çoğulcu ve liberal değerlerin hâkim olduğu ABD’de, Britanya’da, işgale dek Fransa’da, Kanada’da apayrı bir dünya vardı. Yine ABD’de 1960’lara kadar devam eden Afrika kökenli Amerikalılara yönelik ayrımcılık, çok köklü bir liberal-sol yüzde tarafından protesto edildi. İyiyle kötünün savaşında daima iyi galip gelse de bu bazen çok uzun sürebiliyor. İşte neticede uzun da sürse, başarının gelmesi, bu çok sesliliğe bağlıydı. 2500 yıldır devam eden demokrasi, seçimler değildi sadece. Hukuk devletiydi, güçler ayrılığıydı, iktidarın yetkilerinin kısıtlanmasıydı, bireyin devlete öncelenmesiydi, temel özgürlüklerin anayasal güvence altına alınmasıydı! Demokrasi, iktidara birini getirmek değil, bilakis iktidardan birinin götürülmesinin kurumsallaştırılması ve olağanlaştırılmasıydı. Demokrasi, iktidara gelenin çoğunluğun isteklerini azınlığa empoze etmesinden tamamen ters bir şeydi. Çoğunluğun istediği zaman azınlığın hak ve hukukuna tecavüz edebilmesinin adı demokrasi değil, çoğunluk diktasıydı!

Böyle bir ortamda, vatandaşının hakkını gasp eden, anayasasına uymayan, sınırlanmış iktidarının sınırlarının dışına çıkan, siyasi işgalle ülkenin devlet mimarisinin ırzına geçen, tüm kurumları tahrip eden ve utanmadan bize sabah-akşam hala milletten ve vatandan bahseden bu çekirgeler, tüm ormanı yiyip bitirmek üzereler. Bu ortamda, Batı’dan gelen sesleri anlamakta zorlanıyorlar. O sesler tek cenahtan gelmiyor. En solundan en muhafazakârına, tüm düşün yelpazesinden bireyler, artık Erdoğan’dan diktatör, Türkiye’den ise bir Ortadoğu despotizmi olarak bahsediyor. Türkiye, uluslararası arenada medeni ülkelerden adam kaçıran, koruma polisiyle Beyaz Saray önünde adam döven, NBA yıldızı Enes Kanter’i eleştirel tweet atması nedeniyle “terörist” ilan eden, Ahmet Altan gibi bir romancıyı ömür boyu hapse mahkûm eden, binlerce akademisyeni hain olarak damgalayan ve işinden atan bir otoriteryan rejim. Eskiden demokrasi olması, dikkatleri daha çok çekiyor. Çünkü herkes ortaya çıkan kontrastın farkında. Yüz binlerce okumuş insan ve sermaye sahibi varlıklı aile, apar topar Türkiye’den kaçarken, sırada pasaportu iptal edilmiş olduğu için onlara gıpta eden milyonlar var. Olanakları olsa dakika kaybetmeden, gerekirse arkalarına bakmadan koşarak çıkacaklar Edirne’den! Oysa bu satırların yazarı, 2005 yılında 9 aylık kızı ve Türk olmayan sevgili eşiyle, büyük umutlarla gelip on yıl taşra üniversitelerinde binlerce öğrenciye hocalık yapmıştı. Almanya’daki tüm haklarını, Alman vatandaşlığını dâhil, bu uğurda terk ederek, eşini Türk vatandaşı yapmıştı, oğlu ise kendi şehrinde, İstanbul’da dünyaya gelmişti. O zamanlar altın ışıklar saçan ve uğruna her türlü fedakârlığın yapılacağı kadar çok sevilen bu ülkenin bir gün kendini hain ilan edeceğini, terörist ilan edeceğini bilebilir miydi? Bilemedim, düşünemedim!  Batı’dan Türkiye’ye bakanlar, beni ve benim gibileri görüyor! Darbeye ve darbecilere lanet olsun diyen yüz binlerin darbecilikle irtibatlı olarak sosyal soykırıma uğratılması, tüm uluslararası toplumun, uluslararası örgütlerin, ulus ötesi insan hakları gruplarının, tüm devletlerin arşivlerinde ve belgelerinde artık.

Havlamaları boşuna değil. Çünkü haksız olan bağırarak haklı sesleri susturabileceğini zanneder! Oysa Batı’daki ileri demokrasilerde, ekmek kadar kutsal olan bir şey varsa eğer, o da insanların sözüdür! İnsanlar düşünme ve düşünceyi ifade etme hakkının demokrasinin temeli olduğunu bilir. Seçimlerin, özgürlükler olmadan demokrasi sağlamaya yetmediğini de! Batı’nın Türkiye algısı, A-Haber izleyen veya Sabah şeyi okuyan Akkoyunlu vatandaşlarının algısından farklıdır, ve bu, Batı’nın Türkiye ve Türk düşmanı olmasından değil, bazı sütü bozuk tiplerin maalesef devleti ele geçirip ülkelerine ve halklarına ihanet etmiş olmasındandır! Olanı söylüyorlar, olanı söylüyorum, düşündüklerimi ve daha da önemlisi, hissettiklerimi, hissettiklerinizi yazıyorum, yazmaya gayret ediyorum!

Bir gün devran döner! Çünkü iyiler kazanır! Hep kazanırlar!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. HAYKIRIŞİNİZİ OKUDUM MEHMET HOCAM….

    28 Şubatı gören biri olarak, Tayyibe yıllarca dua ettim. Ne zaman ki, hakaretlere başladı ve tüm mühaliflere aynı kin ve nefreti kustu, o zaman bildik ki yapılan sıyaset değil başka bir şey. Şimdi şerrinden Allah`a sığınıyorum.
    Ve Tayyib dahil, arkasındaki tüm zalimlerin def`i için haykirmanıza, haykirmamıza devam edeceğiz.
    İyiler kazanmalı
    Haklılar kazanmalı
    Biz kazanmalıyız.
    Ve adim gibi eminim, bundan sonra öyle bir ruzgar esecek ki, kürtler yüz yıldır gasbedilen tüm haklarınada bu ifritden dönemden sonra kavuşacaklar.

  2. Hocam, yine dertlendiniz. Yine yüreginiz kan agliyor. Yine iyimserliginizi birakmadiniz. Yazinizi dikkatle okudum. Güzelde, sorun baska yerlerde. Sorun ne iktidarda, ne muhalefette, ne cemaatte. Sorun Türkiye insaninin sorunu. Nasil olurda bir toplumda respekt, empati, dayanisma, sevgi, moral, baskasinin malina, canina, mülküne saygi eksik olur. Bu nasil bir insanlar toplulugu. Bana ayni Hitler döneminin insanlarini hatirlatiyor. Bu nasil olur. Sadece iktidar yanlilari degil. büyük bir kesim böyle. Birakiyorum. Saglicakla kalin hocam.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin