Barış Pınarı 

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Suriye kendi halinde bir diktatörlüktü. Klasik bir Baas rejimiydi. Türkiye bu durumu hiçbir zaman dert etmeden realist politikalarla, yani kendi ulusal çıkarlarını önceleyerek yaklaştığı Suriye’yle ilişkileri Arap Baharı sürecinde bozdu. İslamcılar Sünni Suriye’nin Ankara’nın yörüngesinde olacağını düşünüyorlardı. “Kardeşim Esad” bir anda “katil Esed” olarak kamuoyuna takdim edildi. Türk istihbaratı önce el altından cihatçıları destekledi, derken bugün “vatan” diye nutuklar attıkları Türkiye toprakları dünyanın dört bir yanından gelen fanatik cihatçılara açıldı. Türkiye artık Suriye iç savaşına cihatçı terörist sağlayan bir güzergâh olmuştu.

Suriye’de önceleri Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adı verilen paramiliter düzensiz İslamcı gruplar, ABD ve Türkiye tarafından eğitilmeye ve donatılmaya başlandı. Fakat ABD bu güçlerin ideolojisinden ve sahada izlediği politikalardan rahatsız oldu. Suriye-Irak kırsallarında etkinlik kazanan IŞİD, giderek sahada etkinleşti ve kendine alan devşirerek devletleşme eğilimine girdi. Suriye’deki diğer cihatçı gruplar da IŞİD gibi bir Sünni-İslamcı devlet arzuluyorlardı. Bunlardan biri de El-Nusra Cephesi denilen gruptu. Bu grup, ABD’nin can düşmanı El-Kaide örgütünün bir alt grubuydu. IŞİD ve El-Nusra gibi birçok irili ufaklı cihatçı grup, kendilerini Suriye’de Esad’ı devirip ülkeye “özgürlük” getirmeye çalışan savaşçılar olarak tanıtsa da, esas niyetleri Sünni bir İslamcı Suriye inşa etmekten ibaretti. Özgürlükle de demokrasiyle de ilişkileri yoktu. Tüm bu gruplar, klasik İslamcı yöntemle, önce demokrasi vaat ederek iktidara gelmek, sonra da kendileri gibi olmayan veya düşünmeyen tüm alternatif grupları zorla kendilerine tabi kılmak amacı gütmekteydiler.

Ankara, büyük oynamak niyetindeydi. Devletin başında olan İslamcıların tarih okuyuşuna uygun olarak, Türk dış politikasında ciddi değişikliklere gidildi. Osmanlı’nın yıkılış sürecinde bu sürece şahit olan askeri elitlerin kurduğu, Türkiye topraklarının güvenliğini esas alan realist politikalar terk edildi. “Şam Emevi Camii’nde namaz kılmak” olarak sembolik bir biçimde ifade bulan bir anlayış geliştirildi. Türkiye gerçeklerden koptu. Kendi kendisine yarattığı, var olmayan bir “Osmanlı” imajının gerçekleştirilmesi için Suriye’de ve Ortadoğu’da ne kadar kazanım ve emniyet sigortası varsa birbiri ardına yok edildi. Kendi gücünü sağlıklı tartamayan, dahası uluslararası sistemin nasıl işlediğinden bihaber kompleksli ve yarı cahil bir grubun insafına kalmıştı artık.

Esad’ı devirmek istemelerinin nedeninin “Esad’ın demokrat olmaması” olduğunu söylüyorlardı. Bunu söyleyenlerin 17 Aralık – 15 Temmuz dönemleri arasında anayasal devleti nasıl imha ettiklerine şahit olduk. Türkiye bugün insan hakları ve demokrasi kıstasları bakımından tarihinin en karanlık dönemini yaşıyor. Şunu kast ediyorum. Erdoğan ve çevresinin sorunu asla Suriye’nin demokrasi sorunları, Suriye’ye demokrasi ve özgürlük götürmek, Suriye’yi istikrarlılaştırmak olmadı! Bilakis, Türkiye bir komşu ülkenin etik olarak yapmaması gereken bir tutum alarak, komşusunda iç karışıklık çıkarmaya, merkezi otoriteye başkaldırmış bulunan unsurlara lojistik, silah ve mühimmat yığmaya başlamıştı. Türkiye bilerek ve isteyerek Suriye’yi karıştırdı. Destek verdiği gruplar daima cihatçı-Selefi fanatik teröristler oldu. IŞİD’le gizli kanallardan ilişkilerini devam ettirirken, El-Nusra’yı “bizim çocuklar!” olarak algıladı. ÖSO’dan IŞİD ve El-Nusra’ya geçişleri görmezden geldi. IŞİD’çilerin ve El-Nusra’cıların Suriye’den rahatlıkla çıkıp Türkiye sınırından girişlerine, oradan da dünyanın diğer ülkelerine geçişlerine müsamaha gösterdi. Bu fanatik teröristler dünyada kanlı eylemleriyle insanları öldürürken, Türkiye “cihatçı güzergâhı” olmaktan rahatsızlık duymadı. Türk vatandaşlarının bu vahşi gruplara katılımına ses çıkartmadı, dahası tüm bunlar olurken Türkiye istihbaratının bunları bilmemesine olanak yoktu. Bilakis Türkiye “Suriye’de oyun kurmak” dediği tutumundan taviz vermeyerek, silah, mühimmat, gıda, medikal malzeme, çadır, giysi, istihbarat paylaşımı gibi tutumlarından vazgeçmedi.

Büyük güçler bu durumu bilmiyorlar mıydı sanıyorsunuz! Sahada Suriye’nin hava ve kara sahalarını kontrol etmeye başlayan ABD ve Rusya, Ankara’nın bu İslamcı reflekslerinden ciddi rahatsızlık duymaya başladı. “Eğit Donat” işbirliğini ABD himayesinde yaparken, ÖSO’nun dönüştürülmesini ve cihatçı ideolojiden vazgeçmesini bekleyen ABD, bunun gerçekleşmediğini görünce desteği çekti. Eğitilen ve donatılan ÖSO milislerinin kendileriyle aynı İslamcı ideolojiye inanan IŞİD ve El-Nusra gibi gruplara katılımı dışında, verilen askeri malzemelerin de bu grupların eline geçmesi, ABD’nin tutum değiştirmesinde önemli bir gerekçeydi. Türkiye, Batı istihbarat topluluğunun bir parçası olarak İslamcı fanatiklere destek veriyordu! ABD önlem almaya karar verdi. Gerçek şu ki sahada İslamcı cihatçı selefi gruplara direnen Kürtler dışında hiçbir grup yoktu. Zaten IŞİD’ten El-Nusra’ya, ÖSO’dan diğer ufak gruplara kadar tüm Suriye Sünni muhalefeti İslamcı-cihatçı profilde olan militanlardan oluşmaktaydı. Bunlar seküler bir sosyolojideki Kürtlerden nefret ediyorlardı. Rejimden çok Kürtlerle çatışmaktaydılar. Kürtler, coğrafi olarak Irak-Akdeniz hattında, Türkiye’nin tüm güney sınır hattını kontrol etmekteydi. Cihatçı fanatiklerin Kürtlerin yaşadığı bölgeleri hedef almasını Ankara ellerini ovuşturarak izliyordu!

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri Kürtleri kendisinin bekası için bir tehdit olarak görmüştü. Çünkü Osmanlı’daki Jöntürk Hareketi’nden bugünlere, Osmanlı topraklarında ve sonrasında Misak-ı Milli dâhilinde homojen bir toplum inşa etmek, en önemli siyasi hedef olmuştu. İttihat ve Terakki Partisi, Anadolu’da 1915 öncesi ve sonrasında milyonlarca Ermeni’yi hunharca katletmiş veya ölmelerine neden olacak siyasi kararları almıştı. Böylece Anadolu’nun homojenleştirilmesi 1915 döneminde sistematik başlamış oldu. Bugün sayıları birkaç bine kadar gerileyen Ermeniler, fiziksel olarak da kültürel olarak da Türkiye’den silindiler. Aynı şekilde Pontus Rumları – Karadeniz Grekleri – de bu dönem takibata uğradı. Mübadele ile birlikte, Anadolu’daki üç bin yıllık Rum varlığı da sona erdi. Onların da sayıları birkaç bine kadar geriledi. Dahası, 6-7 Eylül olaylarıyla birlikte İstanbul Rumları da göç kervanına katıldı. Malı mülkü yağmalanan ve canlarını zor kurtaran Rumlar, iki bin yıllık kendi kurdukları kenti terk ettiler. Homojenleştirme politikaları Anadolu Süryanilerini de yerlerinden yurtlarından etti. Onlar da azgınlaşan vahşi İslamcılık ve Milliyetçilik arasına sıkışıp, soluğu Türkiye dışında aldı. Böylece bu kadim kültür de haritadan silindi. Anadolu Alevileri de sistematik asimilasyona tabi tutuldu. Batıya zorla göç ettirilen, verimli pamuk tarlalarında ve diğer tarım arazilerinde köle gibi çalıştırılan, Kızılbaş denilerek aşağılanan Aleviler, büyük oranda asimile oldular. Kültürel anlamda homojenleştirilen Anadolu topraklarında bir türlü asimile olmayan ve oldukça büyük bir grup olarak varlığını sürdüren bir tek Kürtler kalmıştı.

İsmail Beşikçi’nin 1970’lerde ve 80’lerde defalarca tespit ettiği üzere, uluslararası olarak sömürgeleştirilmiş bir halk görünümünde olan Kürtler, Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında bölünmüş durumdaydı. Bu fiziki bölünmüşlük, 2000’lerden itibaren dijital gelişmelere ve kitle iletişim olanaklarındaki artışa tekabül eder biçimde giderek ortak bir kimlik geliştirmeye kadar uzandı. Bugün itibarıyla dünya Kürtlerin varlığını biliyor. Kürtler de birbirlerinin durumundan haberdarlar. Yukarıda saydığım dört ülke de Kürtlerin müstakil devlet olmasına karşı çıkıyor. Birçok konuda anlaşamasalar da, bu devletler mesele Kürtler olunca kolaylıkla anlaşıyor. Bu durum, Irak’ta Saddam Hüseyin’in alaşağı edilmesinden sonra değişti. ABD, Irak’ın kuzeyindeki Kürt varlığını uzun yıllar İngiltere ve Türkiye ile birlikte korudu. 2. Irak Savaşı sonrasında ise Kürtler geniş özerkliğe kavuştu ve devletleşme emareleri göstermeye başladı. Türkiye AB reformları ve demokratikleşmenin etkisiyle içeride Kürtlerin varlığını kabul ederken ve azınlık hakları konusunda ilerlemeler kat ederken, Irak Kürdistan’ıyla iyi ilişkiler kurdu. Fakat bu durum, 17 Aralık ve Çözüm Süreci’nin sonlandırılması ile birlikte değişti. 15 Temmuz itibarıyla 1990’ların refleksleri Türkiye’de yeniden devlet politikası oldu. Cizre’de ve Diyarbakır’da, diğer Kürt illerinde, son derece asimetrik, anayasal tüm hak ve özgürlükleri çiğneyen, uluslararası sözleşmelere aykırı askeri güç kullanıldı. PKK ile mücadele başlığı altında, yerleşim yerleri uzaktan ağır silahlarla bombardımana maruz bırakıldı. Siviller öldü. Kürtlerin şehirleri, kasabaları ve köyleri yerle bir edildi. 1990’lardaki köy yakmalardan çok daha vahim iç göç hareketleri yaşandı. Hala Güneydoğu’da birçok ilde sokağa çıkma yasakları var. Kürtler normal bir yaşam süremiyor. Seçilmiş temsilcileri hapiste. Belediyelerinin başına demokratik yollarla seçtikleri yerel yöneticiler hapisteler. Görevlerinden kayyum atanmak vasıtasıyla anayasaya aykırı olarak alındılar.

Türkiye bugün Suriye’de Şam Emevi Camii’nde namaz kılmak hülyasından çoktan vazgeçmiş durumda. Tek hedefi, Suriye’deki Kürt oluşumunu sonlandırmak! Neden bu noktaya gelindi? Suriye’nin merkezi hükümeti (Esad rejimi) saha kontrolünü kaybedince, Şam ve birkaç merkez dışında birçok muhalif grup ortaya çıktı. Bunlar içinde kendi aralarında görece birlik olan ve bir tür devletimsi oluşum içine giren iki ana grup oldu. Bunlardan biri İslamcı-cihatçı selefi IŞİD, diğeri ise Kürtlerdi. Bugün itibarıyla Rusya bir yanda, ABD-Kürt koalisyonu diğer yanda, IŞİD’i sahadan büyük ölçüde sildiler. Fırat nehrinin doğusundan ABD tarafından kontrol edilen Suriye’de Kürtler devletleşiyor. Fırat’ın batısında, Rusya kontrolündeki Suriye topraklarında ise Esad rejimi kontrolü önemli oranda sağladı. İslamcı cihatçı milisler Suriye’deki iç savaşın kaybedeni olacak. Muhtemelen Suriye’de ya Kürtler bağımsızlaşacak, ya da Esad rejimi altında geniş bir özerkliğe kavuşacak. Fakat uzunca bir süre bu olmadan, fiili olarak var olan ve ABD tarafından korunan bir Kürt bölgesiyle güney sınırlarından komşu olacak Türkiye.

Irak Kürtleri ve Suriye Kürtleri, kendi sahalarını kontrol ediyor. Yarın İran’da olacak gelişmeler, İran Kürtlerini de oyunun parçası olmaya itebilir. Bunu henüz göremiyoruz. Fakat İran’a olası bir müdahale ve İran rejiminin yıkılması ile birlikte, Kürtlerin İran’da da özerkleşmesi mümkün olabilir. Bunu bir yere not ederek, esas önemli gelişmenin Irak ve Suriye Kürtlerinin Türkiye’nin güney sınırının önemli bir bölümünü kontrol edeceklerini tespit ederek, esas konuya girelim.

Türkiye, ABD himayesindeki Fırat’ın doğusuna askeri harekât yapacak gibi görünüyor. Fırat’ın batısında yaptığı harekâtlarda Moskova’dan izin almıştı. Bu sayede TSK Suriye’ye girebilmişti. Bu harekâtlarda TSK unsurları cihatçı fanatiklerle beraber Kürtlerin paramiliter unsurlarıyla çatıştılar. Resmi rakamlara göre 4,000 (dört bin) civarında insan öldü. Şimdi aynı şekilde Fırat’ın doğusuna girilecek. ABD, bu bölgede konuşlanmış binlerce askeriyle, gelişmeleri izliyor. Türkiye rejimini defalarca diplomatik dille uyardı. Erdoğan ise “Kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye karar verdik. Muhataplarımıza (ABD’yi kast ediyor) her türlü ikazı yaptık. Hazırlıklarımızı yaptık. Harekât planımızı tamamladık. Kararı verilen ve süreci başlamış bulunan barış pınarlarının önünü açma vakti belki bugün, belki yarın denebilecek kadar yakındır. Hem karadan hem havadan bu harekâtı yürüteceğiz” açıklamasını yaptı. Harekâtın adı da konmuş: Barış Pınarı! Bu arada rejim YÖK’e bölgede üniversite kurdurmak, bölgeye TOKİ evleri inşa etmek gibi, işgal algısı oluşturan birçok kararı geçtiğimiz günlerde almış bulunuyor.

Bu rejimin karar alıcısı Erdoğan veya bir başkası, bunun artık önemi yok. Bu kararı kim alırsa alsın, şu gerçeği görmek lazımdır. Türkiye Fırat’ın doğusuna girerek inanılmaz büyük bir risk alacak. Masaya Türkiye’nin toprak bütünlüğü, hatta varlığı konulmuştur. Bu iş Kuzey Irak’ta sınırlı hava ve kara operasyonları yapıp gerisin geriye dönmeye benzemez. Birincisi bölgede ABD tüm askeri-ekonomik varlığıyla TSK unsurlarının karşısında olacak. İkincisi, Kürtler son derece donanımlı ve eğitimli, sayıca da dikkate değer bir askeri varlıkla düzenli ordu şeklinde TSK unsurlarının karşısında olacak. Bu sıradan bir askeri operasyon değil! Bu bir savaştır.

Bu savaş, çok ciddi bir hatadır. Bu bölgeden Türkiye’ye yönelik hiçbir askeri tehdit yok! Yapılan bir saldırı mevcut değil. Dahası, şu an ABD ve Türk unsurları Washington’la yapılan anlaşma neticesinde bölgede devriye geziyorlar. Yani Kürtler sınırın 30 km kadar güneyine çekildiler. Ya da en azından bu konuda mutabakat sağlandı. O halde neden Türkiye bu savaşa giriyor? Bunu soran yok!

Bunu da bir diğer yazıda ele alacağım. Şimdilik şunu söyleyerek bitireyim: bu kararı alanlar, bu siyasi yanlışın bedelini tüm ülkeye ödetecek.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin