Bağımsız dış politika ve yayılmacılık

YORUM | MEHMET EFE ÇAMAN

Emperyal geçmişe sahip ulus devletlerin bazı ortak özellikleri vardır. Örneğin bu tür devletlerde çok etnisiteli, dinli ve mezhepli yapıları,  kimliksel sorunlara neden olabilir. Ya da sınırların belli bir süre içerisinde daralması nedeniyle, politik elitlerde ve toplumda travmaya uğramışlık duygusu söz konusudur. Bu nostaljik (geçmişe özlem duyan) duygunun dış politika yapım süreçlerini etkileyen bir patolojik bilinçaltı olduğu söylenebilir. Diğer bir konu, bu tür devletlerin kendilerini tanımlarken aynanın diğer tarafında duran “ötekilerle” barış yapamamasıdır. Türkiye, bu örneklere bire bir tekabül etmesi bakımından tipik bir ülkedir.

Türk dış politikası, 1920’lerde ve 1930’larda, elde edilen bağımsızlık ve yeni milli sınırlar çerçevesinde, oldukça rasyonel şekilde tasarlandı. Lausanne Antlaşması tarafından tasfiye edilen Sèvres Antlaşması, Türkler için esas travmayı oluşturmuştu. Bu antlaşma, Batı Anadolu’yu Yunanistan’a bırakıyor, Doğu Anadolu’da ise bir Ermeni devleti kuruyordu. Kürtlere de devlet sözü verilmişti.

Sèvres Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesinden sonra imzalanmıştı. İmparatorluğu idare eden iktidardaki İttihat ve Terakki Fırkası’ydı (İTF). İTF politikaları ve iktidarı üç paşalar olarak da anılan, Enver, Talat ve Cemal Paşa’lar tarafından belirlenmekteydi. Genç Türkler ve Jöntürkler akımı ile bağlantılı olan İTF Osmanlıcılık ve Panislamizm (İslamcılık) kimliklerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarının bütünlüğünü korumaya yetmeyeceğini anlamıştı ve Türkçülük (Pantürkizm) anlayışını merkezine almıştı. Başta Enver Paşa olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu ideoloji ve onun dış politikada uygulanmasıyla restore edileceğine inanmaktaydılar. Türk dili konuşanların bir ulus bilincine kavuşturulmasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nu bir tür ulus devlet tipi İmparatorluğa dönüştürmek istemekteydiler. Fakat sorun, Osmanlı sınırları içerisinde homojen bir toplumsal doku olmamasıydı. Dahası, bırakın homojenliği, Anadolu da dahil olmak üzere Türk ve Müslüman olmayan ahalinin bazı yerlerde çoğunlukta olması, bölgenin çoğunluğunda ise geniş azınlık oranlarının görülmesi, İTF tipi bir ulus devlet projesini olanaksız kılmaktaydı. Ulus devlet projelerinin Avrupa’da gerçekleşmiş olanlarında, çok daha homojen topluluklar ve onların teritoryal devletleri söz konusuyken, Memalik-i Osmanî coğrafyası bu yapıdan çok uzaktı. Yine Avrupa’da bazı ülkelerde gerçekleştirilen etnik sosyal mühendislik türü bir uygulamaya gerek duyulması, işte bu atmosferde gündeme gelmişti.

Bir taraftan Osmanlı sınırlarının daralma trendini durdurmak, diğer taraftan ise yeni yerleri Türklük etnisitesi üzerinden imparatorluk sınırlarına dâhil etmek, stratejinin birincil ayağını oluşturuyordu. İkincil ayak ise, elde olan topraklarda bir Türkleştirme operasyonu uygulamaktı. Türkleştirme, hem Türk olmayan etnisitelerin Türk milleti içine doğru asimile edilmesini, hem de bu politikaya direnen etnik unsurların ortadan kaldırılmasını ön görüyordu. Ortadan kaldırılması gereken etnik unsurlar ya sürülecekler, ya da yok edileceklerdi.

Birinci Dünya Savaşı’nda İTF yöneticilerinin beklentisi, Rusya’nın savaşı kaybetmesi ve parçalanmasıydı. Ana stratejilerinin temel noktası buydu. Çünkü tüm tahayyülleri, parçalanan Çarlık Rusya’sının sınırları içerisinde yer alan Türkî yoğunluklu bölgelerin Rusya’dan koparak, Osmanlı İmparatorluğu ile birleşmeleriydi. Özellikle Azerbaycan, Kırım ve Volga Tatarlarının yaşadıkları bölgeler gibi öncelikli hedefler düşünülmekteydi. Orta Asya ve Turan’a açılan kapı, bu olacaktı. Osmanlı orduları Azerbaycan’ı fethetmek ve Kafkasya üzerinden gittikçe büyüyen sınırlarla Rusya’yı sıkıştırmak stratejisine göre hareket ettirildiler. Nuri Paşa komutasındaki birlikler Bakü’yü ele geçirmeyi başardılar. Bu stratejik olarak – Bakü petrolleri de göz önüne alındığında – çok önemli bir hamleydi. Fakat arkası gelmedi. Sarıkamış sonrasında Osmanlı, Avrasya coğrafyasındaki genişleme şansını tümüyle yitirdi.

Osmanlı sınırlarını genişletmek bir yana, Osmanlı orduları kendilerini her cephede gerileyen ve küçülmeye karşı direnen bir konumda buldular. İmparatorluğun parçalanma süreci artık geri döndürülmesi olanaksız bir biçimde başlamıştı. Bu dönemde Mustafa Kemal ve İsmet İnönü de dâhil, tüm kurmay subaylar ve subaylar, ciddi bir travmaya uğradılar. Çanakkale Savaşı resmi Türk tarihinde cumhuriyetin ilanından sonra büyük bir ustalıkla Kurtuluş Savaşı anlatısına eklemlendi. Fakat aslında Çanakkale, Osmanlı’nın yayılmacı dış politikasının sonucuydu. Aynı şekilde İstanbul’un işgali ve sonrasında Yunan ordusunun Anadolu’ya çıkartma yapması, aynı yayılmacı siyasetin sonuçlarıydı.

Biz Türkiye’de işin bu tarafıyla hiç ilgilenmedik. Çünkü bunlar “birilerini rahatsız ediyordu”. Emperyalist güçlerin işgal ettiği Türkiye diskuru, Kurtuluş Savaşı anlatısının temelini oluşturmaktaydı. Fakat hiç kimse Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyal geçmişiyle yüzleşmek istemiyordu. Dahası, İTF dönemi yayılmacı ve Türkçü dış politika da fazla eleştirilmedi. Resmi cumhuriyet tarih anlatısı, sadece İttihatçıların A takımı ile olan mücadeleleri ekseninde onların “maceracılığını” ve “aşırı Alman hayranlığını” gündeme getiriyorlardı. Fakat bu magazinsel tarih çarpıtmasının dışında, bahsettiği türden emperyal geçmişle hesaplaşma, yayılmacılığı ele alan bir tarih eleştirisi vs. yoktu. 

Kemalistler “kurtarılabilen vatan toprakları bu kadardır!” diyordu. Bu vatan toprakları dışında kalan “vatan topraklarına karşı” sadece bir tür nostalji vardı, o kadar. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü, reel politiği Osmanlı’nın çöküşü sürecinde tatbiki olarak öğrenmek durumunda kalan bir subay sınıfına aittiler. Onlara göre daha fazlası “mümkün değildi”. Çünkü Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye, ne ekonomik olarak, ne de eldeki hammadde kaynakları itibarıyla, dışarıda genişleyecek imkânlara sahip değildi. Sahip olsaydı, tutumları farklı olabilirdi. Dolayısıyla, Lausanne üzerine inşa edilen devletle yetinme politikası izlediler. Hatay vakasında görüleceği üzere, barışçık yollarla genişleyebilme fırsatlarına ilgisiz kalmadılar. Fakat Musul ve Kerkük vakalarında görüldüğü gibi, güç kullanma gerektiği yerde frene basmayı tercih ettiler. Aynı şey 1945 sonrası Doğu Ege’deki Yunan adaları için de söz konusudur.

Türkiye’de Demokrat Parti’den (DP) itibaren, bu dış politika rotasında belli sapmalar oldu. Öncelikle İkinci Dünya Savaşı’nda tam bağımsızlık hedefli dış politika konseptini, çeşitli paktlarla ve atlaşmalardan sağlanan askeri güvenceyle değiştirdiler. İngiliz ve Fransızlarla anlaşarak, Türkiye’yi Almanya’ya karşı korumaya çalıştılar. Balkan Antantı gibi çok taraflı anlaşmalarla aynı yönde gayretlerde bulundular. Yani artık dış politikada tek başına hareket eden bir Ankara yoktu, çünkü bu güvenliği sağlamaya yetmiyordu. Türkiye çok zayıftı. İkinci Dünya Savaşı bitince Soğuk Savaş düzenine geçildi. Sovyetler önce Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması’nı uzatmama kararı aldı. Daha Ankara’nın tedirginliği geçmeden Marmara denizi, Çanakkale ve İstanbul boğazlarında üs talep etti. Ardından bir diplomatik nota ile Kars ve Ardahan gibi illerin Sovyetlere bırakılacak şekilde, Türk Sovyet sınırının yeniden düzenlenmesini teklif etti. Çember daralıyordu. Türkiye’de dünyanın en efektif ordularından biri olan Kızıl Ordu’ya direnebilecek güç yoktu. Bu dönemde Türkiye önce Truman Doktrini ve Marshall Planı’na dâhil edildi ve ABD korumasına girdi. Sonrasında Kore Savaşı’na asker göndererek rüştünü ispat etti ve NATO üyesi yapıldı. Artık cumhuriyetin ilk yıllarındaki tam bağımsızlık yaklaşımı, yerini tümüyle pakta bağımlı dış ve güvenlik politikalarına terk etmişti.

Türkiye Kıbrıs’ta ve sonrasında Ege’de, 1950’lerden itibaren kendi toprakları dışında bölgelere ilgi göstermeye başladı. Bilinçaltında kalan “eski topraklar” söylemi, artık dış politikada telaffuz bulmaya başlamıştı. Kıbrıs’ta ABD başkanı Johnson’ın meşhur Mektubu sonrasında, Türkiye ittifak dışı arayışlarını gündemine net olarak aldı. Sonrasında 1974 Kıbrıs Çıkartması ile bunu uygulamaya geçirdi ve başarılı oldu. Ankara istediğini almıştı. Kıbrıs’ı ikiye bölmeyi ve kuzeyde %40’a yaklaşan bir bölgeyi kontrolü altına alabilmişti. Bunun ardından, Ege’de karasuları, kıta sahanlığı ve egemenliği tartışmaya açılan ada, adacık ve kayalıklar talepleri ile çıtayı yükseltti.

1990’lara gelindiğinde, artık Sovyetler Birliği (SSCB) ortadan kalkmıştı. SSCB’den bağımsızlığını elde eden 15 cumhuriyetten 5 tanesi Türkî dil konuşan etnisitelerin çoğunlukta oldukları bölgelerdi. Bu dönem “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” söylemiyle, bağımsız dış politika ve bölgesel girişimler gündeme getirildi. Bu dönemde Avrupa Birliği’nden (AB) tam üyelik perspektifi alamayan Ankara, dış politikasında bu reddedilmişlikten gelen motivasyonla, birçok bölgesel projeyi uygulamaya koymaya çalıştı. Artık giderek pro-aktif olmaya çalışan bir ülke görünümündeydi. Erbakan’ın ve Milli Görüş ideolojisinin iktidarı görmesiyle beraber, İslam ülkeleri ile olan ilişkiler boyutu da bu genişletilmiş dış politika ilgi alanına dâhil edildi.

28 Şubat sürecinde AB’nin özellikle Kürtlerin konumuna ilişkin beklentilerinden dolayı, ciddi manada bir anti-AB yönelimi söz konusu oldu. Askerler, AB’nin “medeniyet projesini” destekleseler de, “özel koşulları gereği” bu demokrasi ölçütlerinin Türkiye için faydadan çok zarar getireceğine kani olmuşlardı. Türkiye laik kalmalı, ama dış politikada kendi “menfaatlerine göre” hareket etmeliydi.

Türk dış politika yapıcıları dış politikada ikili ve çoklu ilişkileri daima Sèvres Sendromu üzerinden okudular. Yakın bölge ile olan ilişkilerde, Osmanlı’dan kopan (onlara göre kopartılan!) coğrafya ile daima sorunlu ilişkiler kurdular. Yunanistan’la, Bulgaristan’la, Ermenistan’la, Irak ve Suriye ile daima ciddi gerginlikler, inişler ve çıkışlarla dolu bir dış politika izlendi. Türkiye içeride toprak kaybetme fobisiyle demokratikleşemezken, dışarıda eski topraklarda gözü olması, en azından o bölgelerde “belirleyici güç olma isteği” yüzünden, işbirliğini gerçekleştiremedi. Sürekli bir Osmanlıcı ve Türkçü üstten bakışla bu bölgeleri okudu. Yunan algısı, Bulgar algısı, Arap algısı, Ermeni algısı, dışarıda sürekli olumsuz bir hava estirdi. Osmanlı’nın çöktüğünü ve tarih sahnesinden çekildiğini kavramamakta ısrar eden, sorunlu bir psikoloji hâkim oldu, Türk dış politikasında. 1920’lerin ve 1930’ların ilk on yılları içerisinde daha yapıcı ve gerçekçi olan Türk dış politikası, Soğuk Savaş yıllarında nispeten bu dönemin koşulları içinde belli bir istikrara sahip olmuşken, 1990’lardan sonra, tamamen yeni yönelimlerle savrulmaya başladı. 2002-2010 dönemi içerisinde AB rotasıyla kurallandırılan dış politika davranışı, 2013 sonrasında Avrasyacı derin yapının AKP ile ittifaka girmesiyle beraber, son derece tehlikeli bir rota izlemeye başladı.

Bugün Suriye ve Libya’da cihatçılarla beraber çalışan, onların üzerinden vekâlet savaşlarına girişen bir Ankara var. Irak’ta da benzeri bir tutumla, PKK’yı gerekçe göstererek 1990’lardan bugüne etkili hale getirmeyi başardığı askeri gücünü kullanıyor. Suriye ve Irak’ta Kürtlerin bir topluluk olarak ciddi bir ölüm kalım savaşı verdiğini görüyoruz. Türkiye bu coğrafyalarda 1915-1923 arası izlenen etnik homojenleştirici motivasyonla hareket ediyor. Ege ve Doğu Akdeniz’de artık yayılmacı hedeflerine güç kullanarak ulaşmak istediğini, politik demeçlerde bile gizleme gereği duymayan siyasi karar alıcılar yönetiyor ülkeyi.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

10 YORUMLAR

  1. Yazar Herkül Millas´in son yazisini okusa iyi eder, Millas o yaziyi Türk ve Yunan milliyetcileri icin yazmis ama yazarimizin daha cok ihtiyaci var gibi. Zira Türk ve Yunan milliyetcilerinden bile daha heyecanli. Türk ve Yunan milliyetcilerinin hadi beklentileri var, yazarimizin heyecanini bi yere baglamak oldukca güc

  2. Türkiye emperyal bir ülkemi? Gercek emperyalistlerden bahset. Aci olan 11 kisinin öldügü, belli sayida tecavüz, yagma olan hadiseyi balli balli anlatirsin (200.000 kisi katilmis derin, orda delile gerek yok salla babam, 200 bin katilsa 11 kisi mi ölür?). 1 Milyon irak linin öldügü, Amerikan askerinin tecavüz ettigi, milletin kolunun bacaginin koptugu, evinden barkindan edilen milyonlarin oldugu, yakin tarih ve hala devam edenleri kinamassin. Cünki mesele sensin, passaportun alinmis. Yunanlilar, Rumlar, Ermeniler Melek, hicbirsey yapmamislar!!!! Osmanli en adi o yüzden 300-500 yil osmanlida yasayabilmisler. Sacmaliyorsun

  3. Evet Hiristiyan birligine karsi Islam birligi istiyoruz. Kürdistan diye hoplayip zipliyorsun. Batinin dikte ve dizayn edecegi Kürdistan istemiyoruz. Kendi icinden cikacaksa ayri. Osmanlidada Kürdistan bölgesi varmis. AB (Hiristiyan birligi) olunca legal, yayilmaci degil. Osmanli, Islam birligi, Arap birligi, Türk birligi olunca yayilmaci oluyor. Islam dünyasi ilerlemek ve güclenmek zorunda. Batida bohemligin icinde gerileyecek

  4. Yahudi zulmünü yapan kim? Israil neden Almanyada kurulmamis? Yahudilerin % 90 i Avrupa ve Rusyada yasiyordu (Sonradan ABD). Fransa, Belcika, Almanya, Polanya, Hollanda, Ingiltere, Macaristan… Yahudilerin yogun yasadigi ülkeler

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin