Aykırı akademisyen

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Eğer akademisyenseniz, hele de sosyal bilimciyseniz, gerçekleri konuşmak ve yazmak tehlikeli olabilir. Sosyal bilimlerde ilerlemenin en çok özgür ülkelerde gerçekleşmesi bu yüzdendir. Özgür olmayan bir ülkede doğa bilimlerinde veya tıpta her tür olumsuzluğa karşın yine de işinizi yapabilirsiniz. Ya da işinizi yapmanız rejimi rahatsız etmez. Fakat bir siyaset bilimci için durum bu kadar basit değildir. Olanı anlatmak, olanın neden ve nasıl olduğunu analiz etmek, olanla olması gereken normlar arasındaki farklılıkları konuşmak başınıza dert açar. Elbette bunları konuşmamayı seçerek kendinizi garanti altına almak olanaklıdır. Ama hem bunu yapıp hem de bilim insanı kimliğinizi koruyamazsınız.

Ben hiçbir zaman partileri veya kişileri desteklemedim. Fikirleri, politikaları ve hedefleri destekledim. Ölçütlerim oldukça basittir. Açık toplum, hukuk devleti, gücü sınırlandırılmış iktidar, anayasal güçler dengesi, temel insan hak ve özgürlükleri, azınlık hakları, denetlenebilirlik ve hesap verilebilirlik ilkeleri – evrensel özgürlükçü demokrasi olarak tanımlanan ölçütler. Bu değerleri hangi parti, siyasetçi ya da hareket desteklerse desteklesin, ben de destek çıktım. 2000’lerin başında bu değerler, Avrupa Birliği (AB) hedefiyle somutlaşmıştı ve birlikte anılıyordu. Çünkü AB bu değerler üzerine inşa edilmişti. Türkiye, Avrupa yolculuğunda daima AB manivelasını kullanarak demokratikleşti. Tıpkı Osmanlı’daki ilerleme motorunun dışarıdan, Avrupa’dan gelen baskılar olması gibi, İkinci Dünya Savaşı ertesi başlayan ve Soğuk Savaş dönemi boyunca süren çok partili parlamenter demokrasi oturtma çabalarında da Avrupa entegrasyonuna katılma hedefi Türkiye için en önemli motivasyon oldu. 2006’da Türkiye’ye döndüğümde, ülke AB ile tam üyelik müzakerelerine başlamıştı, Kürt sorununa demokratik çözüm için adımlar atmaktaydı, hukuk sistemini AB müktesebatına yaklaştırmakta ve insan hakları standartlarını yükseltmekteydi. Kopenhag Kriterlerini (AB demokrasi ölçütlerini) asgari düzeyde sağlamış bir ülkeydi. Kıbrıs’tan Ermenistan’a dış ilişkilerinde AB dış politikasına ve komşuluk politikalarına uygun hareket eden bir dış politikası vardı. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı ve Mavi Akım doğalgaz boru hattı gibi stratejik projelerin gerçekleşmesiyle ekonomi jeopolitiğinde de inanılmaz yol kat etmişti. İşte 2006 yılında, tam 15 yıl yaşadığım Almanya’dan ben bu Türkiye’ye geri dönmeye karar vermiştim. O günlerdeki Türkiye’nin şimdiki harabeyle hiçbir benzerliği yoktu.

Ben on yıla yakın süre çalıştığım Türkiye üniversitelerinde hep yukarıda saydığım değerleri anlattım, yukarıda bahsettiğim ilerlemelerin yönünün doğruluğundan bahsettim. Bu değerleri kucaklayan veya ilerlemelere yol açan politikalara karar veren başka bir parti, lider veya hareket olsaydı, onlara destek olurdum. Fakat sol eğilimli bir insan olarak, maalesef Türkiye solunun bu değerlere o dönemde gerektiği kadar sahip çıkmadığını gördüm. AKP dışındaki diğer güçlü partilerde de ciddi bir Avrupa şüpheciliği vardı. Askeri-bürokratik Kemalist “nomenklatura” ise 28 Şubat’tan beri açıkça AB standartlarında bir demokrasinin – özellikle de azınlık hakları mevzuunun – Türkiye’nin üniter yapısına ve toprak bütünlüğüne zararlı olduğunu savunmaktaydı. AB siyasetini seçen ve demokratikleşme politikalarıyla bastıran AKP için iş zordu. Fakat Türkiye halkı, 2002-2013 dönemleri arası AKP’ye bu açılımlardan dolayı önemli bir kredi verdi. Politik doğru yön, ekonomik gelişim ve istikrarı sağladıkça, bu destek daha fazla karşılık buldu. Liberaller, Kürtler, Azınlıklar, Aleviler, Romanlar gibi muhafazakâr ve İslamcı ideolojilerle yakın olmayan gruplar dahi, sırf bu doğru siyasetten dolayı AKP’ye destek oldular.

Ben de yukarıda saydığım değerler doğrultusunda hareket eden ve AB’ye tam üyelik için bastıran hükümeti destekledim.

Normal ülkelerde de bu iş böyledir. Düşüncelerinize ve önemsediğiniz önceliklere tekabül eden politikaları üreten partileri desteklersiniz. Oysa Türkiye çok kutuplaşmıştı. Bir düşünce veya idealin politik kararlarla hayata geçirilmesinden ziyade, o düşünce ve ideal yönünde kimin çalıştığı daha önemliydi.

2015 yılında Sabbatical araştırma yılım için Kanada’ya geldiğimde Türkiye’de gerilemenin bugün gelinen noktaya varabileceğini düşünmemiştim. 2006 ve 2015 yılları arasındaki zaman dilimini Türkiye akademisinde geçirmiş bir hoca olarak bir şeylerin ters gittiğini görmeye başlayalı çok olmuştu, 2015 yılında Kanada’ya geldiğimde. 2013’ten sonra süreç hızlanmış, sistemde otoriterleşme gözle görünür olmuştu. 2015’e gelindiğinde Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı yerlerde, köyleri, kasabaları, büyük kentlerin mahallelerini uzaktan ağır silahlarla bombalayan bir devlet vardı artık. 1990’ların şahin “askeri çözüm” politikalarına geri dönülmüştü. Aynı zamanda daha önce mesafe kat edilen ne kadar demokratikleşme başarısı varsa, tarumar olmuştu. İşte 2015’te Kanada’da ilk birkaç ayda olanlar böyleydi.

2016 Ocak ayında Barış Akademisyenleri’nin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirisine işte böyle bir ortamda imza attım. Artık aykırı bir akademisyendim. Türkiye’de Kürt sorunu birçok kesimin üzerinde mutabık olduğu ortak tabuydu. Ben sınırı aşmıştım. Artık istenmeyen adamdım.

Bildiri yayınlandıktan hemen sonra çok çalkantılı bir süreç başladı. O günlerin Türkiye’si 2013 Gezi Parkı olayları ve 17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının ardından ortaya çıkan Yeni Türkiye’ydi. Bu Türkiye’de artık ne AB’nin ve de demokratikleşmenin önemi kalmıştı. Dahası, büyük emeklerle sağlanan demokratikleşme ve insan hakları gelişmeleri de, tıpkı dönemin başbakanının oğluyla sıfırladığı paralar gibi sıfırlanmıştı.

İşin enteresan tarafı, yıllarca eleştirdiğim askeri-bürokratik vesayet sisteminin de yerinde artık yeller esmekteydi. Oysa – her türlü olumsuz etkisine karşın – askeri-bürokratik vesayet sistemi, sahip olduğu antidemokratik veto yetkisi nedeniyle sivil hükümetlere aşırı güçlenip sivil darbe yapma olanağı vermiyordu. 2013 yılı Aralık ayında, işte yürütme erki bu ortamda yargı erkini etkisiz hale getirdi ve onu kendine bağladı. Bu bir sivil darbeydi. Sadece biz bu düşük yoğunluklu darbeye adını henüz vermemiştik.

Barış Akademisyenleri bildirisinin bir imzacısı olarak hakkımda Türk Alman Üniversitesi’nde soruşturma başlatıldı. Rektör Halil Akkanat beni cep telefonumdan iki kez arayarak rica etti, imzamı geri çekmemi istedi. Elbette reddettim. Artık vatandaşı olduğum devleti iyice tanıyacağım süreç başlamıştı. Olması gerekenlerle olanların arasındaki pergelin her gün daha da açıldığına tanık olduğumuz günlerdi. Bana halefim olan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi dekanı soruşturma açtı. O engizisyon mahkemesi suçlamalarını andıran mektubu hala saklıyorum. Bu mektupta hainlikle, bölücülükle, terörizme destekle suçlanıyordum. O üniversitenin aynı fakültesinin eski dekanı ve senato üyesi olarak, buna tanık oluyordum. Hem de on bin kilometre ötede, Kanada’da.

Bu süreçte tehditler, gözdağları, ahlaksız pazarlık girişimleri, neler oldu, neler! İşte 15 Temmuz 2016’ya doğru giden süreçte, Kanada’daki Memorial University’de Türk Alman Üniversitesi hesabına resmi görevlendirmeyle çalışmakta olan ben, bu koşullarda bulunmaktaydım. Darbe girişiminin olduğu gün, üniversitemdeki ofisimde internet ve sosyal medyadan ülkemde olan olayları böyle bir ortamda endişe ve korkuyla izlemekteydim. Herkes gibi ben de tanıdığım meslektaşlarıma ve dostlarıma ne olduğunu soruyor, bilgi almaya çalışıyordum. Hayatı boyunca darbelerin her türlüsüne karşı çıkmış ve çok partili demokrasiyi savunmuş birisi olarak, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin bertaraf edilerek demokrasinin korunmasını umuyordum.

15 Temmuz darbesinin başarısızlığını umarken, Türkiye bu tarihte esasında bir sivil darbeye maruz kaldı. Darbe girişimini manivela olarak kullanan Erdoğan iktidarı, MHP ve Avrasyacı derin devlet unsurlarıyla anlaşarak Türkiye devletini tümüyle ele geçirdi. Zaten etkisizleştirilmiş ve yürütmeye bağlanmış olan yargının dışında, istihbarat, bürokrasi ve askeriye de tümüyle yürütmenin mutlak hâkimiyetine girdi. Bu, anayasanın öngördüğü karar alıcı-yönetici konumun ötesinde, bir parti devleti kuruluşuydu. Bu düpedüz anayasal rejim mimarisinin dışına çıkmaktı.

Bu tarihten itibaren artık her sosyal bilimcinin yapması gereken bu gerçekleri konuşmaktı. Ben de öyle yaptım. Darbe sonrası zulüm bir fırtınaya dönüştü ve önüne kim çıktıysa onu alaşağı etti. Daha önce el konmaya başlanan medya kuruluşlarına artık yüzlerce başka basın yayın kuruluşu, üniversite, okul, dernek, vakıf, şirket, banka vs. eklendi. 160,000 kamu personeli, 8,000 akademisyen, on binlerce yüksek ve orta düzey TSK ve Emniyet görevlisi vodvil suçlamalarla, yasalara aykırı Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) çerçevesinde ihraç edildi ve birçoğu cezaevine kondu. Türkiye devletinin tüm tarihinde görülmemiş çapta bir takibat ve cadı avıydı gerçekleşmekte olan.

İnsanlar susmayı seçti. Sadece küçük bir azınlık susmadı. Ben bu küçük azınlığın içindeydim. Türkiye’de kim konuştuysa içeri attılar. İnsanlar kurtuluşu Türkiye’den kaçmakta buldu. Binlerce rejim muhalifi ülkeyi yasal veya yasadışı yollarla terk etmeye mecbur kaldı. On binlerce KHK’lı da aynı şekilde nehri geçip özgürlüğe kaçtı. Kürtler, Gülen Cemaati’nden olanlar, solcular, Kemalistler, liberaller, muhafazakârlar – karışık ve kozmopolit bir sürgünde muhalefet oluştu.

Ben de – her ne kadar kendimi sürgünde hissetmesem de – rejimi eleştiren akademisyenlerden biri oldum. Ölçütlerim basitti. Bu yazının girişinde saydığım temel liberal-demokratik prensipler. Anayasal hukuk devleti, gücü sınırlandırılmış iktidar talebi, temel insan hak ve özgürlükleri, azınlık hakları, açık toplum, eşitlikler, vs. Hiç de bir akademisyeni “aykırı akademisyen” yapacak değerler olmasa da, işte ben.  Ailesiyle beraber pasaportları hukuksuzca iptal edilmiş, emeklilik primlerine ve maaşlarına çökülmüş, devletin resmi gazetesinde kendisine hain ve terörist destekçisi denmiş, listelenen birkaç yüz kişilik isimler arasında adı geçen!

Soran olursa demeyelim mi? Ne yapsaydım kardeşim? Bu olanlara göz mü yumsaydım? Hukuksuzluklar karşısında sussa mıydım? Haksızlıkları dile getirmese miydim? Doğru bildiklerimi anlatmasa mıydım? Ben de üç beş kuruş için tamah ederek kendimi “bana ekmek veren devletin elini ısırmamaya” mı ikna etseydim? Bahaneler mi bulsaydım? Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mı deseydim?

Esasında konu gayet basit! Ben pozisyonumu hiç değiştirmedim. 2006’da Türkiye’ye döndüğümde neyi savunduysam, bugün de aynını savunuyorum. Değişen devlet. Değişen toplum. Bunlar gerçekler. Gerçekleri konuşmayacaksam değer verdiğim bilimime de, kendi şahsiyetime de ihanet etmiş olurum. Ve hepsinden önemlisi, vicdanım addettiğim çocuklarımı hayal kırıklığına uğratırım. Eğer bunu yapmak beni aykırı akademisyen yapıyorsa, yapsın kardeşim! Onur beratıdır der geçerim.

Tarihin doğru yerinde olanlar ve dik duranlar her zaman bedel ödemiştir. Bence bu, alçak ve korkak olmaktan her zaman yeğdir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. “Özgür olmayan bir ülkede doğa bilimlerinde veya tıpta her tür olumsuzluğa karşın yine de işinizi yapabilirsiniz.” Maalesef bu pek mümkün değil hocam. KHK’lı iseniz ve de hakkınızda devam eden adli bir süreç varsa tüm kapılar yüzünüze kapanıyor. Uzmanı olduğunuz alanda özel sektörde dahi iş yapamıyorsunuz.
    Hele bir de cezaevinde iseniz, kendi alanınız ile ilgili bir şey yapmanız mümkün değil. Yabancı dildeki kitaplarınız, içerisinde notlar alınmış ve üzerleri çizilmiş diye size verilmiyor. Makale çıktıları ise fotokopi oldukları gerekçesiyle verilmiyor. Yani davulun sesi uzaktan hoş gelebilir ama öyle değil.
    Acıları yarıştırmak doğru olmadığından bir kıyaslama yapmayacağım. Biliyorsunuz, KHK ile ihraç olmak için siyasi bir görüş ifade etmenize gerek yok, fişlenmiş olmanız yeter. Yaptığınız yayınların, projelerin, mezun ettiğiniz doktora öğrencilerinin, aldığınız patentlerin, h-index değerinin … hiçbir önemi kalmıyor ‘FETÖ’ cü damgası yiyince.

  2. “”Soran olursa demeyelim mi? Ne yapsaydım kardeşim? Bu olanlara göz mü yumsaydım? Hukuksuzluklar karşısında sussa mıydım? Haksızlıkları dile getirmese miydim? Doğru bildiklerimi anlatmasa mıydım? Ben de üç beş kuruş için tamah ederek kendimi “bana ekmek veren devletin elini ısırmamaya” mı ikna etseydim? Bahaneler mi bulsaydım? Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mı deseydim?””

    Iste mesele bukadar basit ve sonuclari da okadar komplike. Inandigi hak dogrulari her sart altinda soyleyenler bin yasasin!

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin