Aşırılar ve azap çağı!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

“Acının fazlalığı ve neşenin fazlalığı sadece kısa bir zaman alır.

Tüm aşırılıklar insan kalbine karşı çıkıyor.”

Victor Hugo

Tabir benim değil. Victor Hugo’ya ait..

Şöyle başlamak daha doğru olacak sanırım:

2022 yılında, Victor Hugo’nun doğumunun 220. Yıldönümünü kutladık. 

Hem dünya hem Avrupa hem de Fransa’nın gözünde XIX. yüzyıla damgasını vurmuş kişilerden biri sayılan bu büyük insanın eserlerini hepimiz biliyoruz; ne ki “Bir İdam Mahkumunun Son

Günü” onun en az tanınan eserlerinin başında gelir. 

Hugo, 1829 yılında, daha yirmi yedi yaşındayken yazdığı bu kitabı, kendi adını kullanmadan

yayınlamıştır. 

Bunun sebebini ise çok sonra açıklamıştır. 

Kitabın yayınlanması belirli çevrelerde olumlu karşılanmıştır. Ancak Fransız Devrimi’nin üzerinden kırk yıl geçmiş olmasına karşın hâlâ devrim coşkusunu yaşayan çevrelerden gelen olumsuz tepkiler dikkat çekicidir. Bu değişik düşünceleri; kitabın yeni baskısında yer alan “oyun” bölümünde kişilerin ağzından ve 1832 yılında kitabın üçüncü baskısının başında yer alan önsözdeki açıklamalardan öğreniyoruz.

Fransa tarihine baktığımızda, 1829 yılında, tahtta X. Charles oturmaktaydı ve 1789 öncesine dönme yönündeki düşlerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Çevresine Cumhuriyet ve Napoléon karşıtı insanları toplamıştı. Fransız siyasal tarih literatüründe “aşırılar” adıyla anılan aşırı kralcıların egemen oldukları bir dönemdi bu. 

Hugo’nun bir diğer enfes nitelendirmesi de “Sel insanlar” tabiridir.

G. Flaubert “Saf Bir Kalp”te bu kavramı dramatik ironi olarak kullanır ve şöyle der:

“Toplumsal sınıflar arasındaki dengesizlik ve acımasızlık, sadece burjuva sınıfının alt sınıflara bakarken ki bulantı hissi tek sınıfa ait değildir. Alt sınıfların da benzer ve acımasız bir tavrı vardır!”

Victor Hugo bu kitabın ikinci baskısı için yazdığı önsözde (1830) uzun uzun üzerinde durduğu konu, Temmuz Devrimi’nin ardından, sorumlu tutulan bakanları bağışlatmak için idamın siyasal bir polemik haline getirilmesine karşı olduğunu belirtmek istemesidir.

Nitekim bu görüşlerini de liberal bir ortam içinde duyurabilmiştir.

Büyük bir devrimin üstünden henüz kırk yıl geçtiği halde, halk kitleleri, Napoléon zamanında olsun Napoléon sonrası dönemde olsun, aynı hırçın coşkularını sürdürmüşlerdir. Romanın içinde tam bir tarih bilgisi verilmese de, öykünün 1826-1828 yılları arasındaki bir zaman diliminde geçtiği göz önüne alınırsa bu devrimsel coşkunun izlenimini yorumlamamız daha da kolay olacaktır. 

Victor Hugo’nun romanlarında en sık kullandığı sözcük olan “sel” sıfatıyla ilk kez bu romanda karşılaşırız. Yazarın, zavallı, belirli yaşamsal imkanlardan yoksun, evrensel değerlere sahip olmayı umut eden ve yaşamın her ânından, rastlantı da olsa, bir şeyler bekleyen her çeşit insan için kullandığı bir sıfat, bir addır bu sözcük. 

Yazar, kitabın 1928 baskısında kendi ismiyle önsöze şöyle başlar: 

“Bu kitabın ortaya çıkış nedenini anlayabilmemiz için önümüzde iki seçenek var: Ya gerçekten sel bir adamın son düşüncelerini yazmış olduğu sararmış, düzensiz bir kâğıt tomarı söz konusudur ya da bu adam; bir insana, sanatın yararına doğayı inceleyen bir hayalpereste, bir filozofa, bir şaire rastlamıştır, kim bilir?”

Victor Hugo’nun her romanındaki başkahramanına baktığımızda, gerçekten karşımıza sel bir insan portresi çıkmaktadır; Notre Dame’ın Kamburu’nda, Ortaçağ dekoru içine yerleştirilmiş, duygusal bir saik içinde belirli duygulara erişmenin coşkusunu yaşayan, sel bir zangoç; Deniz İşçileri romanındaki gizemli Breton manzarası içindeki sel insanların yaşam savaşımları; “Gülen Adam”da on altıncı yüzyıl İngilteresi’nde arabesk sosyetenin içine girmiş, yüzünün deformasyona uğraması nedeniyle gülen bir suratı olan, ancak gönlünde acı dolu duygular taşıyan, sel ama farklı bir anlamda sel olan roman kahramanı ve onun çevresini saranlar; Doksan Üç romanında yer alan, Fransız Devrimi sırasında birbirleriyle çatışan sel insanlar ve yazarın en büyük romanı Seller’deki sel insanların öyküsü. Kısaca özetlersek, Victor Hugo’nun yapıtlarını hepsi sel insanlardan oluşan bir “İnsanlık Komedyası” olarak tanımlayabiliriz…

Victor Hugo’nun yazarken, gözlemlerinden sıkça yararlandığı; kanıtlar ve belgeler toplayarak bunları eserlerinde kullandığı edebiyat tarihçilerince söylenir; hatta her romanın yazılmasına neden olan bir örnek olayın varlığı da yadsınamaz. 

Her romanı gibi, “Bir idam mahkumunun son günü” de bir örnek olaydan yola çıkılarak yazıldığını, bir okur olarak hissetmemek imkansız gibidir. 

Hatta bu romanın örnek olayı için, Victor Hugo’nun Yaşamın Bir Tanığından adlı kitabındaki “İdam Sehpası” başlıklı metnin “spin off”u olarak da görebiliriz. 

Yazarın La Captive isimli şiirinde hayatında hiç gelmediği İzmir’i anlatışına bakılırsa, bizatihi şahit olduğu gerçek bir manzarayı dramatize ederken neler yapabileceğini tahmin edebiliyoruz elbette. 

Bir gün Victor Hugo, bir arkadaşı ile Paris sokaklarında gezinirken, bir meydanda toplanmış kalabalık  dikkatlerini çeker. Kalabalığa yaklaştıklarında, bir suçlunun infazının yapılmakta olduğunu görürler ve bu olayın ardından yazar, hemen oradan uzaklaşır.

Kuşkusuz böylesine acı bir görsel manzaranın, böylesi bir romana kaynaklık etmiş olması, bu eserin anlamını ve önemini artırıyor.

Yaşamını incelediğimizde Victor Hugo, idam gerçeğini daha yirmi yedi yaşındayken ve 1829 Fransası’nda kavradığını görürüz. 

Hugo, “Devrimlerin yok edemediği kaide” diye nitelendiriyor giyotini ya da örtülü olarak bunun altında yatan “idam”ı.

Fransa açısından bu cezanın yürürlükten kaldırılmasının, ancak 1981 yılında Sosyalist Parti iktidarında gerçekleştirildiğini de biliyoruz. Bu, kitabın yazılmasından 152 yıl sonra gerçekleşmiş bir olgudur. Ne yazık ki birçok ülkede bu uygulama sürmektedir. 

Doğal olarak, bunun siyasal ve etik yönleri de var. 

Toplumun düzenini sağlamak için bu cezayı, bir caydırıcılık öğesi olarak görenler de vardır. Victor Hugo, bu düşünceyi taşıyanlara daha 1830’lu yıllarda karşılık vermekte.

Cezayı verip insanı yok etmenin yerine, suçluları iyileştirmeyi öğütler Fransız yazar. 

Dahası yok etme gücünün ‘Tanrı’ya özgü olduğunu vurgular. Çünkü bu yok etme eyleminde bulunan insanoğlu, bunu yaparken içindeki nefret dolu duygularını boşaltmakta ve yabanıl bir tören için ortam yaratmakta ve onu süslemektedir. 

İşte Victor Hugo, insanoğlunun sebep olduğu bu vahşet sahnesini yıkmak ister zira uygar dünyada bu sahnenin yeri yoktur. Uygar insanoğlu bu vahşet gösterisine layık değildir ve onun hak ettiği konum da bu değildir. 

“Kitleler aptaldır” demiş Edward Barneys, nedense “zalimlik ve cahillik” meselelerine hiç girmemiş.  Hugo, aşırılık ile bilenmiş sel insanların bir toplumu selametli bir sahile taşıyamayacağını söyler. 

Bursaspor-Amedspor maçı öncesi ve esnasında yaşananlara bakınca bunları yazmak aklıma geldi dostlar. 

Böyleyken böyle işte…

NOT: Yazıyı yazarken Erhan Büyükakıncı’nın Can Yayınları edisyonundaki önsözünden ziyadesiyle istifade ettim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin