“Bediüzzaman, geçici dünyanın, güzellik ve cazibe ile dolu olsa da nihayetinde insan ruhunun daha derin arzularını tatmin etmekten aciz olduğunu vurgular.”
“Lacan, ulaşılamaz olanın peşinde koşmayı insan kimliğine içkin olarak görürken, Merhum Nursi bu özlemi ruha ilahi bir damga olarak görür.”
“Faniyim, fani olanı istemem.”
Bediüzzaman
M. NEDİM HAZAR | YORUM
(Dünden devam…)
İnsanlık tarihi boyunca, ölümsüzlüğe ve aşkınlığa duyulan özlem, insan bilincinin belirleyici bir özelliği olmuş. Antik mitlerden modern felsefeye, ebediyete duyulan bu özlem sanatı, edebiyatı, dini ve düşünceyi şekillendirmiş. Zannedersem insan bilincinin derinliklerinde dokunaklı bir özlem, sonsuzluğa duyulan ısrarlı olan bu hasret yatıyor. Kültürler, felsefeler ve sanatlar arasında bu özlem hem itici bir güç hem de varoluşsal bir sorgulama kaynağı. Lacan’ın psikanalitik “arzu nesnesi” kavramı ve Said Nursi’nin “Faniyim, fani olanı istemem” şeklindeki -bir tür- ruhani aforizması, geçici bir dünyadaki bu evrensel kalıcılık arayışına dair derin perspektifler sunmakta
Jacques Lacan’ın “objet petit a” kavramı – arzunun ulaşılamaz nesnesi – bu özlemi anlamak için zorlayıcı bir çerçeve sağlıyor. Lacan’a göre, insan arzusu içsel bir eksiklikle, sürekli doldurmaya çalıştığımız bir boşlukla işaretlenir. Kendisinin de belirttiği gibi: “Arzu ne tatmin iştahı ne de sevgi talebidir, ancak birincinin ikinciden çıkarılmasıyla ortaya çıkan farktır.”
Aslında bu nokta, Merhum Nursi’nin “Faniyim, fani olanı istemem” gözlemiyle derinden yankılanır. Nursi, sonlu varlıklarda bu sonsuz özlemin varlığının ölümlülüğün ötesinde bir şeye işaret ettiğini savunup şöyle der: “Bu dünyada bir dinlenme noktası, üzerinde durulacak bir temel olmadığına göre… yolculuk burada bitemez, devam etmelidir.”
Lacan’ın Arzu Nesnesi teorisi, insan arzusunun sürekli bir eksiklik etrafında yapılandırıldığını öne sürerken esasen “arzu nesnesi” elle tutulur bir varlık olmadığını, daha ziyade ulaşılamaz bir ideal olduğunu ve fakat her zaman ulaşılamayan, ancak sürekli olarak peşinden koşulan bir şey olduğunu vurgular. Lacan şöyle yazar: “Arzu, varlığın eksiklikle ilişkisidir. Bu eksiklik, tam anlamıyla varlığın eksikliğidir. Şunun ya da bunun eksikliği değil, varlığın var olduğu varlığın eksikliğidir.”
Lacan’ın çerçevelemesi, insanlık durumunun içsel bir eksiklikle, sonsuza olan özlemimizi körükleyen bir boşlukla tanımlandığını ortaya koymakta.
Lacan’a göre bu özlem genellikle sembolik biçimlerde kendini gösterir: İnanç, aşk, sanat ya da aşkınlık arayışı. Yine de arzunun en zorlayıcı nesneleri metafizik ve ebedi olanlardır. İlahi olan, filozof Charles Taylor’ın A Secular Age’de önerdiği gibi, “özlemin nihai kutbu, ufkun ötesindeki aşkın olan” haline gelir. Bu açıdan Lacan’ın teorisi, insan kalbinin sadece maddi tatminlerden daha fazlasını aradığı, ebedi anlamı arzuladığı fikriyle örtüşmekte.
20. Asrın beyin yapıcısı Bediüzzaman, bu nispeten eksik olan perspektifi tamamlayıcı ve ruhani bir bakış açısı sunmakta. “Faniyim; fani olanı istemem” sözü, fena olana bağlanmanın beyhudeliğinin altını çizmekte. Nursi, geçici dünyanın, güzellik ve cazibe ile dolu olsa da nihayetinde insan ruhunun daha derin arzularını tatmin etmekten aciz olduğunu vurgular. “Bütün arzular,” diye yazar Sözler’de; “nihayetinde Ebedi Sevgili’ye işaret eder.”
Bu düstur, dünyevi aşk ya da güzelliğin ilahi olanın bir gölgesi ya da yansıması olarak hizmet ettiği Platoncu düşünceye çok yakındır. Platon’un The Symposium‘da açıkladığı gibi, “Ona ilham veren güzelin aşkı, aynı zamanda ölümsüzlüğün aşkıdır.” Nursi’ye göre, ölümlülüğün kabulü umutsuzluğa bir davet değil, ebedi olana bir uyanıştır. Bu, kişinin arzularını gerçekten kalıcı olana, yani ilahi öze doğru yönlendirmesi için bir çağrıdır.
Orhan Veli’nin önceki yazımıza kaynaklık eden şiirinin ilk kısmını alıntılamanın tam yeridir burası:
“Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.”
Ölümlü olan ile ebedi olan arasındaki bu gerilim tarih boyunca filozofları, romancıları ve şairleri büyülemiş. Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt‘te sonsuzluk kavramına meydan okuyarak, insanların “ebedi tekerrür” kavramı aracılığıyla hayatın geçiciliğini onaylaması gerektiğini savunur. Nietzsche’nin kışkırtıcı iddiası, “Amor fati: Kader aşkı; benim aşkım bu olsun”, geçici olanı bir kusur olarak değil, varoluşun hayati bir yönü olarak kucaklamayı önerir.
Not: Bu “Amor Fati” kavramı çok mühim. Fırsatım olsa bunun üzerine de yazmak isterim.
Yine de Rainer Maria Rilke’nin şiirlerinde yansıtıldığı gibi, sonsuzluğa duyulan özlem devam etmektedir. Duino Ağıtları‘nda Rilke şöyle yazar: “Ah, ama o öteki aleme / yanımızda ne götürebiliriz? Burada yavaş yavaş öğrendiğimiz bakmayı değil.” Rilke dünyevi varoluşun sınırlarını kabul eder ama insan özlemini ebediyete uzanan bir köprü olarak çerçeveler.
Benzer şekilde, T.S. Eliot da Four Quartets‘te zaman ve sonsuzluğun birleştiği “dönen dünyanın durgun noktası”ndan bahseder. Okuyucuları zamansal dikkat dağınıklığını aşmaya çağırır ve “Sadece zaman aracılığıyla zaman fethedilir” gözleminde bulunur. Eliot’a göre insanın sonsuzluğa duyduğu özlem, ruhani kavrayışa ve kurtuluşa giden bir yoldur.
Arzu Paradoksu: Sonsuzlukta Doyum
Lacan’ın psikanalitik eksikliği ile Nursi’nin ilahi özlemi arasındaki gerilim, insan huzursuzluğunun ortak bir kabulünü ortaya koymakta. Lacan, ulaşılamaz olanın peşinde koşmayı insan kimliğine içkin olarak görürken, Nursi, bu özlemi ruha ilahi bir damga olarak görür. Benzer şekilde, şair William Blake de Auguries of Innocence‘da bu duyguyu yankılamaktadır: “Bir kum tanesinde bir dünya / Ve bir kır çiçeğinde bir cennet görmek.” Blake burada, sonsuzluğun sonlu olanın içine gömülü olduğu fikrini yakalar ve bizi şimdiki anın içindeki sonsuzluğu görmeye çağırır.
İlahiyatçı Paul Tillich -Tıpkı Bediüzzaman gibi- bu kavramı daha da genişleterek insanların “sonsuz bir özleme sahip sonlu varlıklar” olduğunu söyler. Tillich’e göre bu özlem, bu yaşamda tam olarak tatmin edilmek için değil, kendisinin ötesine, Tillich’in “Varlığın Temeli” olarak adlandırdığı nihai gerçekliğe doğru işaret etmek içindir.
Çağlar boyunca sonsuzluk özlemi, insan düşüncesini ve üreticiliğinin bir araya getiren bir anlatı ipliğidir. Şairin ilahi olanla ebedi birliğe doğru yolculuk ettiği Dante’nin İlahi Komedya‘sından, ıssızlığın ortasında umuda işaret eden Cormac McCarthy’nin Yol‘u gibi çağdaş eserlere kadar, bu özlem insan varlığını tanımlar ve zenginleştirir. Viktor Frankl ‘ın İnsanın Anlam Arayışı’nda gözlemlediği gibi, “İnsanın aslında ihtiyaç duyduğu şey gerilimsiz bir durum değil, daha ziyade değerli bir amaç, özgürce seçilmiş bir görev için çabalamak ve mücadele etmektir.”
O halde sonsuzluk özlemi bir kusur ya da başarısızlık değil, insanlığın ruhani ve varoluşsal arayışının belirleyici bir özelliğidir. Bu, sonlu olmanın ama sonsuza özlem duymanın paradoksudur; insan yaşamını güzellik, ilham ve anlamla zenginleştiren bir paradoks!
Şairler ise uzun zamandır ölümlü varoluş ile ebedi özlem arasındaki bu gerilimle boğuşmaktadır. Misal; Rainer Maria Rilke bunu güçlü bir şekilde ifade ettiğini yukarıda belirttik. Benzer şekilde, William Wordsworth:
“…çok daha derinden karışmış bir şey,
Kimin evi batan güneşlerin ışığıdır,
Ve yuvarlak okyanus ve canlı hava,
Ve mavi gökyüzünde ve insanın zihninde.” Mısralarıyla son derece beliğ bir şekilde ifade eder.
Öte yandan Martin Heidegger bu özlemi insanın dünya-içinde-varoluşunun temeli olarak görmüştür. İnsan varoluşunun (Dasein) (ölüme doğru olma) ile karakterize edildiğini ve aynı zamanda aşkınlığa ulaştığını ileri sürmüştür. Yazdığı gibi: “İnsan, Varlığı anlayan ve bu anlayış içinde var olan varlıktır.”
Emmanuel Levinas ise bunu daha da ileri götürerek sonsuzluk özlemimizin ‘Öteki’yle karşılaşma yoluyla uyandığını öne sürer: “Sonsuzluk fikri… dışarıda kendisini sınırlayan hiçbir şeyle karşılaşmayan bir varlığın durumunu yansıtmak için bir öznellik tarafından uydurulmuş tesadüfi bir kavram değildir.”
İşin felsefi olduğu kadar psikolojik boyutunun olacağını elbette başkuramcımız Lacan’dan biliyoruz. Nitekim neredeyse çağdaş psikoloji bu ebedi özlem üzerine ilginç perspektifler sunar. Dehşet Yönetimi Teorisi, ölümlülük bilincinin insan kültürünün ve başarısının çoğunu yönlendirdiğini öne sürer. Ernest Becker’in “The Denial of Death” adlı kitabında: “İnsanın doğal ve kaçınılmaz dürtüsü olan ölümlülüğü inkâr etme ve kahramanca bir öz imaja ulaşma arzusu, insan kötülüğünün temel nedenleridir.” Der.
Gelelim en bayıldığım alan olan edebiyata…
Edebiyatta bu tema tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. Jorge Luis Borges, “sonsuz kütüphaneler ve ebedi dönüşler” kavramıyla bu konuyu irdeler. Marcel Proust’un anıtsal eseri “Kayıp Zamanın İzinde”, hafıza ve sanat yoluyla ölümsüzlüğe ulaşma çabası olarak okunabilir. Keza Virginia Woolf “Deniz Fenerine” adlı eserinde bu özlemi çok güzel bir şekilde dile getirir: “Hayatın anlamı nedir? Hepsi bu kadar basit bir soruydu; yıllar geçtikçe insanı içine çeken bir soru… Büyük vahiy belki de hiç gelmedi. Bunun yerine küçük günlük mucizeler, aydınlatmalar, karanlıkta beklenmedik bir şekilde çakan kibritler vardı.”
Biliyorum; günlük bir makale için belki çok ağır mevzular bunlar. Ancak daha önce de bahsini ettiğim gibi, gündemin sığ sularında beyhude çırpınmak canımı acıtıyor.
Ve bitiriyorum:
Lacan’ın “arzu nesnesini” ve Said Nursi’nin ruhani felsefesini keşfederken, derin bir gerçekle karşılaşıyoruz: insan özlemi sadece psikolojik veya ruhani bir olgu değil, fani olanla ebedi olan arasında bir köprü de. İster sanat ister felsefe, isterse inanç yoluyla olsun, insanlık geçici olanın ötesinde yatanı aramaya devam etmekte ve kalbin en derin özleminin sonsuz olana yönelik olduğunu teyit etmekte. Hey gidi koca Rumi’nin güzel bir şekilde ifade ettiği gibi, “Ruh o çimenlere uzandığında, / dünya hakkında konuşulamayacak kadar doludur. / Fikirler, dil, hatta birbirini ifade etmek / hiçbir anlam ifade etmez.”
Bu sessizlikte belki de sonsuzluğa en yakın bakış yatmakta.
Ezcümle: İnsanın sonsuzluk özlemi, bilinç ve sonluluğun kesiştiği noktada var gibi görünüyor. Hem yük hem de nimet olarak tezahür ediyor. Ve belki de en büyük başarılarımızı yönlendirirken aynı zamanda en derin endişelerimize de neden olduğunun farkında bile olmuyoruz! Belki de gerçek önemi yerine getirilmesinde değil, Kant’ın “düzenleyici ideal” olarak adlandırdığı işlevinde yatmakta: “Asla tam olarak ulaşılamasa bile insan varoluşunu yönlendiren ve ona rehberlik eden bir şey.
T.S. Eliot’ın “Four Quartets”te teklif ettiği gibi:
“Keşiften vazgeçmeyeceğiz.
Ve tüm keşiflerimizin sonu.
Başladığımız yere varmak olacak
Ve o yeri ilk kez tanıyın.”
Bu ebedi özlem ve fıtri hasret, geçici varoluş içinde potansiyel olarak asla tatmin edilmese de insan bilincini ve kültürünü derin şekillerde şekillendirmeye devam ediyor ve edecek. Üstelik en derin yaramız ve belki de en büyük armağanımız olarak hem de…
Bizi insan yapan şey de bu olsa gerek!
Oldukça ağır ve her zihnin kolayca analiz edemeyeceği anlatımlar.Aynı fikri kendi cümleleri ile anlatan yazarların cümlelerini aktüel yazılarına destek yapmak.
Evet, bu anlatımların hepsinde ruhun Sahibine bağlanışı yatmakta. Sonsuzluk ,ölümlü bedenlerin sırrına erebileceği bir mefhum değil. Yani ruhun yapısında olan bilgi.Ruhu fark edebilmek ise günümüz dünyasının madde ve çıkarcılık düşkünlüğünde büyük bir zorluk.
Yazılarınızı hazmetmek her okuyucunun harcı değil.Fakat hakikat bu.