Anahtar

Nedim Hazar

Umut bitmeyen bir bahardır inanan için. 

Beslendiği kaynak o kadar derine inip, saf kaynaktan beslenir ki, ufuk meyvesini verir. Umut, bulunduğu alanın karanlığına, çamuruna, sertliğine ve aşağılarda oluşuna bakmaz. 

Umudun mikyası ufuktur. Ufuk ile arasındaki mesafe ne kadar uzunsa, bahçesi o kadar geniş, rayihadar ve rengarenktir. Derinliğiniz kadar yükselebilirsiniz nihayetinde. 

“Ruh ufuksuz yaşamaz” der merhum Yahya Kemal. Biri aşkı, diğeri vuslat iklimini temsil eder. Umutsuz idrak, muhtevasından uzaklaşır, sapa yollara vurur kendini, malayaniyatla uğraşır ve – işin fenası – bir şey yaptığını zanneder; kendi kendini kandırır. 

Ufuksuzluk ise kopukluktur, can çekişir ruh ve bir süre sonra oksitlenip, ışığını kaybeder. Bir tür karbonlaşmadır bu. Maneviyat muhtevası olmayanın her uğraşı kısırdır, dünyevîdir, boş teselli peşinde koşup durur. 

Umut semayı görmese bile kutup yıldızıyla hem/dem olur. Ufuk ise zaten ona tabidir. Bütün yıldızlar ona yönelir, onun yörüngesinde dönerler. Her ikisini birbirine bağlayan yegâne iksirdir dert. 

Dert varsa hüzün vardır ve hüzün umudu besler bitmeyen bir sabırla. 

Çilesizlere acınır ancak… Amansızlık ve insafsızlık istediği kadar dirensin ve abansın, yenemez dertle demlenen hüznün beslediği umutları. Çiselenen hüzün yanıltmaz ufuksuz olmayanları. Umut için mevsim yoktur, her iklimin solunan havası, beklenen yağışıdır. Umudun aşılandığı fideler ufka erişir ancak. Hazret-i Bediüzzaman, “Ümidim kavidir ki, çok ma’sûmların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden “ay”, “vay” ve “ah”lar rahmetli bir bulut teşkil edecektir” buyuruyor. 

Anlıyoruz ki, çile bir gebelik halidir ve illa ki meyve verecektir. 

Yorgunluk? 

Elbette… 

Uyku? 

Neden olmasın?.. 

Bağbozumu, soluk renkler, işitilen tamtamlar… Umut ulaştığı kaynağa daha sıkı yapışmalıdır. 

Bir gözden geçirme, rapor alma dönemine girer ruh. Ufukla bütünlüğünü gözden geçirir, hasar tespit raporu çıkarır. Recâ payandalı korkular birer birer elenir,  büyük bir koşuya hazırlanan küheylanlar gibi heyecanla yerinde duramaz. Bilen bilir bu ruhanî ürpertiyi. İnsan bazen görünür hale gelen bu iç/dış olma durumundan kendi bile ürkecek olur! 

Geçtiğimiz gün bir vesile ile Spike Lee’nin Malcolm X filmini tekrar izledim. Şöyle diyordu hapishanedeki Müslüman arkadaşı Baines: “İslam’ın anahtarı itaattir… Bu yüzden günde beş defa Mekke’ye döner, diz çöküp, boyun eğeriz. Kaybolup yolu bulan diz çökmeli.” Ve ekliyordu: “Bu, dünyanın en zor işidir.” Ruhu, beklenen kıvama gelen Malcolm X ise yolu görüp girememenin tedirginliği ile: “Bunun yapamam, çünkü ne diyeceğimi bilemiyorum” şeklinde cevap verince, “Daha önce hiç diz çöktün mü Malcolm?” diye soruyordu Baines. 

Cevap şu: “Evet, birinin evini soymak için kilidi açarken.” Buna karşı gelen cümledeki muhteşemliğe bakar mısınız: “Allah’a bunu söyle. Günah için yerlerde sürünüyorsun da, ruhunu kurtarmak için yapamaz mısın?..”

Malcolm X’i tam teslim alan final cümlesi ise şuydu: 

“Kilidi aç Malcolm!”

Tek tek yazmaya gerek yok. Yazanlar yazıyor. Birinden kaçsak diğerine yakalanıyoruz zaten. Fenalıklar, fesatlar, kin, öfke, nefret almış başını gidiyor. Bir kir yumağına dönen memleket ve dünya, öylesine kördüğüm oluyor, öylesine birbirine dolanıyor ki, çözmek, açmak çok zor. İçinde bulunduğumuz rahmet iklimi ise bu zor zamanlar için tabire caizse bir tür ‘bonus’ imkanı. 

İşte sizi tüm zamanların, tüm kapılarını açabilecek muazzam bir anahtar destesi: Hüzün, umut ve ufuk…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin