YORUM | YAVUZ ALTUN
31 Mart seçimlerinden hemen sonra, sonuçlar az çok belli olmuşken, Cumhurbaşkanı Erdoğan balkona tek başına çıktı ve “Seçmene kendimizi yeterince anlatamadık,” dedi. Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) raporuna göre medyanın yaklaşık yüzde 95’ini etkisi altında tutan, hemen her konuşması TV kanallarında uzun uzun, canlı yayınlanan Erdoğan, gerçekten halka kendini anlatamadığını düşünüyor olabilir miydi?
AKP’nin 2002 ile 2007 arasındaki ilk hükümet döneminde yaşadıkları, ona bir “yandaş medya” inşa etmesi yönünde ciddi bir telkin olmuştu. Star Gazetesi, Cem Uzan’dan alınıp TMSF eliyle pazara çıktığında, Erdoğan’a yakın iş adamları hemen bu gazeteyi satın alacaktı. Ardından Ahmet Çalık, nam-ı diğer “bizim Çalık”, Sabah-ATV grubunu devraldı.
Alper Görmüş yıllar evvel, bu hamleyi şöyle değerlendirecekti:
“Aslına bakarsanız, 2003-2004’ten sonra eski yekpare medya bloku yarılmasaydı, Ergenekon ve darbe davalarını yürütmek de mümkün olmayacaktı. Bu blok öyle büyük bir terör yaratacaktı ki, ona rağmen bir adım atmak hemen hemen imkânsız hale gelecekti. Ve yine aslına bakarsanız, eski medya yapısıyla birlikte AK Parti de varlığını sürdüremez, bu blokun yaratacağı akıntıda boğulur kalırdı. Kanaatimce AK Parti ve Tayyip Erdoğan, bu gerçeği gördükleri için kendilerine yakın yeni bir medya blokunun doğmasının önünü açtı, bu gelişmeye destek verdi.”
Milli Görüş gömleğini çıkardığını ilân eden ve “vallahi de demokratım, billahi de tek amacım AB üyeliği” şeklinde bir politika belirleyen AKP’nin ilk yılları çoğunlukla bu meşruiyet arayışıyla geçti: Çok iyi işler yapıyoruz fakat kendimizi iyi anlatamıyoruz.
Ve fakat buna rağmen üç seçim üst üste yüzde 50 barajını zorlayan bir AKP, artık herkese derdini anlatmak mecburiyetinde “zayıf karakterli” bir iktidar değildi. “Milli irade” nasılsa yanındaydı, geriye kalan kimseler de bir zahmet “kusura bakmasın”dı.
GÜN GELDİ KENDİMİZİ ANLATMAK ZORUNDA KALDIK
Ama hayat her zaman durduğu yerde durmuyor. Yine gün geliyor, kendinizi anlatmak zorunda kalıyorsunuz. Geçen hafta başlatılan kuzeydoğu Suriye harekâtı, yahut resmî adıyla Barış Pınarı Operasyonu (BPO), iktidar cenahının naifçe inanmış taraftarlarında benzer bir hissiyatı körükledi: “Yahu dünya âlem nasıl görmüyor bizim burada dibine kadar haklı olduğumuzu?” demeye başladılar.
Şöyle bir düşünelim neden acaba?
Halbuki Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesinden bu yana Türkiye Hükümeti ile sıkı fıkı ilişkileri olan Washington Post gazetesi operasyonla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaverlerinden Fahrettin Altun’un yazısına yer verdi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu daha geçen gün New York Times’ta bir yorum yazısı yazdı. Batılı medya, Erdoğan’ın çevresinde İngilizce bilen hemen herkesi bir şekilde yayına çıkarma derdinde. Türkiye’nin tezleri, en yüksek perdeden işleniyor.
Yurt içinde ise Süleyman Soylu kanunları geçerli. Operasyona “işgal” hatta “savaş” diyen sosyal medya kullanıcıları bile şafak operasyonlarıyla gözaltına alınıyor. En son açıklanan rakama göre 500 kişiyle ilgili işlem yapılmış, 121 kişinin kapısını polisler çalmış.
Gelgelelim, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı bile operasyonla ilgili şu sözleri söylemekten çekinmedi:
“Daha önce de söyledim 1974’te biz adına Barış Harekatı desek de bu bir savaştı ve akan da kandı. Şimdi Barış Pınarı desek de akan su değil kandır. Bu nedenle bir an önce diyalog ve diplomasinin devreye girmesi en büyük dileğimdir.”
Bugünün 1974’le tek benzerliği, harekâtının adındaki Barış ifadesi değil elbette. Türkiye, tıpkı o günlerde olduğu gibi dünyada yalnız kalmış durumda. Kahire’de toplanan Arap Birliği geçtiğimiz günlerde bu harekâtı “Arap ülkesinin işgali ve egemenliğine saldırı” olarak niteledi. Türkiye’nin bölgedeki yakın müttefiklerinden İran, sınırda kimseye haber vermeden bir askerî tatbikat düzenledikten sonra, Suriye rejimi ile Ankara arasında görüşmelerin başlaması gerektiği çağrısı yaptı.
ADI TERÖRLE MÜCADELE OLUNCA NE OLUYOR?
Evet, bu bir savaş. Kendini daha ilk günden hatırlatan bir savaş üstelik. Türkiye tarafına atılan havan mermisi, 9 aylık Muhammed isimli bir bebeğin ölümüne yol açtı. Sınırın öte tarafında onlarca sivilin öldüğü haberleri basına yansıdı. Daha ilk günde binlerce insanın yerleşim yerlerini terk ettiği bilgisi geldi. Tel Abyad’da bir Kürt politikacı dâhil 9 sivilin yolda Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) militanlarınca durdurulup infaz edildiğini öğrendik.
Erdoğan ve ekibi, “Kürtlerle bir alıp veremediğimiz yok, terörle mücadele ediyoruz” dese de, ülke içinde kabaran Kürt düşmanlığı, bu sözünün altını oyuyor adeta. Temmuz ayında Kürdistan atkısı giyen turistlere Trabzon’da linç girişimi olmuştu hatırlarsanız. Üstelik saldıranlar değil, Kürt turistler gözaltına alındı ve sonra da sınırdışı edildiler. Daha yeni, 19 yaşındaki bir genç, Kürtçe konuştuğu için dayak yedi ve 50 günlük hayat mücadelesinin sonunda hastanede hayatını kaybetti. 6 Ekim’de Sarıyer’de bir Amedspor taraftarı tribünde saldırıya uğradı.
Bu linç edenler, dayak atanlar, saldıranlar acaba “münferit” mi? Kendiliğinden mi oluştu bu atmosfer?
Bunun adının “savaş” değil de, “terörle mücadele” olduğunu vurgulayıp durduğunuzda, toplumdaki Kürt nefretini, azıcık da olsa itiraz edenlere “vatan hainleri” gözüyle bakma refleksini körüklediğinizi fark etmiyor musunuz?
Erdoğan’la ikili ilişkilerinin ne kadar iyi olduğunu her defasında dile getiren ABD Başkanı Donald Trump bile meseleyi “Türklerle Kürtlerin savaşı” olarak adlandırıyor. Türkiye’deki Kürtlerin yarısından çoğunun oyunu alan, Meclis’teki üçüncü büyük parti HDP’yi “terör partisi” olarak nitelendirdiğinizde, milletvekillerini hapse attığınızda, bunu siyaseten bir silah gibi kullanıp canınızı sıkan herkese namluyu çevirdiğinizde, algılarla ilgili yapacak da pek bir şeyiniz kalmıyor.
“IŞİD’le en büyük mücadeleyi biz veriyoruz,” diyorsunuz mesela, ama bir bakmışsınız 14 yaşındayken IŞİD tarafından kaçırılan Ezidî bir kadın, abisinin ısrarcı iz sürmesi sonucu, Ankara’da bir karakolun iki sokak aşağısındaki IŞİD’in hücre evinde ortaya çıkıyor.
“Bölgeye huzur getireceğiz,” diyorsunuz, fakat Suriye’nin kuzeyinde yarın bir gün birbirine komşu olacağını varsaydığınız Özgür Suriye Ordusu militanları ile Kürt silahlı birlikleri savaştırıyorsunuz. Bu düşmanlığın bir ucunun Türkiye’ye de dokunacağını hiç hesaba katmıyorsunuz.
KENDİSİ KOCA BİR ALGIYA DÖNÜŞMÜŞ İKTİDAR
Yani aslında sorun algılarda değil de, bizatihi sizde olabilir. Bunu kabullenmek zordur. Dünya meselelerini on yıllardır hamasî bir prizmadan süzerek Türk medyasına aktaran “usta kalemler” ve popülist politikacılar, kendi halklarının algılarıyla oynamaktan benzersiz bir keyif alıyorlar çünkü. Birazcık gözünüzü açtığınızda, “Yahu dünya neden bizim çıkarlarımızın aksine hareket ediyor ki?” gibi abuk bir soru sormaya başlıyorsunuz.
Şu anda en büyük problemimiz, iç ve dış politikada Erdoğan iktidarının elinde tek kalan şeyin algılar olması. Hatta bizatihi iktidarın kendisi devasa bir algıya dönüşmüş durumda. “Yıkılmadık, ayaktayız” mesajı vermek için her şey yapılıyor. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin dün basına yansıyan fotoğraflarına bakıp da üzülmemek elde mi? Ama işte bir oyunun parçasına dönüşmüş her şey.
Türkiye’nin on yıllık, yirmi yıllık, elli yıllık planlarının olmaması, konjonktürel ve günlük çözümlerle yoluna devam etmesi, en çok da “Biz bu ülkenin gerçek sahipleriyiz” diyenleri endişelendirmeli oysa. Yarın bir gün Kuzey Kore gibi devasa bir simülasyonun içinde yaşamayı hayal etmiyorlarsa, uzun vadede dünyadan soyutlanmanın, hem kendi çıkarları hem de gelecek nesilleri için beş kuruş faydası olmadığını hatırlamalılar.
“Ne birisi, hepisi hepisi”… Hani demiş ya bizi Karadeniz uşağı, radyodan ters yola giren bir sürücünün uyarıldığını duyduğunda… İşte durum aynen öyle; bütün dünya yanlış yolda, bir tek biz doğruyuz; hem de her konuda.