AİHM’in Gülen Hareketi mensubu mağdurlara karşı duyarsızlığı [Mehmet Nedim Yılmaz]

17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları, demokratik, liberal ve batı yönlü politikaları nedeniyle Gülen hareketinin açık desteğini alan ve bu destekten memnun gözüken AKP Hükümeti ve Erdoğan’ın, Cemaatle esasında kavgalı olduğu gün yüzüne çıkardı.

Bu tarihten itibaren Erdoğan ve Hükümet, Gülen hareketine karşı bir şeytanlaştırma süreci başlattı. Bu kampanya kapsamında cemaat, Hükümet tarafından önce “paralel devlet yapılanması” ve daha sonra “terör örgütü” olarak lanse edildi. “Paralel devlet yapılanması” suçlamasının hukuki bir temeli ve karşılığı yoktu. Soyut Milli Güvenlik Kurulu kararlarının ise doğrudan hukuki bir etkisi bulunmuyordu.

Ancak, KCK, Ergenekon, Balyoz ve askeri casusluk soruşturmalarından cemaatin sorumlu olduğu yönünde kamuoyu algısı oluşturulmuştu. 2013 yılına geldiğimizde, ayrılıkçı Kürtler, ulusalcılar, solcular ve askerler tarafından tartışmalı operasyonlar nedeniyle Gülen hareketi günah keçisi ilan edilmişti. Cemaat milliyetçiler tarafından zaten pek sevilmezdi. Dolayısıyla siyasi muhalefet topluca cemaatin karşısındaydı.

17-25 Aralık sonrasında AKP Hükümeti Gülen hareketi aleyhine bir itibarsızlaştırılma kampanyası başlattı. Çoğunluğun temsilcisi olan AKP ülkeyi on yıldan fazla bir süredir aralıksız yönetiyordu.

İtibarsızlaştırma süreci devam ederken cemaatten olduğu düşünülen bürokratlar önemli kadrolardan sürüldü ve tutuklandı. Hareketle irtibatlı sayılan kurumlar, medya kuruluşları, eğitim kurumları ve işadamları dernekleri büyük bir baskıyla yıpratıldı ve daha sonra darbe girişimi bahanesiyle tüm bu kurumlar kapatıldı.  Önceden belirlenmiş bir program çerçevesinde Gülen hareketine karşı bir tenkil projesinin hayata geçirildiği sonradan anlaşılacaktı.

15 Temmuz başarısız darbe girişiminden hemen sonra AKP Hükümeti ve Erdoğan sorumluluğu cemaatin üzerine yıktı. Böylelikle, olağan hukuk düzeninde önemli aksaklıklarla karşılaşan Gülen hareketinin bitirilmesi projesi, olağanüstü hâl ilanıyla birlikte tekrar alevlendi. Kamuda görevli cemaat üyeleri, sempatizanları ve öyle oldukları düşünülenler tasfiye edildi. Tasfiye listelerinin önceden hazırlandığında şüphe yoktu. Uygulanan cadı avına siyasetçiler ve toplum maalesef tam destek verdi.

Sonuç olarak Gülen hareketi şeytanlaştırıldı ve nefret objesi haline getirildi. Cemaat’e yakın duran medya önceden yok edildiğinden, hareketin temsilcileri ve gönüllüleri kamuoyu nezdinde kendilerini ifade edecek mecra bulamadı. Hareketle bağlantılı sosyal medya araçları dahi yasaklandı. Yurtdışından faaliyet gösterenler ise yetkili iletilişim kurumlarınca tamamen erişime engellendi.  Binin üzerinde sosyal medya hesabı da aynı şekilde erişime kapatıldı.

Tüm bunlar yaşanırken, Türkiye’deki siyasetçiler, akademisyenler, kanaat önderleri, fikir adamları ve yazarların büyük çoğunluğu Erdoğan’ın toplumsal soykırım projesine gönüllü veya bilinçsiz şekilde destek verdiler ve toplum sağduyusu yok oldu. Darbe girişimini müteakip toplu görevden almalara ve gözaltılara tepki çok az oldu, hatta yoğun işkencenin varlığını gözler önüne seren görüntü ve fotoğraflara bile kayıtsız kalındı.

Bırakın işkence veya tehdit altında alınmış olmasını, avukat eşliğinde alınmayan ifadelerin bile hukuken geçersiz olduğunu tüm hukukçular bilirdi. Buna rağmen, usulüne uygun bir süreç işletilmeden temel haklar ihlal ederek işkence altında alınan ifadeler TVlerde, gazetelerde ve dergilerde mütemadiyen yayınlanarak şüpheliler peşinen suçlu ilan edildi.

Halk karşıt herhangi bir görüşün dile getirilemediği OHAL düzeni altında Erdoğan rejiminin Gülen hareketi aleyhine tek taraflı ve nefret dolu propagandasına inandırıldı. OHAL yetkilerinden istifadeyle çıkarılan ve Meclis onayına sunulmayan kanun hükmünde kararnamelerle binlerce hukuksuzluk icra edildi.

Ağır insan hakları ihlalleri ve oldukça tartışmalı birçok hukuki işlem sıradan uygulamalar haline geldi. En temel insan hakları hiçe sayıldı ve bunların ihlali sistematik hale getirildi.

Tüm bu hukuksuzlukların ardında temel bir amaç yatıyordu: Gülen hareketini terör örgütü ilan etmek. Onbinlerce asker ve polisin keza yüzbinlerce sivil memurun tasfiye edilmesine rağmen, baskı dolu bu süreçte kolluk kuvvetlerine karşı hiçbir şiddet olayının vuku bulmaması terör örgütü iddialarını tamamen temelsiz bırakıyordu.

AİHM’in İlgili Kararlarındaki Eksiklikler

Tüm bunlar yaşanırken, OHAL tedbirlerine ilişkin Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin memorandumu ve Venedik Komisyonu’nun görüşleri Türkiye’de yaşanan hukuksuzluğu ve ağır hukuka aykırılıkları not etti. Ayrıca, insan hakları alanında faaliyet gösteren birçok ünlü uluslararası sivil toplum örgütleri de raporlarında yaşanan dramı gözler önüne serdi.

Bu gelişmelerle birlikte binlerce mağdur, son çare olarak gördükleri AİHM’in vereceği kararı bekliyordu. Maalesef AİHM, 29 Kasım 2016 tarihinde aldığı Zihni kararında, başvuruyu skandal bir şekilde reddetti. Darbe girişimi sonrası çıkarılan ilk düzenleme olan 667 sayılı KHK’da idareye kamu görevlilerini ihraç yetkisi tanınmıştı. Ancak ihraç işlemlerinin tamamen hukuktan yoksun olduğunu bilen Hükümet şeytani bir kurnazlıkla, bu şekilde ihraç işlemlerinin idari yargı veya Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmemesi için yargının tamamen yetkisiz olduğu KHK ile ihraç metodunu keşfetti. Bu bilinçli tercih hukuk devletinin rafa kaldırılması demekti.

Yerel koşulları çok iyi bilmesine rağmen AİHM, yalnızca idari yargı yolunun erişilebilir olduğuna dikkat çekmek için başvurucunun durumuyla doğrudan alakası olmayan bir idari yargı kararına atıf yaptı. Ayrıca, resen dikkate alınması gereken AYM kuruluş kanunun 45/3 maddesinin genel düzenleyici işlemlere karşı bireysel başvuru yapılmayacağı yönündeki ilgili kısmından kararında bahsetmedi bile.

Kısaca AİHM, kararda vardığı tartışmalı sonuca ulaşmaya uygun, açıklamaların ve iddiaların gereğince yapılmadığı bir başvuruyu seçip incelemişti. Büyük ihtimalle taraflardan görüş dahi istemeden yalnızca dilekçedeki argümanlara göre karar vermeyi tercih eden AİHM, Türkiye’deki mağdurların beklentisini boşa çıkardı. Türk Hükümetinde bu yönde bir irade bulunmaması gerçeğine karşılık AİHM yine de çözümün adresi olarak yerel makamları görüyor ise, yapılması gereken en azından sadece beklemekti.

Haklı olarak onbinlerce potansiyel başvuru yükünün altından kalkamayacağını düşünen AİHM, Avrupa Konseyi yetkilileri aracılığıyla Türk Hükümetiyle diyaloğu sürdürdü ve Hükümetten OHAL kapsamında alınan haksız kararların düzeltilebileceği bir komisyon kurulmasını bekledi.

Hükümet OHAL kapsamında alınan kararların tekrar gözden geçirileceği bir komisyon kurulacağını 685 sayılı KHK ile ilan etti. Hükümetin hataları gidermek gibi bir niyeti olmadığından, bu komisyon göstermelik olmaktan öteye gitmeyeceği belliydi.

Asgari insan hakları standartlarına uyulan bir olağanüstü hal rejiminin, KHKlar sayesinde elde edilen ve Hükümetin arzu ettiği onbinlerce memurun tasfiyesi sonucunu doğurmayacağı açıktır. Darbecilerin sayısının ihraç edilenlerin çok küçük bir kısmını teşkil ettiği göz önünde bulundurulursa, insan haklarıyla uyumlu ve fonksiyonel çalışacak bir OHAL Komisyonunun darbe girişimiyle alakası olmamasına rağmen ihraç edilen memurları göreve iadeden başka bir seçeneği olmayacaktır.

Türk Hukukunda dini gruplara üye veya bunlarla ilişki içinde olmak suç olmadığı gibi tasfiye sebebi de değildir. Gülen haraketliyle üyelik, irtibat ya da iltisak ilişkisi içinde olmayı mutlak bir tasfiye sebebi olarak ilan eden Hükümet “istenmedik sonuçlar”la karşılaşmamak için komisyonun yetkisini sınırlı tutmuştur. Dört ay süren özenli bir seçim süreci sonunda atanabilen Komisyon üyelerinin kutsal görevlerinin ne olduğunu bilecekleri kuşkusuzdur.

Bu gerçeklere rağmen AİHM, Köksal başvurusunu OHAL Komisyonunu adres göstererek reddetti. Acaba OHAL Komisyonu mağduriyetlerin giderilmesinde etkin bir yol olabilir mi? Gülen hareketiyle hiçbir irtibatı olmayanlar için belki etkin olabilir.

Örneğin, cemaatle irtibatı olmadığı açık olan bazı memurlar göreve iade edilebilir, toplumun bir kesiminin tepkisi yatıştırılabilir. Ancak, darbeye karışma dahil hiçbir suça bulaşmamış fakat yalnızca cemaatin faaliyetlerini doğru bulan veya destekleyen insanlar için asla etkin bir yol olamayacaktır.

Mağdurların büyük çoğunluğunun hak aramalarını engellemek için kurulan bu komisyonun alacağı birkaç numune göreve iade kararıyla AİHM tarafından etkin bir yol olarak görüleceği de bellidir. Benzer şekilde, darbe sonrasında tutuklanan hakim Mercan’ın başvurusunda AİHM, Dündar-Gül kararına atıfla Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurunun tutukluluk konusunda etkin bir yol olduğuna hükmetmişti.

Oysaki, özel bir misyonla kurulduğu bilinen Sulh Ceza Hakimliklerinin rolü dikkate alındığında herkes adı bir şekilde cemaatle anılan polis, hâkim ve gazetecilerin serbest bırakılmaları için Türkiye’de etkin bir yol olmadığını tahmin edebilirdi.

Köksal başvurusunda aldığı kararla AİHM, uzun yıllar zarfında edindiği saygınlık ve prestijini sorgulanır hale getirdi.

AİHM’in Tarafsızlığı

Türk kamuoyu tarafından ağır eleştirilere muhatap olan bu tür kararları insan haklarının yüksek koruyucusu olarak görev yapan AİHM nasıl alabiliyor?

Öncelikle, Türkiye, Avrupa Konseyi bütçesine en çok katkı yapan ülkelere arasına girdi. Türkiye’nin artan katkısıyla Avrupa Konseyi’nde bazı önemli kadrolar kapatılmaktan kurtuldu.

Bu tür kozların Erdoğan’ın diplomatları tarafından fütursuzca kullanılabilmekte olduğunu da belirtelim.

AİHM özeline gelince, Zihni ve Köksal kararları yedi hakimli Daire tarafından alınmıştır.  Birçok davada Büyük Daire, dairelerin kararlarını onaylamamıştır. Eğer bu dava Büyük Daire önünde görülseydi, siyasi ajandadan ziyade insan hakları duyarlılığını ön plana alan diğer yüksek hakimler sayesinde on yedi hakimli mahkemenin geçmişte olduğu gibi meseleye farklı yaklaşabileceğinin de akılda tutulması gerekir.

AİHM yargılama usulüne göre, Daire veya Büyük Daire seviyesinde dava görüldüğünde mahkeme oluşumda “ulusal hâkim”in yer alması zorunludur. Ulusal yargıcın davada ilgili hukuku en iyi bilen olacağı varsayılır ve teknik konularda görüşü belirleyici olur.

Türk ulusal yargıcı Işıl Karakaş dokuz senedir AİHM’de görevini başarıyla sürdürmektedir. Uluslararası hukuk ve özellikle insan hakları alanında yetkinliğinde şüphe yoktur. Öte yandan, Köksal davası özelinde tarafsızlığını tartışmalı hale getiren bir hususu da vurgulamamız gerekmektedir.

Işıl Karakaş’ın eşi değerli ekonomist Prof. Eser Karakaş, 675 sayılı KHK ile görevinden ihraç edilmiş yüzbinlerce mağdurun arasında yer almıştır. Ayrıca, Işıl Karakaş, görev süresi bitmesine rağmen, Hükümetin AİHM için teklif ettiği adayların Avrupa Konseyi tarafından kabul görmemesi üzerine geçici uzatmalarla görevine devam etmektedir. Dolayısıyla, Karakaş ailesi yakında Türkiye’ye dönecek ve ülkenin keyfi idarecilerinin merhametine tabi olacaktır.  Yurtdışında yaşayacaklarsa bile, aynı durumdaki binlerce mağdur gibi Hükümetin tasallutundan bağışık olmayacaklardır.

Hakim Karakaş’ın şahsi ve ailevi durumunu dikkate alarak Köksal davasından çekilmeyi düşünmemiş olması, bu karara ilişkin olarak AİHM’in tarafsızlığına kaçınılmaz olarak koyu bir gölge düşürmüştür.

Ulusal hakimin rolünün yanında Mahkemenin işleyişi ve yapısının bilinmesinde fayda vardır. AİHM’de devlet aleyhine yapılan başvurular ilk önce ilgili hukuk departmanlarındaki uzman hukukçular tarafından ele alınır ve bu hukukçuların raporları davaya yön verir.

Benzetme yapacak olursak, hukukçular mutfağın temel çalışanları iken, ulusal hakimler ise mutfak şefidir ve hukukçuların yemeğe tuzu az veya çok atmak gibi bir imkanı bulunmaktadır. Türkiye aleyhine açılan dava sayısıyla orantılı olarak AİHM’de birçok uzman Türk Hukukçu çalışmaktadır ve Türkiye aleyhine alınan başvuruların kaderinde bu hukukçular önemli rol sahibidir.

Peki bu hukukçular ne kadar tarafsız ya da bağımsızdır, şahsi düşünce ve inançlarını davaları incelerken bir kenara bırakırlar mı? Sorunun cevabını esasen taşıdıkları “Türk” sıfatı yeterince vermektedir. Bir Türk’ten ne kadar tarafsız olması beklenebilirse, bu hukukçular da en fazla o kadar tarafsız olabilir. AİHM raportörleri, internetten toplama bilgilerle parti kapatma davası açabilen, ilkokul çocuğunun bile aklına yatmayacak olan meşhur “367” kararını alabilen diğer Türk hukukçulardan ayrı bir iklimde yaşamamaktadır.

Bu hukukçular, mahkeme salonundan başörtülü diye dava tarafını kovabilen, şimdilerde ise, sosyal çevre bilgisine göre en yüksek yasal teminatları haiz hakimleri tutuklattırabilen, suçun değil suçsuzluğun ispatını kural haline getiren bir hukukçuluk geleneğinden gelmektedir.

Bu hukukçuların büyük çoğunluğunu Türkiye’nin ultra-laikleri ve radikal siyasi İslamcılarının Gülen hareketine karşı iyi bilinen ağır önyargılarından bağımsız düşünemeyiz. Bu hukuk uzmanları anti-batı ve anti-liberal eğilimlerini iyi gizlemeleriyle bilinmektedir.

Bu hukukçuların kendi siyasi ve düşünce dünyalarına yakın mağdurlar için AİHM’in öncelik politikasını değiştirtebilecek kadar etkin olduklarını da kayda geçirmek gerekir. AİHM, Gülen hareketi “üyesi” olduğu iddia edilen hakim Mercan ve uzun süredir tutuklu bulunan birçok gazetecinin tutuklulukları konusunda Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruyu tüketilmesi geren etkin bir yol olarak kabul etmişti.

Diğer taraftan, AİHM geçtiğimiz hafta sürpriz ve beklenmedik şekilde fakat sevindirici olarak Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının davasını Anayasa Mahkemesi kararı çıkmadan incelemeye başladı. Gazetecilere öncelik tanınması gayet yerinde ve kabul edilebilir olmakla beraber, bizim de bir soru sormaya hakkımız bulunmakta: Bazı gazetecilerin dokuz aylık tutukluluğu Gülen hareketi üyesi olduğu varsayılan hakim ve gazetecilerinin üç seneden fazla tutukluluğundan daha ağır bir hak ihlali olarak mı görülüyor acaba? İnsan hakları Avrupa yüksek mahkemesinin bazı insanları daha fazla insan olarak gördüğü anlaşılıyor.

Bu hukukçular ayrıca “borderline” davalarda, ihlal bulup çıkarmada gayet yeteneklidirler.  Merak edenler Zengin, Akçam ve Öcalan kararlarına bakarsa denileni anlayacaktır. Bu kararlara itirazımız yoktur. Şüphesiz ki, insan hakları standartları yükseltilmeli ve bu amaçla Sözleşme geniş şekilde yorumlanmalı. AİHM’in istediğinde yaptığı gibi insan hakları söz konusu olduğunda Sözleşmenin sınırları zorlanmalı. Bu durumda AİHM hukukçuları şu soruları cevaplamalı: Türkiye’de yüzbinlerce insan haklarından mahrum ve sivil ölüme terkedilmiş durumda. Bu insanların davalarına öncelik tanınmamalı mı? Türkiye’deki insan haklarının acil durumu akılda tutularak bunların davaları hassasiyetle ele alınmamalı mı?

AİHM prestijini ve saygınlığını korumak istiyor ve “alaturka” kararlarıyla anılmak istemiyorsa, sekretaryasının bu tarafsızlık sorununa ciddiyetle eğilmesi gerekiyor. Bu amaçla ilk etapta Gülen hareketiyle irtibatlı davalar tarafsızlıkları ve nesnellikleri konusunda şüphe bulunmayan yabancı raportörler tarafından incelenebilir.

AİHM yönetimin, gerçekten isterse bu önemli ve acil soruna çeşitli uygun çözümler üretebilecektir. Aksi halde, adaletin yerini bulması için belki de Erdoğan’ın diktatoryal rejiminin yerel ve uluslararası işbirlikçileriyle birlikte çökmesini beklemememiz gerekecek.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin