AİHM ve Batı; Ahmetlerin, İbrahimlerin ölümlerinden sen de sorumlusun!

YORUM | RAMAZAN F. GÜZEL

15 Temmuz kurgu darbesi sonrasında iyice yerleşen ve sistematikleşen Erdoğan Rejimi insanları canından etmeye devam ediyor…

Geçtiğimiz hafta 7 Mayıs’ta hem kanser hastası Ahmet Burhan Ataç hem de Grup Yorum üyesi müzisyen İbrahim Gökçek rejimin son kurbanları oldu. Aylara yayılan bir zaman dilimi içerisinde milyonların gözü önünde aşama aşama can verdiler.

Rejimin ‘tebaa’sı, öylesine histerik bir halde ki -bırakın ölümlerden müteessir olmayı- en hafifi lakayt, en azgını ölünün mezarını açıp cesedini yakmak isteyecek kadar gözü dönmüş vaziyette… Kimisi de televizyon ekranlarında, öldürmeyi planladığı komşularının listesini anlatıyor.

Rejimin ayak takımı “ceset yakma, ölüm listesi” peşindeyken, yargı, AB, AİHM veya Batı ne yapıyor?

21. Yüzyılda kameralar önünde yaşanmakta olan soykırımı önleme adına hangi somut adımları var? Ahmet Burhanların, İbrahim Gökçeklerin ölümlerinden hiç mi sorumlulukları yok?

Var! Hem de her aşamasında… Açalım.

AİHM ve İLKELERİ NEREDE?

Baştan söyleyelim, temsil ettiği değerlere ve ilkelere rağmen, Türkiye’de yaşanan rejim zulümlerine sessiz kalmakla, hatta yer yer akıl veren AİHM ve AB; gerek cezaevlerinde gerekse Ahmet Burhan gibi dışarıdakilerin hayatını kaybetmesinde, insan hakları ihlallerinde, adam kaçırma ve işkencelerde suç ortağıdır!

15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında AİHM’e on binlerce başvuru yapıldı, AİHM bütün bu zulümlere duyarsız kaldı, tarafsızlığına gölge düşürdü.

Halbuki Türkiye’de yüzbinlerce insan terörle suçlanmış olsa da bunların dayanağı konusunda Avrupa Komisyonu 2018 Türkiye İlerleme Raporunda; “… aralarında çocuklarının örgüt ile bağlantılı okullarda eğitim görmesi, örgüt ile bağlantılı bir banka hesabına para yatırılmış olması veya ByLock mobil mesajlaşma uygulamasının kullanılması…” gibi gayri resmi kritere dayandırılmış olmasının yeterli olmayacağı ifade edilmişti. 

Onun yerine AİHM, Türk Hükûmeti ile iş birliği yapmış, hatta önerisi ile OHAL Komisyonu’nun kurulmasını sağlamış ve davaların ötelenmesine ve zulümlerin, hukuksuzlukların zamana yayılmasına önayak oldu.

Bu komisyon ile birlikte, AİHM’e gelen başvurular “iç hukuk yolu”nun(?) tüketilmesi şartına bağlandı. Ve Türkiye’de hakları ihlal edilen insanlar 4 yıldır “adalet” diye inleyip duruyor ve cezaevlerindekiler ve sivil hayattaki yakınları hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ahmet Burhan ve İbrahim gibi canlar ise bu savaşa yenik düşüyor.

Değerli yargı mensubu meslektaşım Yusuf Metin’in de işaret ettiği gibi, ‘On binlerce başvuruya konu olan ve birbirinin neredeyse aynısı olan ihlaller ile ilgili AİHM, pilot bir dava ile bu sorunu çözebilirdi ama bunun yerine yerine insanları sorunun kaynağı olan tek adam rejiminin ve baskıladığı yargının insafına terk etti.’

Yine AİHM’in, bir ihraç başvurusu ile ilgili olarak Hükûmete ilettiği “kişinin ihracının ARINMA kapsamında olup olmadığı” yönündeki sorusu da rejime verilen dolaylı destek idi.

AİHM TARAFSIZ MI Kİ?

Sahi, AİHM tarafsız mı ki? Verdiği fotoğraf öyle değil…

Türkiye’de yargı mensuplarının askerlerden veya MİT mensuplarından brifing almasını eleştirilirken AİHM, Türkiye’den gelen resmi heyetleri tek taraflı olarak kabul ediyor, onların yanlı propagandalarına sessiz kalıyor. Mağdurların sesine kulak verdiğine dair bir işaret de görünmüyor.

Türkiye adına ziyarette bulunmuş yüksek yargı temsilcileri de -tarafsızlık ve ihsas-ı reyde bulunmama ilkelerini hiçe sayarak- AİHM’deki başvurulara konu siyasi davalara dair AİHM’le bilgi paylaştıklarını pişkince ifade etmişti.

Nitekim Eski Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, AİHM ziyareti sonrasında ‘belirtilen konularda’ AİHM’i ikna etmeye çalıştıklarını açıklamıştı. 

Bu ziyaret ve brifinglerin yansımasını da kararlardan görebiliyoruz….

Nitekim AİHM, Alparslan Altan kararında; tutuklama için gerekli “makul şüphe”nin ilk tutma anında mevcut olması gerektiği ve “makul şüphe”nin tespiti için “bu delilleri incelemenin gerekli olmadığı”nı belirtilmiş olmasına rağmen, o “inceleme gereği olmayan” delilleri hukuka uygunmuş gibi ayrıntılı şekilde tek tek karara işlemişti!

AİHM, bu usulü Osman Kavala kararında yapmayarak çifte standart hareket etmişti. 15 Temmuz ile ilgili Hükûmetin tezlerini de kararda aynen işleyerek niyetini belli etmişti!

SON DURUM

AİHM’de ve AB’de durum bu… Ülke içine dönecek olursak: Sevda Noyan “50 kişiyi öldürecek silahımız var. Ben 3-5 kişiyi listeledim” derken, Cübbeli Ahmet “2000’e yakın selefi derneğin silahlandığını” söylüyor.

Fatih Tezcan da “Sokağa çıkarsak karınızı çocuğunuzu nasıl koruyacaksınız? Milyonlarca kişiyi öldürürüz” diyor ama yargıdan yine çıt çıkmıyor… Emniyet derseniz, onlar sosyal medyadan muhalif kovalama, cenazesini kaldıracakları coplama derdinde…

Değerli akademisyen Kerem Altıparmak’ın bu noktada Ruanda faciasını hatırlatması kayda değer… Nitekim Ruanda’da soykırım, “Liderimize suikast düzenlendi” söylemi ile başlamış ve 800 binden fazla Tutsi ve ılımlı Hutuların katledilmesiyle sonuçlanmıştı. O yüzden de Tezcan gibi tetikçilerin çıkışlarını bu zaviyeden değerlendirmeli…

Özetle ülke bir iç savaşa, muhalif görülenleri yok etmeye dönük bir soykırıma sahne olabilir… En azılı suçlular bile salınırken siyasi mahpusların içeride tutulmasından da dolaylı bir soykırım niyeti sezinlemek mümkün… 

Tarihi sınanmalardan geçiyoruz ve ülke ve millet olarak bu insanlık sınavında sınıfta kaldık maalesef. Uygar dediğimiz Batı dünyası da bu süreçte iyi bir performans sergilemedi görüldüğü gibi. Umarım bundan sonrası için sonucu etkileyecek bir çıkış yapar da onurunu kurtarır.

Yoksa neler yaşanabileceğini görmek isteyenler Hotel Rwanda filmine tekrar bir göz atabilirler. Avrupa ülkeleri, filmin geçtiği Hôtel des Mille Collines’in müdürü Paul Rusesabagina gibi ayrım yapmadan herkesi kurtarmaya mı çalışacak, yoksa yine ayrımcılık ve vicdansızlık mı yapacak?

Göreceğiz bakalım!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin