Ağaçsızlık sonumuz olacak!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Yönetmen Ron Fricke’in bir görsel tefekkür resitali olan Baraka (Arapça bereket kelimesinden geliyor) isimli filmi, yeryüzündeki canlı-cansız tüm yaratılmışların ilahi bir vecd içinde rüku ve secdeye durduklarını resmeder.

Hiçbir efekt ve manipülasyon olmadan doğrudan perdeye yansıtılan bu tasvirlerde özellikle ağaçların gece ve gündüz deveranında dalları bir derviş kolları misali açarak duruşları etkileyicidir.

Ağaçlar, insanlık tarihi boyunca hayatın simgesi olarak kabul edilmiş. Fani olanı baki olanla irtibatlandıran bir metafor olarak görülmüş pek çok inanç sisteminde. Dolayısıyla sosyal hayatın, edebiyatın, sanatın ve daha pek çok şeyin parçası olmuş ağaçlar. Her ağaç türünün farklı bir öyküsü ve etkileyiciliği vardır şüphesiz. Ancak türü ne olursa olsun, ister sahih, ister mitolojik kaynaklar, ağacı medeniyet ve hayat ile doğrudan irtibatlandırmıştır.

Özellikle Doğu kültüründe ağaç çok daha büyük bir öneme sahip. Destan ve söylencelerinde en görkemli ve epik haliyle tasvir edilir ağaçlar. Tabiri caizse yer ile gök arasında duran bir tür direk ve sütun olarak ilahi olanla fani olanı bağlayan unsur olmuştur.

Ağacın sinesinde başlayan hayatlar, gölgesinde kurulan medeniyetler, kovuğunda biten trajediler mevcut. Ağaç, bu yönüyle kucaklayan, saran, sığınılan bir metafor.

İnançlar ve kültürler mutlaka bir ağacın gölgesinde neşvünema buluyor, doğuyor, serpiliyor, büyüyor ve hitama eriyordur. Peygamberler tarihine bakıldığında bir tür ağacın tarihçesini görmek de mümkün. Bir balığın karnında imtihana tabi tutulan Hz. Yunus, bir ağacın altında hayata dönüyor, Hz. İdris nesillerine ağaç gölgesinde ilahi nizamı anlatıyordur. Minyatürlere bakıldığında tasvir edilen tüm peygamber tablolarında mutlaka birer ağaç vardır bu nedenle. Hatta her insanın manevi düzlemde bir hayvan ve bitki karşılığı olduğunu söyler bazı mana âlemi sultanları. Kimi tilkidir, kimi aslan, kimi küheylandır, kimi sırtlan… Göğsünden söğüt dalları uzayan büyük insanların bağrında kurulan medeniyetler vardır. Kimi kavak ağacıdır, kimi çınar, kimi zeytindir, kimi incir… Keza tasavvufa bakıldığında yine inancın merkezine yerleşmiş türlü türlü ağaçlar görmek mümkündür.

Bediüzzaman Said Nursi'nin, çınar ağacındaki kulübeciğini yapmak kimin  aklına gelmiş? | Sorularla Risale
Toplumun bir kesimine duyduklarını kini katran ağacını keserek göstermişti birileri!

Nebiler Nebisi (sav) ağacı yüceltir, değer verir ve hemen her cennet tasvirinde mutlaka bir ağaç vardır. Kur’an ayetleri de açıkça ağaçtan bahseder. İbadet için yaratılmışların arasında sayılır ağaç. “Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun?” (Hac, 22/18) buyrulurken dağ ile yıldızlar arasına ağaç yerleştirilir. Keza, “Bitkiler ve ağaçlar onun buyruğuna boyun eğerler” (Vakıa, 56/6) ayetinin tecellisini görmek adına bu güzelliklerle sürekli rû-be-rû yaşamak lazımdır. Bir ihtiyaçtır ağaç; maddi ve manevi gıdadır esasen. Belki de bu nedenle “İncir ve zeytine and olsun” (Tin 95/1) der mukaddes metin.

İnsan, ağaç ile arasına koyduğu mesafe kadar uzak/yakındır Rahman ve Rahim olana… Bu nedenle bitkilere kötü davranmak da yasaktır İslam inancında. Çocukluğu Hazreti Peygamber’in (asm) çevresinde geçen Rafi’ İnu Amril Gifari hemen her çocuğun yapacağı yaramazlıklardan birini yapar ve hurma ağacını taşlar. Fahr-i Kainat şöyle der: “Ey oğulcuğum, hurmayı niye taşladın?” Amril Gifari, “Yemek için” deyince “Taşlama, altına düşenlerden ye,” diye buyurur ve başını okşayıp şöyle dua eder: “Rabb’im karnını doyur.”

İnsanlığın felaketi sanırım öncelikle çevreye olan düşmanlığıyla başlayacak. Kızılderili şefinin de dediği gibi, son ağaç kesildiğinde artık birbirini yiyecek insanoğlu tamamen. Bir taraftan çevreyi perişan ettiğimiz için başlayan yangınlar ağaçların kökünü kurutacak, diğer yandan üç kuruşluk dünya menfaati için ormanlar talan edilecek…

Farklı gerekçelerle ağaçlar kesilecek, insanoğlu kendi sonunu hazırlayacak ne yazık ki. Otel, AVM, bina, yol, hatta köprü için ağaç kesmenin bedelini ödeyeceğiz çok daha ağır olarak. Kesilen her ağaç, sadece çevre anlamında fenalık içerip, dünya dengesini bozmakla kalmıyor, ruh ve maneviyat sütunlarına da sarsıcı darbeler vuruyor. Şairin şu sözlerini hatırlıyorum mesela: “Memleket ağaç yönünden her geçen gün fakirleşirken, ahmaktan ortalığı güneş sızmaz bir orman kaplıyor!”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. İnsan dünyaya kendi penceresinden bakarmış ve maalesef yazarın hakkına çokları gibi hüzün ve vaveyla penceresi kalmış. The Washington Times’ta 4 Aralık 2014 tarihli Rick Noack imzalı makalede Avrupa orman varlığının geçen yüzyılda ki gelişimi harika görsellerle incelenmiş. Felaket asırlarının ardından insan eliyle inşa edilmiş cennet tasvir edilmiş. Hülasa bütün nebetat ve mahlukatı ile yeryüzünü imar ve koruma ile memur insanın fiiliyatı maalesef tekamülü ile doğru orantılı. Hasılı kim insani felakete reçete bulursa ihtimal o reçete şair mevcudat içinde şifa olacak!

  2. M. Nedim bey, güzel bir konuya değinmişsiniz.
    Ancak bana meseleye sadece dini pencereden bakmak, “dinimizde ağaç şöyle önemlidir, böyle önemlidir” demek yeterli gelmiyor.
    Brezilya´da dünyanın akciğeri denen tropikal ormanlar her geçen gün yok ediliyor. Bu böyle devam ederse bizden sonraki nesiller için çok ağır bir miras bırakılmış olacak. Yine Türkiye´de de bu yaz ormanlar yandı, dünyanın öbür ucuna makam aracı taşıyacak uçakları olan çok güçlü ülke, yangınları söndürecek uçak bulamadı günlerce.
    Yıllar önce okumuştum. Tropikal bölgelerdeki ülkelerinin borçlanma yükü ile orman alanlarının yok oluşu arasında doğru bir orantı vardı. Ülkelerin borç yükü ne kadar yüksek ise ormanların yok oluş hızı da o kadar yüksekti. Borç yükü de kötü yönetimin, paraları silaha, yolsuzluklar ile farklı yerlere kaydırmanın bir sonucu idi (diyebiliriz).
    Demek istediğim şu: Kutsal metinler ağaçlara ne kadar önem verirse versin. Bu dünyada hukuk devleti kuramıyorsanız ve sosyal adaleti tesis edemiyorsanız ağaçları da koruyamıyorsunuz. Zira bu durumda her vatandaşın karnını doyuramıyorsunuz, suçlunun da cezasını veremiyorsunuz.
    Kutsal metinler ne derse desin.

  3. Nedim Beyin son iki yazısında ağaç üzerinden yaptığı alegorileri okuyunca ve bu yazılarındaki keyifli dili tadınca, nedense aklıma 17 Haziran 1999 tarihinde başlayan Haziran fırtınası ve sonraki birkaç gün aklıma geldi. Malum sonra Haziran fırtınası ve düğmeye basılma olarak anıldı o günler. Nedim Hazar’ın o kritik birkaç günde yazdığı yazıların çeşnisi bir başkaydı, verdiği moralin ötesinde, bir sancakla tek başına bir kaleyi müdafaa ediyor gibiydi. Elbette diğer yazarların yazıları da, saplanmaya çalışılan hançerin yönünü değiştirmek için bir gayretti de, meramım o değil, bir Nedim Hazar farkındalığına dikkati çekmek isteğim aslında. Nedim Beyin yazdığı kulvara karışamam ama onu tam olarak hissettiren ve içinde derinlerde sakladığı o cevheri aslında bize yansıtan yazılarda bunlar. Elbette yeri geldiğinde kal’a-yı savunacak kadar yiğit olabiliyor ama Nedim Hazarın yeri bu satırların arası sanki. Hoş gerçi hangimiz tam olarak istediğimiz şeyleri yapmak zorunda kaldık ki, Uğur Mumcunun anlatımına atfen, dileseydi diplomalarını o dönemin en büyük parası mor binliklere çevirecek nice dostumuz, arkadaşımız, büyüğümüz gönüllü Asya steplerine, Afrika çöllerine gitmişti de, Nedim Hazarın bahtına da düşen bu olmuştu.

    Nedim Beyin işte Haziran fırtınasına karşı yapılan müdafaası sırasında, bilenler bilir Zaman gazetesi önce 1 milyon sonra 1.5 sonra 2 milyon basılmış ve bir hafta kadar böyle dağıtılmıştı ücretsiz, kahve, dükkan ev fark etmeksizin. O zamanlar fark etmesekte anladığım 2016 da tezgahlanan oyunun aslında bir benzeri o dönem başlayacakmış aslında.

    Sanırım Nedim Beyin o o cansiperane yazıları Yenibosna daki binanın yakınındaki matbaa da basılırken, bende bir üniversite öğrencisi olarak, sabahın altısında, çıkan gazeteleri dağıtmak için o binaya hergün uğruyordum arkadaşlarla. Hatırlıyorum onları Halkalı, Küçükçekmece esnafına tek tek dağıtışımızı, kahvehanelere hızlıca bırakışımızı. Hatta TOKİ konutlarında kalem ehli çok oturur ve bunları anlar diye, o gazeteleri en üst kattan en alt kata tek tek kapı önüne bırakıp, aşağıdan tüm zillere basışımızı da.

    Toki deyince, işte tam da o fırtına gecesinin ikincisi sabahı, ev sahibinin tam iki kat kira fiyatını talep etmesi yoksa çıkın demesi karşısında mecburen taşımamız gereken bir evimiz de vardı. Nedim Beyin yazılarının da olduğu gazeteleri dağıttıktan sonra 13 katlı bir binanın son katındaki öğrenci evinden eşyaları alıp, TOKİ deki bir binaya taşımamıza sıra gelmişti. Bu arada, ulusal basının manşetlerine bakınca manşetler öyle ürkütücüydü ki. Ve hiç unutmadığım bir başlık vardı, “Öğrenci evlerini boşaltmaya başladılar”. Zamanlama zamanlama olalı böyle zamanlama görmemiştir ve hiçbir manidar kelimesi zamanlama ile ilgili böyle denk düşmemiştir eminim.

    Bir öğrenci evinde yaşadıysanız bilirsiniz ki, apartmanda kapıcının bir buyruğu aslında yöneticiden gelir ve genelde doğrudan değil öğrenciye bu dolaylı olur. Nitekim de öyle oldu, Kapıcı asansörler bozuk gençler deyip çekip gitti, oysa hepimiz biliyorduk bozuk olmadığını ve bizden sonra yeniden açıldığını, o onüç tane çekyatı o onüçüncü kattan nasıl indirdiğimizi sakın sormayın. Batı da onüç rakamına karşı oluşan fobi taa ozaman başlamıştı bende. Gel gelelim ki asıl olay, Halkalı-Toki konutlarında olacaktı. Gittiğimiz yerde de tuttuğumuz daire onüçüncü kattaydı, onüç rakamını ben ne kadar sevmiyorsam onun da bizi o kadar sevmediği, uzaklaştırmak istediği belliydi. Nitekim öyle de oldu. Yine en kıdemli kişi olarak kapıcı geldi ve bize “gençler sizi bu binada istemiyoruz”, “taşınamazsınız siz buraya” demişti. Düşünebiliyor musunuz, 13. kattan tam 13 tane çekyatı alıp birbaşka binanın 13. katına çıkarmayı siz dert etmiyorsunuz, ama elin adamı ediyor ve hayır giremezsiniz buraya diyor. 13 tane çek yat bir evde ne geziyor derseniz de, hikaye uzunda olsa, başka bir öğrenci evi ev sahibinin açgözlülüğü nedeniyle çıkmaya mecbur bırakılınca gidecek bir yer bulamamış ve geçici olarak eşyaları bizim evde misafir edilmişti. Komik olsa da öyle diyorduk, misafir ediyoruz eşyalarınızı diye. Hoş gerçi misafirlik üç gündür onlar aylarca durdu da konumuz bu değil. İşte Nedim bey, siz o güzel yazıları yazarken bende sabah onları dağıtmış, ardından böyle bir maceranın ortasında bulmuştum kendimi.

    E ne oldu sonradan derseniz, şöyle diyebilirim çok şükür ki hiçbirşey olmadı. Kapıcının sizi istemiyoruz demesi bizden çok nakliyeyi yapan kamyoncunun zoruna gitmişti, adam öyle hınçlanmıştı ki, kendi devreye girdi, ama ama ama nerden bilirdik biz de kamyoncu da, o binanın Polis Lojmanları olarak kiralandığını. 55 daireli binanın tüm daireleri Emniyete kiraya verilmiş, özel şahsa ait tek bir daire kalmış, biz de şans mı şansızlık mı artık siz karar verin, orayı tutmuşuz. Evin içini bir arkadaş kendi elleriyle duvar kağıdı yapmış, hatta öyle güzel bir çiçek deseni de üzerine eklemişti ki, açık loş ışıkta o evde akşamları çay saatlerinin hayalini kurmuştuk kaç defa. İş çıkışına gelmişti artık vakit, kamyon dışarda bekliyor, biz üniversite öğrencileri olarak üstünde ve kapı da gittikçe artan şekilde de komşular. Komşular dedimse söylediğim gibi hepsi polis. Hiç unutmuyorum, sizi şikayet edeceğim dediğimde, o kalabalıktan biri çıkmış “delikanlı ben emniyet amiriyim, kimi kime şikayet ediyorsun” deyip gülmüştü. Nedense içine kapanıktım ozamanlar ama açıldım mı da susturulamazdım ve nitekim açıldım. Gerekçeleri basitti, bekar istemiyorlardı. Oysa onlarda bizde çok iyi biliorduk ki o dairede daha önceden oturan bekar bir kadın vardı.

    Az önce demiştim, ne oldu sonra diye düşünüyorsanız çok şükür hiçbir şey olmadı diye, çünkü bizim kamyoncu artık gadaplanmıştı, keseri alıp saldıracağım size demeye başlayınca polis-komşulara ortalık bir tuhaf oldu ki, ben adamı tuttum aman abi lütfen sen karışma bu bizim işimiz dedim. Korkularım daha da büyüdü, bir tarafta Haziran fırtınası yaşanırken, diğer taraftan o fırtınanın sıcaklığıyla karışılacak bir olayın derinliğini ta o yaşta düşünüp kaygılanmıştım. Zaten gazete manşetleri “Evleri boşaltıp kaçıyorlar” başlıklarıyla doluydu. O zamanlar Cem Uzanın sahip olduğu Star Gazetesi başı çekiyordu ve az ilerde görünüyordu bile gazete ve tepesindeki helikopter. Düşünsenize o gömleğini dışarı vermiş, ev taşımış bitkin halinizle annenizin gazeteden ertesi gün fotonuzu iğrenç uydurmalarla gördüğünü. İşte ona dayanamazdım. İnanın bunların hepsi olur olmaz bilemem ama aklımdan geçmişti. Bir gence böyle yük yüklememek gerek, ne ağır yükmüş o günler diyeceğim de, bugünleri yaşadıktan, hapislere doldurulanları gördükten sonra bir tatlı anı, sohbet olarak anlatıyorum Nedim Bey size bunları.

    Ev sahibine neden söylemediniz derseniz, o yıllarda cep telefonu daha yeni çıkmıştı, cepte para mı vardı ki o cebe cep telefonu girsin. Yalan olmasın birinde vardı ama onunda kontörü bitmişti ve en yakın kontör almak için bilmem nereye gitmesi gerekiyordu. Kısaca olaylar bir ters gitmeye görsün, ardı ardına geliyor sorunlar. Kamyoncu ağlayacak gibi olmuştu, çok ivedi karar vermem gerekiyordu, o yaşta üniversite öğrencisi nasıl bir karar verebilir ki? Böyle bir karar vermek için, imkan gerekti. Hani Vikingler çizgi filminde küçük kız varya akıllı, Viki-the Viking, işte o küçük çocuk gibi aklıma aniden bir fikir geldi. Kamyoncuya eşyaları bir gece kasa da tutma isteğimizi söyledik, parası ne ise vereceğiz dedik, sabaha kadar düşünüp bir yol buluruz dedik. Kamyoncunun samimiyetini unutmuyorum, gençler ne demek ne parası, sizden bu taşımanın parasını da almayacağım, ama yarın sabah yola çıkacağım lütfen bir yer bulun, para istemiyorum sizden oraya da ben götüreceğim dedi. Oysa bu mükemmel fikrin arkası yoktu, çünkü en ufak bir fikrimiz dahi yoktu. Aslında tek fikrim vardı ve bunu paylaşmıştım da nakliyeci-kamyoncuyla, eğer yer bulamazsak gidip Halkalı Çöplüğüne dökeceğiz. Çünkü biliyordum ki çekyatlarda dahil o eski püskü eşyaların gerçekte bir değeri yoktu. Buna karar vermiştik aslında arkadaşlarla, yer bulamazsak çöpe dökecektik eşyaları.

    Allah büyük, Hızır bazen farklı şekillerde gelir, bir arkadaş bir ihtimalden bahsetti, bir tanıdığının yeni satın aldığı ama taşınmadığı boş evi varmış. Derken sabah oldu Nedim Bey, içinde sizinde yazdığınız o müdafaa yazılarının olduğu o Haziran sabahı gazetelerini yine dağıttıktan sonra, o kamyonu tanımadığımız bilmediğimiz bir eve bıraktık. Dünya malının insana yük olduğunu inanın o gün anladım. Ne kadar rahatlamıştım. Ve derken akşam oldu sabah oldu akşam oldu sabah oldu. Arkadaş ortamında gazeteyi ilk açtığımda sizin yazınızı okuyordum. Ne yazdığınızı da bilmiyorum asılnda şimdi ama o zaman manevi bir takviyeydi sanırım. Samimiyet her zaman hissedilir.

    Bütün bunları neden yazdım? Dünya güneşin etrafında ozamandan sonra onlarca defa döndü geldik şu zamana ve o fırtınaya okyaşan rüzgar dedirtecek nitelikte gerçek girdabı yaşadık çünkü. Neticesi, Meriçlerde-Ege de ölümle, mahpusla, sürgünle, hastalıkla, binbir sorun olan gerçek bir girdap ve o girdap sürükledikçe sürüklüyorda bizi. Ama şükür ki asıl savrulma olmamış. Hepimiz olgunlaşsakta o içimizdeki küçük çoçuk ölmemiş, satırlarınızı okurken hala geçmişte yaşadığım şimdi tatlı olarak saydığım anılarımı hatırlayabiliyor hala yazınızı keyifle okuyabiliyorum. Sanırım Nedim Hazar yazı türü bu olmalı. Son iki yazınız. Övgünün de yergininde fazlası iyi değil elbet ki övgü olarak sunmadım. Mekanlar farklı da olsa, birbirini ruhen seven insanların buluşmalarının engellenemeyeceğini, muhakkak bir şekilde buluşulucağını. O nedenle bu güzel yazınız için şimdiden teşekkür ederim.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin