MGK Devleti’nin tahkimi ve Demirel [Türk Sağı’nın hikâyesi-14]

YORUM | KEMAL AY

1990’lı yıllar Türkiye’si, son dönemde sıklıkla andığımız dönemlerinden birisi. Pek hayırla yâd ettiğimiz söylenemez. Zira terör, ekonomik kriz, işkence, siyasi istikrarsızlık, askerî müdahale gibi başlıklara sahip. Bunların hiçbiri 1990’da şıp diye başlamış bir mesele değil. Hepsinin geçmişe bakan yönleri var. 1978’deki Midnight Express filmini hatırlayın. Türk hapishanelerindeki işkenceleri bütün dünyaya aktarmıştı. Türkiye’nin tepkisi ‘kendi vatandaşlarına’ yasaklamak oldu filmi. Dünyaya aksini ispat edebildi mi? Hayır. 1970’lerdeki işkenceler, 1990’larda da sürdü. Üstelik 1970’lerde işkence nasıl hiçbir şeyi çözmediyse, 1990’larda da çözmedi. Bilakis, problemleri kronik hâle getirdi, insanların hayatlarını kararttı ve toplumsal travmalara sebep oldu.

Adolf Hitler’in doğum yeri olan Salzburg’daki evinin yakınlarına dikilmiş bir anıtta şu sözler yazar: ‘Barış, Özgürlük ve Demokrasi İçin. Bir Daha Asla Faşizm [Olmasın]. Milyonlarca Ölü [Bize] Hatırlatıyor.’ Bu anıttaki sözlerin ‘Bir Daha Asla’ kısmı, meşhurdur. Hitler örneğinin bir daha tekrar etmemesi için hemen her alandaki çabayı sembolleştirir. Ancak bunu diyebilmek için asgari iki şart gerekliydi: (1) Nazi rejiminin rezilce tedavülden kalkması. (2) Alman halkının yöneticilerinin geçmişle yüzleşebilmeleri. İlkini, İkinci Dünya Savaşı’nda ABD-İngiltere öncülüğündeki devletler ittifakı gerçekleştirdi. Hitler’in orduları ağır bir yenilgiye uğratıldı. Nazi Partisi’nin üst yönetimi ya intihar etti ya da ülkeden kaçtı. İkincisini de yine ABD desteğiyle gerçekleştirdi belki Alman siyaseti fakat bu konuda samimiydi. Zira sonraki nesiller, geçmişlerindeki bu lekeyle olgun bir biçimde yüzleşmesini bildi. Şimdilerde Almanya’nın liberal demokrat dünyaya liderliği bile konuşulur oldu.

‘BİR DAHA ASLA’ DİYEBİLMEK İÇİN

Türk sağını, Nazi Almanya’sına benzetmiyorum. Türkiye, 1915’i saymazsak, o seviyede bir vahşete tanık olmadı bugüne dek. Ancak yıllara yayılmış bir şiddet var. Aynı şekilde dönemlere ayrılmış bir baskı rejimi mevcut. Toplumsal travmalar, herkesin içinde canlı. Çünkü hatalarıyla hiçbir zaman yüzleşmek zorunda kalmamış bir toplum Türk toplumu. Almanya, Batı dünyası için önemliydi, onun ‘hayata döndürülmesi’ zaruriydi. Ancak Türkiye için öyle bir durum söz konusu değil. Uzun yıllar bölgede orta halli bir aktör olan Türkiye’de demokrasinin ya da diktatörlüğün olması, sadece bir detay. Küresel serbest piyasa açısından Türkiye’nin ekonomik olarak ithalat ve ihracat konusunda yasakçı olmaması yeterli. NATO ve benzeri ortaklıklar için Türk ordusunun Batı’yla entegrasyonu en önemli mesele. Bir de ABD’nin Ortadoğu politikaları ile uyumlu hareket etmek, gerekliliği var.

Öte yandan Türkiye’de krizler çoğunlukla Gordion Düğümü hikâyesinde olduğu gibi Büyük İskender’in kılıcıyla çözülüyor. Şöyle düşünelim: 1950’lerde Demokrat Parti bir yenilenme ile yola çıkmış, eski hastalıkları tekrar etmişti. Eğer siyasî aktörler bir araya gelip bu sorunu Meclis’te çözebilselerdi, 27 Mayıs’ı yaşamayacaktık. 1960’lar ve 70’lerdeki sağ-sol çatışmaları aynı şekilde sonuçlanmayabilirdi. 12 Eylül’ün acı veren işkenceleri hiçbir sorunu çözmediği gibi Türkiye’nin hep geçmişte takılı kalmasına yol açtı. 1980’lerde yaşayan ortalama bir Türk vatandaşı, ne Menderes ve arkadaşlarının idamını, ne Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını, ne solcu ve sağcı gençlerin birbirini öldürmesini, ne de yaşanan onca travmayı ‘sindirebilmişti’. Tek çaresi, ‘büyüklerin bir bildiği vardır’ diyerek hayatını sürdürme eğilimiydi. Vatandaşın devlet karşısında ‘küçülmesi’ bundandı.

1990’LAR YENİ KAPILAR AÇMIŞTI OYSA…

1950’lerde Demokrat Parti devlet içinde bir alternatif oluşturduğu ölçüde toplumda karşılık buldu. Zira yeni kapılar açacaktı. Benzer şekilde 1990’larda da toplumsal hayatı canlandıran bir şey oldu: Özelleştirmeler. Yeni müteşebbisler, yeni zenginler, yeni iş alanları… Menderes, ‘Her mahalleye 1 milyoner’ mottosuyla girmişti seçimlere. Türk sağı hep onun peşinden gitti. Demirel’in 1991’de kullandığı ‘Kim ne veriyorsa 5 lira fazlasını veriyorum’ popülizmi, Çiller’in onu aratmayan ‘Her eve iki anahtar (biri ev, biri araba)’ vaadi bunlardan bazıları. 1980’lerle birlikte dünyadaki örnekleri takip ederek Türkiye de tüketim ekonomisine geçti. Arz-talep dengesi, yeni pazarlar oluşturma gibi kavramlar literatüre girdi. Tüketim toplumu hâline gelmek, üretimi de arttıracaktı ve zenginleşecektik.

Nitekim öyle de oldu. Beyaz yakalı orta sınıf oluşmaya başladı. ‘Kendi dükkânını açma’ trend hâline geldi. Anadolu’da para kazanmaya başlayan küçük ve orta halli esnaf, tüketim kültürünün de bir parçası olmuştu. Belki onlar değil fakat onların çocukları, iyi üniversitelere gidecek, yurt dışına çıkış konusunda daha cesur davranacak, ‘bürokrat çocukları’ ile aşık atacak seviyeye gelecekti. Bununla beraber yeni gazeteler, dergiler, televizyonlar açılacak, Türk halkı daha önce hiç duymadığı meseleleri buralardan öğrenecekti. TRT’nin filtresinden geçmeyen bilgiler, haberler, tartışma programları evlere misafir olacaktı. 1990’lar boyunca 6 bin olan dernek sayısı (önemli bir kısmı 12 Eylül’de kapanmıştı), 26 bine çıkacaktı. Bu sayı 2000’e yaklaşırken 60 binleri bulacaktı. Bütün bunlar, toplumun aktifleşme sürecine girdiğini söyleyen verilerdi.

1970’LERİN KAVGALARI AYNEN TEKRAR ETTİ

Gelgelelim, Türk siyasetindeki figürler hâlen 1970’lerdeki kavgaları veriyordu. 1991’de DYP-SHP koalisyonu, Demirel gibi sağın lideri olarak görülen biriyle, Erdal İnönü gibi yenilikçi solu temsil eden birini yan yana getirmişti. Bu dönem için ‘umut dönemi’ yorumu yapanlar vardı çünkü sağ-sol çatışmasını tamamen toprağa gömme, barındırdığı Kürt milletvekilleri ile Doğu Sorunu’nu (o zamanlar adı buydu) daha alevlenmeden söndürme şansı vardı. Siyasetin kriz çözme kabiliyetini geliştirme ve kutuplaşma yerine diyalogu tercih etme imkânı sunacaktı. Ancak 1991-1995 yılları arasında iktidarda kalan DYP-SHP hükümeti, çok ciddi problemlerin yaşandığı çalkantılı bir dönemi, tam olarak ne yapacağını bilemeyerek kapattı. En önemlisi 1993’te yaşanan ölümler, suikastlar ve katliamlardı. Gazeteci Muhsin Öztürk’ün deyimiyle 1993, ‘adı konulmamış bir darbe’ yılıydı. Aynı yıl içerisinde, Uğur Mumcu öldürüldü, Turgut Özal’ın yakın mesai arkadaşı Adnan Kahveci trafik kazasında öldü, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis suikasta uğradı, Madımak Oteli ve Başbağlar katliamları yaşandı, PKK 33 silahsız eri pusuya düşürerek öldürdü ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal hayatını kaybetti.

MESELE ZOR ZAMANLARDA NE YAPTIĞIN

Toplumların tarihlerinde bu türlü zorlu dönemler hep vardır. ABD tarihinde 4 başkan görevi başındayken suikasta uğradı, onlarcasına suikast girişiminde bulunuldu ve son anda engellendi. İngiltere de neredeyse yüzyıl süren ‘ayrılıkçı terör’ vakası yaşadı. Avrupa başkentleri defalarca terörle vuruldu. Avrupalı siyasetçiler de suikasta maruz kaldı, ‘karanlık olaylar’ vuku buldu. Katalanlarla İspanyollar arasında, yakın zamanda muttali olduğumuz meseleler, İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan travmatik hikâyelerle dolu. Unutmayalım, Avrupa’da diktatörlük sadece Hitler Almanya’sıyla sınırlı değildi. Aynı yıllarda Doğu Avrupa’da Sovyet destekli komünist diktatörler hüküm sürerken, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar görevdeydi. Yani sağlıklı bir toplum olmak, başınıza kötü olaylar gelmemesiyle ilgili değil. Her toplumda benzer hastalıklar baş gösterebilir. Ancak toplumların kaderini, böylesi kriz dönemlerinde yaptıkları ve krizlerin getirdiği travmalarla nasıl mücadele ettikleri belirler.

1991-95 arasında DYP-SHP koalisyonunun başaramadığı şey, Demirel’in ‘idareciliği’ altında yaşanan gelişmelere kulaklarını tıkamasıydı. Oysa koalisyonun kuruluş programında ‘demokratikleşme’ bahsi vardı ve bu yönde ciddi adımlar da atılıyordu. Ancak Kürt meselesi, PKK terörü ile kesiştiği ölçüde, ülkeyi ‘güvenlik’ durumunda aslında kimin yönettiği ortaya çıkacaktı. PKK terörü, MGK Devleti’ni hortlattı. Rütbeli askerlerin öldürülmesi, ordunun siyasete müdahalesini hızlandırdı. Öyle ki 1992’deki MGK’dan çıkan dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Doğu ve Güneydoğu’daki isyanlar için ‘topyekûn mücadele’ startı vermiş, aynı yıl karanlık cinayetler başlamıştı. 2007’de Fikret Bila’ya röportaj veren Doğan Güreş, ‘1993’te darbeye gerek yoktu, istediğimizi yapıyorduk’ diyecekti. Nitekim 1995’te emekli olduktan sonra, Tansu Çiller’in liderliğindeki Doğru Yol Partisi’nden milletvekili bile seçildi Güreş.

DEMİREL NEDEN BOYUN EĞDİ?

Tansu Çiller muhtemelen kişisel/ailesel zaafları sebebiyle askerlerle ‘yan yana’ duruyordu. Süleyman Demirel’in 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı ve 12 Eylül’ü yaşadıktan sonra MGK Devleti’ne boyun eğmesinin sebebi neydi peki? Bu süreçte Cumhurbaşkanı olarak ‘devletin başı’ hâline gelen Demirel’in ilk ciddi imtihanı 1993’teki olaylardı. Yıllarca ‘Çoban Sülü’ efsanesiyle kendisini ‘sistem karşıtı’ konumlayan ve Türk sağının lideri olarak çevreden merkeze yürüyüşü temsil ettiğini söyleyen Demirel’in MGK Devleti’ne karşı ‘çaresiz’ kalmasının sebepleri vardı belli ki. Ancak bu tavrının ‘merkez sağ’ kavramını yok edeceğini muhtemelen hesaplamamıştı. Zaten Demirel’in hiçbir döneminde ‘kriz çözmüşlüğü’ de yoktu. Popülizmi iyi biliyordu ve sıkıştığı zaman kutuplaştırma silahına sarılıyordu. Siyasetin topluma yol gösterme değil, toplumun hoşuna gidecek şeyler söyleme olduğunu ‘keşfetmişti’. ‘Barajlar kralı’ görüntüsü, pek çok şeyi kapatıyordu. Şimdi yükselmekte olan PKK trendini görüyor, buna karşılık askerin arkasına sığınarak milliyetçilik kozunu oynamayı düşünüyordu.

Bir Amerikan büyükelçisinin deyimiyle, “Özal iktidarı bir şey yapmak için, Demirel ise kendisi için ister[di]”. Onu en iyi tanıyan gazetecilerden birisi Hasan Cemal’di. Vefatının ardından şu satırları yazdı:

“12 Eylül Demirel’i yıkmış, ama o yine seçim sandığından çıkmış, önce başbakan, sonra cumhurbaşkanı olmuştu. Bütün bu süreçlerde Demirel hiç kuşkusuz demokratik mücadele vermişti. İktidar koltuğuna oturabilmesi elbette bir ‘demokratik hak’kın kullanımıydı.

Ama şimdi bunları yazarken, Demirel’in özellikle 1960’lı yıllardaki anti-komünist siyasetleriyle demokrasiye indirmiş olduğu darbeler de unutulamaz diye bir not düşüyorum. Burada hep aynı soru aklımı kurcalar.

Demirel altı kere gitti, yedi kere geldi ama demokrasi ne oldu?

Demokrasiye köstek olan temel sorunlar çözüm yoluna girebildi mi Demirel iktidarlarında? Asker meselesi… Ekonomide yapısal sorunlar… Kürt sorunu… Kıbrıs… Avrupa Birliği yolu…”

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin