17/25 Aralık yargılansaydı, nasıl olurdu? [Haber-Analiz: Mehmet Yıldız]

Fotoğraf: AFP

Büyük gün gelip çatmış, dönemin Başbakanı savcıların iddiaları karşısında ‘hırsızlık yapan kızım Fatıma bile olsa elini keserdim’ diyen Peygamberin (SAV) ümmetine yakışır bir tutum sergileyerek tarihe geçmişti. Adeta yolsuzluklara karşı meydan okumuş, ‘hesabını veremeyeceğimiz bir işimiz yok, ben buradayım, istediğiniz her yerde hesabımı veririm’ demişti. Kendinden o kadar emin bir tavrı vardı ki, TBMM’ye parti olarak müracaat edilmiş ve yolsuzluk soruşturmasında adı geçen bütün milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmış, savcıların daha etkili soruşturma yapmalarının önü açılmıştı.

Türk siyasi tarihinde eşine rastlanmayacak bu hesap verilebilirlik karşısında, dönemin başbakanına destek zirve yapmış ve yüzde 70’lere ulaşmıştı. AK Parti ‘AK’ olduğunu bir daha ispatlamış, içindeki çürükleri de bu şekilde temizleme imkanına sahip olmuştu.

17/25 Aralık: Asrın en büyük yolsuzluğu

17/25 Aralık savcıları soruşturmayı derinleştirdikçe adeta lağım patlamış, bütün pislikler ortaya saçılmıştı.

Belediyelerdeki yolsuzluklar, başta Etiler polis okulu arazisi olmak üzere birilerine peşkeş çekilen kupon araziler ve maden ocakları, içine fesat karıştırılmış ihaleler ve bu ihalelerden alınan paylarla ‘Reis’i kayıtsız şartsız destekleyecek Havuz Medyası teşekkülü ve TÜRGEV…

Henüz 30 yaşında bir İran’lı ‘soytarı’ tarafından bakanlara dağıtılan astronomik rakamların havada uçuştuğu rüşvetler, bakan çocuklarının evinde bulunan kasalar dolusu paralar, 700 bin TL’lik hediye saatler ve ayakkabı kutuları içine istiflenmiş dolarlar…

Uluslararası arenada Türkiye’yi zora sokacak, İran ambargosunu delmek için bulunan formül gereği yapılan altın ticareti… Amerikan resmî belgelerinde El-Kaide lideri Usame bin Ladin ile bağlantısından dolayı adı ‘Küresel Terörist’ olarak geçen Yasin El Kadı’nın ülkenin kılcallarına yerleşmesi ve hatırlı bir ‘aile dostu’ olarak ülkemizdeki faaliyetleri gibi birçok konuda titizlikle soruşturma yapılmış ve sonuçta Cumhuriyet tarihinin en büyük ve en müdellel yolsuzluklarına ilişkin 1400 sayfalık bir iddianame hazırlanmıştı.

Adalet sarayında Saray adaletine…

Asrın yolsuzluk davasının görüleceği, Avrupa’nın en büyük adliyesi olan Çağlayan Adliyesi’nde hummalı bir hazırlık vardı. Çağlayan adliyesinin en büyük duruşma salonu bu dava için bir kat daha büyütülmüş ve bütün hazırlıklar tamamlanmıştı.

Asıl büyüklüğün devasa binalarda değil, mahkeme salonlarında yazdığı gibi ‘mülkün temeli olan adaleti’ ne pahasına olursa olsun tesis edecek cesarete sahip hakim ve savcılarla mümkün olduğunu bütün dünya görecekti. Başta da dediğimiz gibi ‘hırsızlık yapan kızım Fatıma bile olsa elini keserdim’ diyen Peygamber’e (SAV) ümmet olmakla öğünen bir Başbakan’ın olması da büyük avantajdı.

Bu dava Asrın davasıydı ve bu isme yakışır bir şekilde yargılama yapılmalıydı. Davaya yabancı basın, milletvekilleri, uluslararası kuruluşlar, AB, BM temsilcileri büyük ilgi göstermişti.

Meğer her şey bir rüya imiş!

Saat tam 09:30 da başlayacak olan duruşmadan yarım saat önce, Dönemin Başbakanı adliye kapısından giriş yaptığı sırada, birden bir gürültüyle uyandım. Kaldığım mahallede elektrikler kesilmiş, jeneratör devreye girmiş, duruşmada yaşananları göremeden uyanmıştım. Meğer her şey bir rüya imiş!

Evet, bir rüya görmüştüm, ülkemin geldiği hazin durumu düşününce gördüğüm rüyanın gerçek olmasını ne kadar çok isterdim. Gördüğüm bir rüyaydı. Tıpkı demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, şeffaflığın ve hesap verilebilirliğin bütün bir toplum tarafından içselleştirildiği, modern ülkelerde olduğu gibi benim ülkemde de tesis edildiğini gördüğüm bir rüya!

Türkiye artık üçüncü dünya ülkeleri liginde

Eğer bu soruşturmalar ve yargılama adil ve tarafsız bir şekilde tamamlanmış olsaydı ne olurdu? 17/25 Aralık soruşturmaları karşısında en kolay ve olması gereken ‘yargı yoluyla aklanma’ yerine ‘Reis’in emrindeki Havuz Medyasının üstün performansı sayesinde halk yığınları ‘çalıyorlar ama çalışıyorlar, olur o kadar yolsuzluk’ noktasına getirildi ve sandıkta aklanma yolu tercih edildi.

Halk farkında değildi. Cebine giren sosyal yardımlar hatırına görmezlikten geldiği yolsuzluk ve rüşvet çok büyüktü, sonunda faturanın kendisine ödetileceğini hesap edemedi. Eğer bu yargılama olsaydı belki şüpheliler ciddi cezalar alacaklardı. Ama Türk adaleti, demokrasi ve hukuk devleti kazanacaktı. Bunun yerine çok daha zor, çok daha yıkıcı, sistemi altüst eden bir yola girildi. Rüşvet ve yolsuzlukları kapatmak uğruna hukuk devleti ilkesi rafa kaldırıldı, yargı yürütmeye bağlandı, özgür basının sesi tamamen kesildi, insanlara ve kurumlara kurulan kumpaslarla kurumlar işlevsiz hale getirildi, ülke liyakatsiz insanlara mahkum edildi ve ekonomi sıfırlandı.

Bugün geldiğimiz nokta meydanda. 2015 yılında Dünya Hukukun Üstünlüğü Endeksinde Türkiye, 102 ülke arasında 80. sırada yer aldı. Türkiye sıralamada bir önceki yıla göre 21 basamak geriledi (3 Haziran 2015, Zaman). Dünya Adalet Projesi’nin (JWP) 2016 Küresel Hukukun Üstünlüğü Endeksi verilerine göre Türkiye, ‘iktidar üstünde en az denetimin olduğu ülkeler’ arasında 6. sırada. 113 ülke içinde 99. sırada yer alan Türkiye, Temel Haklar kategorisinde 105, suç adaleti sisteminde 75, sivil adalet sisteminde ise 86, güveliğin sağlanması kategorisinde ise 98. sıralarda yer aldı. (20 Ekim 2016, Cumhuriyet)

Tarih bugünlere not düşerken kara insanların ülkeye verdikleri zarar ve kötülüklerden ayrıntısıyla bahsedecek ve tarihin derin dehlizlerinde mahkum edecektir.

Türkiye’de adaletin içler acısı hâlinin detayları için bakınız (İngilizce):

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin