Vazife istenir mi, yoksa verilir mi?

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

Başta devlet başkanlığı olmak üzere bakanlık, valilik, hâkimlik gibi kamusal vazifelerin toplumsal hayatın dirlik ve düzeni adına oldukça hayatî bir yeri vardır. Bunların yokluğu durumunda, adaletin gerçekleştirilmesi, hakların ifa edilmesi, can ve mal güvenliğinin sağlanması, suçluların cezalandırılması gibi çok önemli maslahatların gerçekleşmesi neredeyse mümkün değildir. Yönetici ve idarecilerin bulunmadığı yani siyasal bir düzenin kurulamadığı bir toplumda anarşinin, kargaşanın ve fitnelerin önü alınamayacak; hak ve adaletin yerini güç ve iktidar alacaktır. Zira güçlü olan aynı zamanda haklı olacaktır. Dolayısıyla temel hak ve özgürlükler tehlikeye girecek, her yerde hak ihlalleri, zulümler ve acılar baş gösterecektir.

Topluma önderlik yapacak ve onları yönetecek insanların varlığı bu kadar hayatî olduğuna göre, Kur’ân ve Sünnet’in bu konuda ciddi tahşidatta bulunması beklenir. Zira İslâm ulemasının isabetle tespit ettiği üzere İslâmî hükümlerin ana maksadı kulların dünyevî-uhrevî, maddî-manevî fayda ve maslahatlarını gerçekleştirmektir. İnsanların belirli bir siyasi düzen kurmaları ve bir yönetici etrafında toplanmaları da çok önemli bir maslahat olduğuna göre, normal şartlarda nasların bu konuya da çok ehemmiyet vermesi gerekir. Acaba öyle midir? Bu makamların mutlaka doldurulması gerektiğini ifade eden, insanları yönetici ve idareci olmaya sevk ve teşvik eden âyet ve hadisler var mıdır? Acaba Allah ve Resûlü konuyla ilgili mü’minleri nasıl yönlendirmekte ve onlara neleri tavsiye etmektedir?

Bu soruların cevabı doğru bir şekilde verilebildiği ve İslâm’ın yönetimle ilgili vaz ettiği hükümler doğru bir şekilde anlaşılıp uygulanabildiği takdirde hem İslâmiyet’in çok önemli hususiyetlerinden birisi olan insan fıtratına uygunluk boyutu anlaşılacak hem de bu konuda mü’mince bir tavrın nasıl olması gerektiği bilinecektir. Ayrıca konuya âyet ve hadislerin penceresinden bakılabildiği takdirde idarecilerin liyakatiyle ilgili çok daha isabetli yorumlar yapılabilecek, bu işe aday olanlar çok daha doğru kriterlere göre değerlendirilebilecek ve vazifeler de ehil ve liyakatli kimselere tevdi edilebilecektir.

Meselenin detaylarına girmeden en başta kısaca ifade etmek gerekir ki Kur’ân ve Sünnet nasları mü’minleri kamu velayeti gerektiren işleri üstlenmeye teşvik etmek bir yana, bilakis bu vazifelerin ağırlığına ve sorumluluğuna dikkat çekerek ısrarla onları bu işten vazgeçirmeye çalışmıştır. Hatta ilgili âyet ve hadislerden yola çıkan İslâm uleması devlet başkanlığına veya daha alt kamusal vazifelere atanacak insanların taşıması gereken özellikleri sayarken, en başta onların bu işe açıktan talip olmamasını ve hele asla hırs göstermemesini zikretmişlerdir. İyi de o zaman bu durum, toplumsal hayat adına bu kadar önemli olan makamların boş kalmasına ve dolayısıyla ferdî ve içtimaî maslahatların zayi olmasına yol açmaz mı?

Öncelikle Kur’ân ve Sünnet’in konuya yaklaşımını ortaya koyacak sonra da bu soruların cevabını bulmaya, İslâm’ın konuyla ilgili bu yaklaşımının altında yatan hikmet ve maslahatları tespit etmeye çalışacağız.

Kur’ân’ın Konuya Yaklaşımı

İmam Şatıbî, el-Muvafakat isimli ölümsüz eserinde Kur’ân’ın insan fıtratıyla nasıl uyum içinde olduğu, insan tabiatının eğilim ve meyillerini nasıl gözettiği  üzerinde durur. O, Cüveyni ve Gazzali gibi âlimlerin bu konudaki fikirlerini daha detaylı olarak ve misaller vererek izah eder. (Şatıbî, el-Muvâfakât, s. 305) Aynı şekilde Ahmed Reysunî gibi makasıt ilmiyle meşgul olan muasır araştırmacılar da Kur’ân’ın bu hususiyeti üzerinde dururlar. (Reysûnî, el-Muhadarat, s. 85) Onların bu izahları çerçevesinde konuyu anlamaya çalışacak ve arkasından meselenin yöneticilikle ilgisini ele alacağız.

Kur’ân, genel itibarıyla insan tabiatının meyilli olduğu ve nefsin arzuladığı meseleler üzerinde çok durmaz, bu konularda teşvikte bulunmaz ve bunları emretmez. İsterse bunlar din veya dünya hayatı adına zaruri ve çok önemli işler olsun. Bunun sebebi şeriatın bu tür meseleleri fıtrat ve tabiata, onun eğilim ve meyillerine havale etmesidir. Dahası insanların şiddetle arzuladığı, kendisine karşı duyguların çok güçlü olduğu bir kısım meselelerde İslâm -emretme bir yana- bir kısım uyarı ve ikazlarıyla güdü ve dürtüleri dizginlemeye ve nefisleri terbiye etmeye çalışır.

Mesela çalışıp kazanma, hayatın devamlığı adına zaruridir. Eğer bu konuda bir çaba ve gayret ortaya konulmazsa insanlar helâk olur. Fakat konuyla ilgili âyetlere bakılacak olursa bu konuda ciddi bir teşvik ve özendirmenin yer almadığı, emir ve direktiflerin bulunmadığı görülecektir. Bilakis, “Allah alışverişi helâl kıldı.” (Bakara sûresi, 2/275), “Rabbinizden gelecek bir lütfu (kazancı, ticareti) aramanızda size herhangi bir günah yoktur.” (Bakara sûresi, 2/198), “Allah’ın, kulları için yaratıp ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları haram kılmak kimin haddine?” (A’raf sûresi, 7/32), “Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin.” (Bakara sûresi, 2/57) şeklindeki âyetlerin üslubundan da anlaşılacağı üzere bu konudaki âyetler helallik ve mubahlığı bildirmek veya Allah’ın kulları üzerindeki rızık ve nimetlerini hatırlatmak gibi gayelere matuf olarak zikredilmiştir. Çünkü kazanma ve mal edinme arzusu fıtrî ve tabiî bir duygudur.

Aynı şekilde Kur’ân, genel itibarıyla insanların fıtraten iğrendiği ve tiksindiği şeyleri de yasaklama yoluna gitmez. Velev ki bunlar şeriat nazarında kötü ve çirkin fiiller sayılsın. Çünkü insan tabiatı bunlardan uzak durma noktasında zaten yeterli olacaktır. Mesela tayyib ve helâl olan gıdaların tüketilmesiyle ilgili genel bazı emirler bulunsa da necis ve pis olan maddelerin yenilip-içilmesi, vücuda sürülmesi gibi konularda detaylı yasaklar gelmemiştir. Zira bunlardan uzak durma noktasında zaten insan tabiatında gerekli güdüler yer almaktadır.

Başkanlık, imamlık ve yöneticilikle ilgili meselelere de bu pencereden bakmak mümkündür. Kur’an yöneticilerin riayet etmeleri gereken bir kısım genel ilke ve prensipler üzerinde dursa da insanların bu tür makamlara yükselmelerini teşvik etmez, özendirmez. Zira insan fıtratında bu tür makamlara gelmeye karşı yeterince meyil ve arzu yer almaktadır. Hatta idareciliğe karşı olan meyil ve arzular çok güçlü, bu makamın getireceği çıkar ve menfaatler çok yüksek olduğu için pek çok âyette müstebit ve zalim idarecilerden bahsedilmek suretiyle bu konudaki duyguların zabt u rabt altına alınması hedeflenmiştir.

Yöneticilik Talebi Karşısında Peygamberimizin Tavrı

Yöneticilik karşısında hadislerin tavrı ise çok daha açıktır. Peygamber Efendimiz (s.a.s) genel itibarıyla kendisinden valilik veya kadılık gibi vazifeler talep edilmesini hoş karşılamamış, bu tür sahabeyi yöneticiliğin risk ve tehlikelerine karşı uyarmıştır. Mesela O (s.a.s), Ebû Zerr’in vazife talebi karşısında, hafifçe onun omuzlarına vurduktan sonra şunları söylemiştir: “Ey Ebû Zer, sen zayıfsın, memurluk ise bir emanettir. (Hakkını veremediğin takdirde) kıyamet günü utanç ve pişmanlık sebebi olur. Ancak onun hakkını verenler ve onun sorumluluklarını yerine getirebilenler bundan salim kalır.” (Müslim, İmaret 16) Başka bir rivayette Efendimiz’in Ebu Zerr’e yaptığı tavsiye şu şekilde yer almıştır: “Ey Ebu Zer, ben seni zayıf görüyorum. Ben kendim için istediğimi senin için de isterim. Sakın iki kişi üzerine amir olma ve yetim malına velilik yapma.” (Ebû Dâvud, Vesâyâ 4)

Başka bir gün Ebu Musa el-Eş’ârî kendi kabilesine mensup iki kişiyle birlikte Allah Resûlü’nün huzuruna vardığında bunlar Efendimiz’den vazife istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Sen ne diyorsun bu işe ey Ebû Musa?” demiştir. Yanındaki kişilerin asıl maksatlarından habersiz olan Ebû Musa el-Eş’ârî onların bu talepleri karşısında çok şaşırmış ve Efendimiz’e onların niyetlerinden habersiz olduğunu bildirmiştir. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin olsun ki biz, görev isteyen ve bu konuda hırslı olan kimseyi asla işlerimizde istihdam etmeyiz.” (Buhârî, İstitâbetü’l-mürteddîn 2; Müslim, İmâre 14, 15)

Ebû Dâvud’un rivayet ettiği şu hadiste ise Efendimiz’in bu şahıslara karşı uyarısı çok daha sert olmuştur: “Benim nazarımda (veya Müslümanlar nazarında) hıyanette en ileri olanınız vazife talebinde bulunanınızdır.” (Ebû Dâvud, Harac 2)

Ensardan bir adam gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü, falanı görevlendirdiğin gibi bana da görev versen olur mu?” şeklinde bir talepte bulunduğunda Efendimiz yine her zamanki tavrını korumuş ve “Benden sonra adam kayırmalarla karşılaşacaksınız. Havuzun başında bana kavuşuncaya kadar sabredin.” (Buharî, Menâkib 67) şeklindeki sözleriyle şahsın nazarını uhrevî mükâfatlara çevirmek istemiştir.

Peygamber Efendimiz, Mikdam b. Ma’dikerb’e hitaben söylediği, “Ey Kudeym (Mikdamcık), şayet emir (yönetici), kâtip ve ârif (emirin yardımcıları) olmadan ölürsen kurtuldun demektir.” (Ebû Dâvud, Harac 5) şeklindeki sözleriyle de amirliğin ahirette kişi için nasıl altından kalkılmaz bir yük olduğunu işaret etmiş, uzaktan yakından amirliğe talip olmamayı tavsiye etmiştir.

Peygamber Efendimiz’in, “Kim kaza görevini üstlenirse bıçaksız boğazlanış olur.” (Ebu Davud, Akdiye1; Tirmizi, Ahkâm 1) şeklindeki sözleri ise veciz olarak özelde kadılık görevinin, genelde ise kamusal vazifelerin nasıl ağır bir sorumluluk gerektirdiğini izah etmektedir.

Şu rivayette ise Efendimiz, Abdurrahman b. Semüre’yi yöneticilik isteğinde bulunmadan nehyetmenin yanında bunun hikmetine de dikkat çekmiştir: “Ey Abdurrahman, yöneticilik talebinde bulunma! Eğer sen yöneticilik istersen ve bu da sana verilirse, sen bu makamda yalnız bırakılırsın. Şayet istemediğin halde bu makam sana verilirse Allah sana yardım eder.” (Buharî, Eymân 1; Müslim, İmâre 19)

İslâm uleması bütün bu rivayetlerden hareketle, “Amme velayet ve nüfuzunu almak talebinde bulunan kimseye, amme velayeti tevcih olunmaz.” düsturunu çıkarmışlardır. (Tecrîd-i sarîh, 12/231-232) Bediüzzaman Hazretleri de muhtemelen konuyla ilgili naslardan hareketle tâbiiyeti, mesuliyet sebebi ve tehlikeli olan metbuiyete (imamlık, idarecilik) tercih etmenin ihlâsı kazanmada ve ahiret vazifelerini hakkıyla yapabilmede çok önemli bir düstur olduğunu ifade etmiştir. (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 192)

İdarî Makamlar ve İnsan Zaafları

İdarecilik talebiyle ilgili İslâm’ın bu olumsuz yaklaşımının altında yatan hikmet ve faydaları anlayabilmek için idarî makamların getirilerine ve insanın sahip olduğu fıtrata daha doğrusu zaaflara daha yakından bakılması gerekir. En başta ifade etmek gerekir ki idarecilik demek güç ve imkân demektir. Sahip olunan makam ne kadar büyürse sahip olunan iktidar ve imkanlar da o kadar genişleyecektir. İdarî makamlara sahip olma; şöhret, itibar, büyüklük, hükmetme, söz dinletme gibi maddî-manevî pek çok imkânı da beraberinde getirecektir.

Fakat bütün bunlar madalyonun bir tarafıdır. Zira yönetim demek aynı zamanda çok ciddi bir yük ve sorumluluğu üstlenmek demektir. Çünkü o, başkalarına hizmet etmeyi, onların sorunlarına çözümler üretebilmeyi, onların ihtiyaç ve taleplerini karşılayabilmeyi, hak ve adaleti ayakta tutabilmeyi gerektirir. Dolayısıyla idarecilik yapan bir kimsenin vazifesinin hakkını verebilmesi adına vaktinin ve enerjisinin büyük bir kısmını bu işe vermesi, rahatından, zevklerinden ve zamanından çok ciddi fedakârlıkta bulunması gerekir.

İşte bu noktada sorulması gereken hayatî soru şudur:  Bir insan idareciliği niye ister? Bütün bu ağır sorumlulukların altına niye girer? Kul hakkı yeme, beddua alma, bilerek veya bilmeyerek zulmetme, adam kayırma, güç zehirlenmesine maruz kalma, alkış ve takdirlerin altında kalıp ezilme, tiranlaşma, rüşvet ve yolsuzluklara bulaşma gibi pek çok riski bulunan bir makamı niye işgal etmek ister? Özel hayatını, mahremiyetini, zihin konforunu ve hatta bazen aile huzurunu alıp götürecek tehlikeli bir yola nasıl olup da sülük etmeyi talep eder? Siyasetin zorunlu bir gereği olarak pek çok muhalife, aleyhtara ve hatta düşmana sahip olmayı nasıl göze alabilir? Acaba bir insan elindeki en büyük servet olan ömür sermayesini rahat ve huzur içinde tüketmek varken nasıl olur da çatışmaların, kavgaların hiç eksik olmadığı siyaset meydanında heder etmeyi isteyebilir?

Soruları artırabiliriz. Fakat bu konuda ne kadar soru sorarsak soralım verilen cevap değişmeyecektir. Çoğu itibarıyla insanların bu kadar zor ve meşakkatli bir işi talep etmesinin altında, onların sahip oldukları makam hırsı, takdir beklentisi ve tahakküm arzusu yatmaktadır. İmam Gazzâli, Allah yolunda terakki eden bir mü’minin kalbinden çıkacak son dünyalık hırsın yönetme arzusu olduğunu ifade buyurmuştur. Yani insan tabiatında başkalarına söz geçirme, onları önünde el-pençe divan durdurma hususunda öyle güçlü bir eğilim vardır ki, onun verdiği haz ve zevk diğer bütün sıkıntıları gölgede bırakmaktadır.

Modern dönemlerde ortaya çıkan modern devletin aşırı merkezi yapısıyla birlikte devlet yöneticilerinin ve onların etrafından halkalanan kişilerin sahip oldukları imkânlar çok daha genişlediğinden, bu tür makamların elde edilmesi çok daha cazip hale gelmiştir. Özellikle hukukun sözünün geçmediği ve demokratik değerlerin yerleşmediği ikinci veya üçüncü dünya ülkelerinde başa geçen liderlerin kısa süre içerisinde ülkeyi babalarının çiftliği haline getirmeleri ve tek adam rejimleri kurmaları da bunu göstermektedir.

Esasen bu kaçınılmaz bir durumdur. Zira makam ve mevki hırsıyla, daha doğrusu makam ve mevkiin getireceği “nimetleri” düşünerek yönetici olanlar, gözünü diktikleri makamlara sahip olduktan sonra bu makamları şahsî çıkarları adına kullanmaktan geri durmayacaklardır. Bu tür egoist ve çıkarcı yöneticilerin en büyük hedefi kendi durumlarını iyileştirmek, sağlamlaştırmak ve korumak olacağından, halkın maslahatları da, ülkenin âli menfaatleri de, dinî değerlere sahip çıkılması da ikinci planda kalacaktır. Peygamber Efendimiz bu tür kişilerin durumunu şu metaforla anlatmıştır: “Mala ve mevkie düşkün bir adamın dînine verdiği zarar, bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarardan daha büyüktür.” (Tirmizî, Zühd, 43)

Öte yandan yöneticiliği talep eden bir kimse kendisini bu ağır vazifeyi hakkıyla eda etmeye ve adaleti ayakta tutmaya ehil görüyor demektir ki, bu da esasında İslâm nazarında merdut bir düşüncedir. Zira böyle bir düşünce, zımnında, iddiayı, egoizmi ve kendini başkalarından üstün görmeyi barındırır. Hırsla yöneticiliği isteyen bir kişi esasında bu işi başkalarından daha iyi yapacağını düşünüyor demektir. Halbuki İslâm’da asıl olan tevazu ve mahviyettir.

İşte bütün bu sebeplerden ötürüdür ki İslam, yönetimle ilgili meselelerde şahısların öne atılmalarından ziyade, toplum içinden kabiliyetli ve ehil olanların bulunup çıkarılarak bunlara görev verilmesi prensibini getirmiştir. Böyle bir uygulamanın pek çok çatışma ve kavgayı önleyeceğinde, kırgınlık ve küskünlüklere mâni olacağında şüphe yoktur. Zira bu konuda hırslar dizginlenmediği takdirde sınırlı sayıdaki makamlara çok sayıda gözler dikilecek ve bu da mücadele ve çatışmaları beraberinde getirecektir. Mevlana Hazretlerinin ifadesiyle bir sofranın çevresine yüz adam oturur ve birlikte yemeklerini yerler; fakat baş ve lider olmak isteyen iki adam dünyaya sığamaz.

Efendimiz’den sonra gelen dört halifenin tavırları mü’minler açısından tam bir örnek teşkil etmektedir. Mesela ilk halifenin seçimi esnasında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’i aday gösterse ve ona biat edilmesini talep etse de, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’in elinden tutup bu işe kendisinden daha ehil olduğunu bildirerek ona biat etmiş, halk da onu takip etmiştir. Hz. Ömer’i Hz. Ebu Bekir istihlaf etmiş, Hz. Osman altı kişilik bir heyet tarafından seçilmiş, Hz. Ali de yine halkın talebiyle başa geçmiştir. Aynı şekilde Hz. Ömer’e vefatı esnasında oğlunu halife bırakması tavsiye edildiğinde onun cevabı, “Bir evden bir kurban yeter.” şeklinde olmuştur. Bu söz aynı zamanda onun devlet başkanlığına nasıl baktığını da yansıtmaktadır.

Esasında Allah Resûlü’nün (s.a.s), “Bu işe (emirliğe) en çok nefret edenleri insanların en hayırlıları bulacaksın. Onlar (istemeden) bu işin içine düşmedikçe buna talip olmazlar.” (Buhari, Menâkıb 1, Müslim, Fedâilu’s-sahabe 199) şeklindeki sözleri bütün bu hususları özetlemektedir. Efendimiz bu ifadeleriyle mü’mince tavra işaret etmiştir.

İdarecilik Talebinin İstisnası

Bütün bunların yanında bazıları Hz. Süleyman’ın, “Ya Rabbî, beni affet ve bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir hakimiyet lütfeyle!” (Sâd sûresi, 38/35) duasıyla Hz. Yusuf’un, ülke kralına karşı, “Beni ülkenin hazine işlerinden sorumlu bakan olarak görevlendir. Çünkü ben malları iyi korur, işletme ve yönetimi iyi bilirim.” (Yusuf sûresi, 12/54) şeklindeki talebinden yola çıkarak belirli şartlarda yöneticilik talebinin cevazına hükmetmişlerdir. “Neshedilmediği sürece öncekilerin şeriatı bizim de şeriatımızdır.” şeklindeki usul kaidesinden yola çıkarak böyle bir hükme varmak mümkün olsa da, burada göz önünde bulundurulması gereken bir kısım hususların olduğu da muhakkaktır.

İlk başta bu talepte bulunanların her ikisinin de peygamber oldukları göz ardı edilmemelidir. Peygamber olmaları hasebiyle onlar hem vahiyle müeyyettir hem de ismet sıfatını haizdirler. Daha açık bir ifadeyle onlar nefis ve arzulara uyma, insanlar üzerinde tahakküm kurma veya şahsi istikballerini düşünme gibi bir kısım zaaflardan beri oldukları için yöneticiliğin beraberinde getireceği bir kısım risk ve tehlikeler onlar hakkında geçerli olmayacaktır.

Bununla birlikte âlimlerin bazı istisnai durumlarda yöneticilik talebine müsamahayla baktıklarını da burada ifade etmek gerekir. Mesela Elmalılı Hamdi Yazır, herhangi bir vazifeye ehil olan tek kişi kaldığı takdirde bu işin onun üzerine taayyün edeceğini ifade etmiş ve böyle bir durumda bu kişinin vazife talebini cevazında ötesinde vacip olarak görmüştür. (Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 3/3878)

Öte yandan nefsini işin içine karıştırmadan sırf millete hizmet düşüncesinde olan kişilerin de hırs göstermeksizin vazife talebinde bulunabileceği ifade edilmiştir. Aynı şekilde yönetimin bir kısım zalim ve despotların eline geçme tehlikesi de bu konuda erdemli ve liyakatli insanların kerhen de olsa devreye girmesi adına elbette bir ruhsat oluşturacaktır.

Esasında yukarıda zikredilen hadislerin ve konuyla ilgili izahların asıl maksadı da yöneticiliğin sorumluluk ve tehlikelerine dikkat çekmek ve bu işin ehil olmayan liyakatsiz insanların eline düşmesine mâni olmaya matuftur. Yoksa daha önce de ifade edildiği üzere idareyle ilgili işler toplum düzeni adına çok önemli olduğundan mutlaka gerekli vasıfları taşıyan liyakatli insanlara verilmelidir. Bunu sağlamanın en önemli yolu da bu insanların toplum, ehlü’l-hal ve’l-akd vazifesini gören bir heyet ya da yöneticiler tarafından bulunup istihdam edilmesidir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Makale için teşekkür ederim. Sayın Hocam, yazınızda hatalı olduğunu düşündüğüm bir ibare var muhtemelen gözünüzden kaçmış.
    ” Aynı şekilde Kur’ân, genel itibarıyla insanların fıtraten iğrendiği ve tiksindiği şeyleri de yasaklama yoluna gitmez. Velev ki bunlar şeriat nazarında kötü ve çirkin fiiller sayılsın.” cümlede ‘yasaklama’ emir olacak zannediyorum. Devam eden cümlede de sorun var. Selametle kalın…

  2. Benim cikardigim yorum su sekilde.
    Ozaman biz yoneticilik ile alakali is ilanlarina basvuru yapmayalimmi?
    Devlet ve sirketler halki karis karis gezip sen bu gorevi ustlenmek istermisin diye sormuyorlar. Ozellikle bati da bu tur isleri herkese acik birakiyorlar ve vasif ve motivasyonlarina binaen ise aliyorlar. Yani kendinizi bir sekil pazarlamaniz lazim. Yoksa estagfirullah ben bu ise layik degilim ama ilani acmissiniz bi basvuru yapim dedim diyerek mi olacak. Yazi cok ilmi olmus. Pratige bakan pek bir yonu yok. Bu kismi da acarsaniz mutlu olurum

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin