Twitter’da tartışamıyoruz, peki nerede tartışıyoruz?

YORUM | YAVUZ ALTUN

2018, Birinci Dünya Savaşı’nın sona erişinin yüzüncü yılıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını netice veren ve “ecdadın” tam yedi cephede birden kan döktüğü bir savaştı. Ancak Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti’nde bu konu pek ilgi görmedi. Peki, neden?

Bazıları bu soruya sonrasında gelen Kurtuluş Savaşı’nın etkisi diyor ama bence en önemli sebep, hakiki manada yazılı bir kültüre sahip olmayışımız. Zira Kurtuluş Savaşı’nı da hakkıyla “idrak ettiğimiz” söylenemez.

Türklerin ilk yazılı eserleri 6. ya da 8. yüzyıla dayanıyor. Araplar, Müslümanlıktan önce yüksek bir sözlü kültüre, kudretli şairlere sahipler ama Kur’an’dan önce yazılı bir gelenekten bahsetmek zor.

Buna mukabil, milattan önce Antik Yunan’da çeşitli konularda yazılmış çok sayıda eser bulunuyor. Homer’in hâlen okullarda okutulan ve edebiyatın önemli bir kaynağı sayılan Odyssey ve İlyada eserleri (her ne kadar sözlü kültürün parçalarından derlenmiş olsalar da) milattan önce sekizinci yüzyılda yazılı hâle getirildi.

Bilimsel tarih anlayışının “babası” sayılan Tukididis, başyapıtı Peloponez Savaşları’nın Tarihi’ni milattan önce beşinci yüzyılda kaleme aldı.

Platon’un siyaset biliminin doğuşu kabul edilen Devlet isimli eseri, takriben milattan önce 380 yılına aittir.

Müslüman bilginler, onuncu ve on birinci yüzyıllarda bu eserlerden etkilenmiş, onları geliştirmiş, yazılı eserler vermişse de, bu çabalar İslam dünyasında (Türkleri de içine alarak) tam anlamıyla bir yazılı kültür oluşmasına yetmedi.

Zira okuma/yazma kültürü, yönetici sınıfın ve dinî önderlerin tekelinde olmuş, toplumda yaygınlaşmamıştı.

Ortadoğu’da, Sümerler ve Mısırlılar gibi geriye hayli sofistike yazılı eserler bırakmış medeniyetler gelip geçti fakat buradan bir yere varılamadı.

Zaten Türklerin 8. yüzyılda tarihe emanet ettiği Orhun Kitabeleri’ni de ilk olarak Danimarkalı bir arkeolog “okudu”.

UNESCO’ya göre, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’da okuma yazma oranı yüzde 20 ila 30 arasındaydı. Ortalamayı gayrimüslimlerin yükselttiğini söylemek de mümkün.

Aynı dönemde İngiltere, Almanya, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde okur yazar oranı yüzde 90’a yaklaşmış durumda.

Hâliyle o ülkelerden savaşa katılanlar, eve döndüklerinde bu tarihî deneyimi yazıyla kaydetmeye koyulurken, Osmanlı’da yedi cephede savaşmış insanlar, belki sadece anılarını eşe dosta anlatmakla yetinmişti.

Bu da, tarih bilincini etkileyen en önemli unsurlardan birisi. Latince’de bununla ilgili veciz bir söz de var: Verba volant, scripta manent. Söz uçar, yazı kalır.

***

Peki bu “yazılı kültür” neden bu kadar önemli?

Amerikalı kültür eleştirmeni ve medya teorisyeni Neil Postman’a göre, kelimelerin yazıya geçirilmesi ve matbaanın gelişmesi, fikirlerin uzun boylu tartışılmasına imkân verdi. Analitik düşüncenin üretilmesini, geliştirilmesini, münazara edilmesini, karşı çıkılmasını, ileriye taşınmasını sağlayan bir kültür havzasını oluşturdu.

Yazılı kültür olmasaydı, bütün bu fikirler belirli bir zamanda, kısıtlı bir topluluk içinde konuşulup, tartışılıp yok olacaktı.

Postman ancak bu yazılı kültür sayesinde ortaya çıkabilen “olgun tartışma ortamı”nın şu özelliklere sahip olduğunu aktarıyor: Sofistike biçimde kavramsal, çıkarımlara dayalı ve sıralı şekilde düşünme gibi kabiliyetlere sahip; mantık ve düzene kıymet veren; çelişkiye mahal vermeyen, çelişkilerden tiksinti duyan; mesafeli yaklaşabilen, objektif; ve cevabın geç gelmesine karşı hoşgörülü, sabırlı.

Bu tartışma ortamı, entelektüel birikimin olmazsa olmazıydı.

Ve ancak böyle bir birikimle daha iyi bilimsel çalışmalara imza atabilir, daha iyi edebiyat yapabilir, politik ve ekonomik alanda ilerleme sağlayabilir, modern, şehirli toplumların karmaşık sorunlarına hitap edebilir, sağlıklı bir hukuk sistemi ve kamusal iletişim oluşturabilirdiniz.

Geçmiştekilerin fikirlerini yazılı olarak bulmak, onlar üzerine düşünmek, konuşmak, tartışmak ve bunları eğitim sisteminin, medyanın, entelektüel sınıfların, hatta toplumun hemen her kesiminin farklı seviyede bir alışkanlığı hâline getirmek, sonra buradan çıkan yeni fikirleri kâğıda dökerek gelecek kuşaklara emanet etmek, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki Batı dünyasının aşina olduğu “yazılı kültür”ü özetleyecektir.

Bizdeki “okumuyoruz” yakınmalarının aslında odaklanması gereken nokta da burası. Mesele sadece çok kitap okumak değil çünkü. Kendini yazarak ifade etmeyi, yazarak düşünmeyi öğrenmek de gerekli.

***

Sözlü kültürden yazılı kültüre geçişin etkilerini araştıran Amerikalı tarihçi Walter Ong’a göre, sözlü dünya geçicidir. Sadece kısa bir an hayatta kalabilir. Kişiler arası ilişkilere, hafızaya dayanarak var olur. Nihaî, kümülatif işler üretmez. Bunun yerine, rahatsız edici, ritmik, kolay ezberlenebilir, nükteli ifadeleri tercih eder.

Güçlü bir sözlü kültüre sahip Arap dünyasının kuvvetli şairlere sahip olmasının sebeplerinden birisi bu. Türkiye’de de tartışma kültürünün genelde muhatabın moralini bozacak kafiyeli polemiklerle dolu olması, bunun bir parçası.

Ong, sözlü kültürde yetişmiş bir zihnin psikodinamiğinin yalnızca karşılıklı konuşmaya odaklı ve belirli formüllere dayalı işlediğini savunuyor. Bu zihin ağırlıklı olarak, ileri geri giden, düzensiz, laf kalabalığına giren, dolambaçlı, daha az analitik, adeta uç uca iliştirilmiş (eklektik) bir retorik üretiyor. Düşmanca muhalif, her şeyi kişisel algılamaya ve katılımcı (taraftar toplayıcı, popülist) olmaya yatkın bir yapı teşkil ediyor.

Bu, sözlü kültürün hiçbir değer üretmediği anlamına gelmiyor elbette. Ancak sözlü kültürün daha az hatırladığını ya da daha çabuk unuttuğunu söylemek mümkün.

Batı medeniyeti aşağı yukarı detaylarına vakıf olduğumuz üç bin yıllık süreçte çok sayıda büyük çaplı kriz yaşadı, Roma’nın yıkılışıyla girdiği Karanlık Çağlar’dan ve akabinde Kilise’nin taassubuyla yaşadığı Orta Çağ’dan yine güçlenerek çıkabilmesinin sebebi, yazılı kültüre sahip olmasıydı. İki dünya savaşının ardından kıtanın üzerine çöken kasvetten de yine bu kültürel birikim sayesinde çıkabildi.

Geçmiş, her zaman yeniden göz atılacak, dersler çıkarılacak, yanlışları düzeltilecek şekilde orada duruyordu.

Sözlü kültürde ise çoğunlukla “o an” vardı. Birbirini tekrar eden iktidar savaşlarını, dün ve bugün söylenen farklı sözleri, toplumsal hafıza sorununu açıklayan şeylerden birisi bu.

***

Gelgelelim, içinde yaşadığımız dönem istisnaî bazı özellikler de taşıyor. Mesela Amerika’da yaşayan teknoloji sosyoloğu Zeynep Tüfekçi, bugün içinde ne yapacağımızı bilmez hâlde kalakaldığımız sosyal medya ortamını “sözlü kültüre” benzetiyor.

Twitter’da her ne kadar yazılı iletişim kursak da, diyor Tüfekçi, aslında oradaki “tavır” tam da Ong’un sözlü kültür tarifine uygun. Hatta Tüfekçi, Türkçe Twitter’da bunun daha baskın olduğunu da ileri sürüyor.

Bu sebeple de, Twitter’ın tartışma ortamını öldürdüğünü düşünenlere karşı, farklı bir argüman geliştiriyor: Twitter’da analitik ve verimli bir tartışma beklemeyin. Mümkünse, bundan kaçının.

Tüfekçi’ye göre Twitter, bir tartışma zemini ya da bir bilgi paylaşım platformu olmaktansa hayatın kendisi gibi. İnsanların kişisel hayatlarına pencere açtıkları bir yer. Orada çok sayıda “anlamsız” ya da “absürt” şey görüyor olabiliriz. Fakat aslında gördüklerimiz hayatta hep olan şeyler, sadece bize yeni görünüyorlar.

Gerçekten de insanlık tarihinin hiçbir zamanında bu kadar çok insanın günlük hayatına, aynı anda bu derece maruz kalmamıştık. Twitter tek başına değil üstelik; diğer sosyal medya platformları, özellikle YouTube gibi video siteleri de dâhil ettiğimizde, karşımıza yepyeni bir tecrübe çıkıyor.

Bunun insanlık durumunu daha da derinden etkileyeceğini düşünenler var. Onlardan biri Danimarka’dan Thomas Pettitt. Ses ve görüntü kaydı, televizyonun icadı ve şimdi de İnternet’in insanlığın “sözlü kültüre” dönüşünü hazırladığını düşünüyor Pettitt. Hatta yaşadığımız bu sürece Gutenberg parantezinin kapanması olarak bakıyor.

Tabi, asıl bahsettiği şey “metin” denilen mecranın, eskisi gibi kesin ve değişmez olmayacağı bir durum. Tabiri caizse, metnin kutsallığından çıkacağımız bir dönem.

Bu yeni durumun tek etkisinin bu olmayacağını düşünüyorum. Bugün sınırlarını fazla anlayamasak da, İnternet’le birlikte değişen dünyamız bizden sonraki kuşakları çok farklı bir kültür dünyasıyla başbaşa bırakacak. Televizyonun gücü, gündelik hayatı tamamen bir “reality show”a dönüştürmeye yetmemişti. Ancak İnternet (ve bu imkânı kullanmamıza yarayan cihazlar), bu noktada daha kalıcı bir etki bırakacak gibi görünüyor.

Yazılı kültürün soğukkanlılığı, yerini sözlü kültürün yoğun duygusallığına bırakıyor. Bu da, insanları yönlendirmeye daha açık hâle getiriyor.

Batı’da yazılı kültür, bu yeni sözlü/yazlı kültürü besleyecek kadar gelişkin. Ancak arkasını dayayacağı sağlam bir kültürü olmayanlar için yeni dönem, oradan oraya savrulmakla geçebilir.

Bu kasvetli ve kaotik dönemden sonra toplumlar bir “uzlaşma zemini” aradığında geri dönebilecekleri bir “olgun tartışma ortamı” bulabilecekler mi? Sorunumuz budur ve sanırım yeni teknolojileri kutuplaşma değil de diyalog için kullanmanın yollarını aramaktan başka çaremiz yok.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Harika… Gerçekten harika. Ağzınıza sağlık.
    Hani başlarken “fena bir giriş değil” dedim.
    Birkaç satır sonra, Ahmet Davutoğlu’nun Bilim ve Sanat Vakfı’ndaki seminerlerinin ilk saatleri geldi aklıma.
    Daha sonra “vicahi kültürden, yazılı kültüre geçilmesi” konusundaki tavsiye.
    Sonra Ali İhsan Tola Abimizin, “muavvizeteyn okuyoruz ama kabul olmuyor” diyen bir yakınına “öyleyse yaz” demesi.
    Yazmanın gerekliliği konusunda Abdullah Aymaz Abinin yazıları da enfes…
    Makalenizin tamamı defalarca okunabilecek nitelikte. Ağzınıza sağlık…

  2. Kitapları okumakla yetinmemeliyiz,O’na dönüşmeliyiz….
    7 days in Entebbe………

    Yukarıdaki cümle kutsal kitaplar kabullenişi ile analiz edildiğinde bütün beşeriyet diyalog noktasında hem fikir olur zannederim…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin