Tenkil

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

“Ortadan kaldırdılar bizi. İşkenceden geçirdiler, hapislere attılar nedeni-nasılı şaibeli, ihraç ettiler işimizden gücümüzden bir gecede, soğuk denizlerde, nehirlerde boğdular, geçmeye çalışırken bir bilinmeze, kaçarken. Çoğumuzu trenlere doldurup toplama kamplarına götürdüler, geriye milyonlarca çift ayakkabı, yüz binlerce gözlük ve altın diş, tonlarca saç bırakarak! Ortadan kaldırdılar bizi: ya öldürdüler, ya açlığa ittiler, ya başka diyarlara zorladılar kimilerimizi! Ama ortadan kaldırdılar. Yoktuk artık, doğduğumuz yerlerde. Ve uzun zaman alacaktı, vardığımız yerde doğduğumuz yerdeki gibi hissetmemiz; o da sağ kaldıysak elbet.”

1930’ların sonları yaklaştığında Almanya artık yaşanmaz bir hal almıştı birçokları için. Tabi en başta Musevi Almanlar – Yahudiler deyince insanlar ayrı bir milletmiş gibi anlıyor; hayır, Almandı onlar – olmak üzere, olanak bulan birçok rejim muhalifi solcu, Katolik, Roman, bedensel özürlü ülkesini terk etmeye başladı.

Almancada “Vertreibung” denen, tenkil oluyordu. Yani “tepelenip sindirilmeye”, “başkalarına ibret olacak cezalara”, uzaklaştırılma ve etkisiz hale getirilmeye, topluca ortadan kaldırılmaya, bulundukları yerden başka bir yere gitmek dışında seçimi kalmamaya maruz bırakılıyorlardı. Tenkil enteresan bir Osmanlıca kavram, tüm bu bahsettiğim ayrıntılı eziyet ve takibatları altı harften ibaret bir sözcükle açıklıyorsunuz! Dilin bu kestirme yol bulucu yönü bazen irkilmeme yol açar. Tenkil de böyle bir kelime işte.

Minnacık bir sesin içine milyonların acısını ve kaderini sığdırıveriyorsunuz. Büyük bir despotluğun ve insanlık suçunun “son çözümünü” çenenizi çok yormadan bir çırpıda söyleyiveriyorsunuz. İşte bu Almanya’yı terk eden milyonlar, ülkelerini güler yüzle terk ediyorlardı. Ellerinde çoğu zaman – o da varsa eğer – bir tahta bavul, bazen bir geminin güvertesinde üçüncü sınıf, bazen bir trende, her istasyonda yürekleri ağızlarına gelerek, kimi zaman ise yaya, dağları-ovaları aşarak, şanslılarsa tabi bir otomobilde, hepsinin tek ortak yönü – arkalarına bakmamak! Ve gidiyorlardı, arkalarından mendil sallayanları olmaksızın.

Giderken çoğu terk ettikleri evlerinin kokusunu bir daha alamayacaklarının, komşularıyla sohbet ettikleri kaldırımlarda bir daha yürüyemeyeceklerinin, selam verdikleri fırından ekmek alamayacaklarının veya okullular okullarının bahçesinde bir daha koşturamayacaklarının bilincindeydiler. Geriye dönmemek üzere, kaçarcasına acele ederek, fazla da detaya girmeden geride bırakmak istemek bir ülkeyi! Çoğu için vatanları daha terk etmeden kaybolmuştu zaten. Vatanın kaybı, saatini veya kalemini kaybetmek gibi olmaz ki! Bazen bir şey varken de kaybedilir çünkü. İlla göremediğin zaman kaybolmaz vatan, mesela. Bir histir çoğu kez, gerçek pasaportun, sen bilmesen de. Bazen de pasaportun elindeyken bile sen onun yabancısı olmuşsundur hatta. İşte böyleydi giderkenki hisleri kaçanların.

Kaçanın her zaman kaybedecek bir şeyi vardır

Tenkile uğrayanlar kovulmuyorlardı bile. Çünkü ülke dışına çıkmaları rejim için onların kurtuluşuydu. Kararlar verilmiş, ortam hazırlanmış, Alman halkının ezici çoğunluğu bu “devlet düşmanlarının” kendilerine hazırlanan sonu hak ettiğini düşünüyordu. Bu kahir ekseriyete dâhil olmayan bölümündeki vicdanlı olanlar ise, hayatta kalma dürtüleri gereği susuyorlar, başlarını öteki tarafa dönüyorlardı. Esas olan kovulmak değildi bu nedenle, kaçmaktı. Arkalarında koca bir devlet, polisiyle, askeriyle, gizli servisiyle, organize bir suç örgütü gibi, sadece yasalarını delerek değil, kaldıysa insanlıklarını da mesai saatinde ertelemenin bir yolunu bularak, peşlerinde kaçanları kovalıyor, kaçmalarına engel olmaya çalışıyordu. Kaçmaya kalkışanların kaybedecekleri bir şeyleri var mıydı, kaçınılmaz sonu yaklaştırmak dışında? Bu kalpsiz bir soru olurdu. Çünkü hiç kimse kendisini sona hazırlayamaz yeterince, her ne kadar bu son meselesi literatürde çok idealize edilse ve romantikleştirilmeye çalışılsa da. Öyle roman kahramanları gibi cellâdına meydan okuyarak yolculuğun acı sonuna varan çok insan yok! Hele de çocuklarını ve eşini kurtarmak için yola çıkanların böyle gayrı insani bir cesaretle, meydan okumayla yola vurduklarını zannetmeyin! Bu nedenle, evet, kaçanın her zaman kaybedecek bir şeyi vardır aslında! Sevdiklerinin yaşamlarının sorumluluğu vardır. Bu zaten dünyanın en ağır yükü değilse, nedir!

Evet, kaybedilen ülkeden kurtuluş, dünyayı görmenizi sağlar. Öyle de oldu. Ve sığınmacılar aslında doğdukları yerin ülkeleri değil, bu koca dünya olduğunu gördüler. Bunu görmekten başka bir seçenekleri yoktu ki! Kendi ülkelerinde öteki olan, şeytanlaştırılan, insanlıkları ellerinden kanunla alınan, yüzlerine tükürülen, işyerleri yağmalanan, sadece dinsel, yaşam biçimsel veya fikirsel farklılıklarından dolayı ayrımcılığa maruz bırakılan, işlerini ve statülerini, hatta vatandaşlıklarından ileri gelen en temel haklarını yitiren bu insanlar, artık bir yolculuğa çıkmışlardı. Kaçış yolculukları bitmiş, görünmez bir hedefe, göç ettikleri topluma “varma” yolundaydılar. Fiziksel olarak bir başka memlekette olmak işin kolay tarafıydı. Gidilen yerde oranın dilini öğrenmek, ama öyle-böyle değil, duygularınızı betimleyebilircesine! Ve arkadaşlar, komşular, meslektaşlar edinmek! Mahallelerine ve kentlerine alışmak, öyle ki konuşurken “bizim mahallede” veya “bizde” diyebilmek! Çok uzun bir menzildi, çok zor bir yoldu, çok sancılı ve gelgitlerle dolu bir süreçti.

Gidilen yerde çoğu zaman her şey tozpembe değildi haliyle

Başka bir kültür ve mantalite, başka bir iklim ve gelenek – fakat o da ne, işte çocukları okullarında arkadaşlar edinivermişler, mahallede onlarla buluşur, oyun oynar olmuşlar, hatta gittikleri yerin dilini bile konuşmaya başlamışlardı il birkaç aydan sonra! İş bulmasalar da örneğin, gece vakti kapılarını tekmeleyecek polisler olmadan deliksiz uyumak nedir, bunun değerini anlamışlardı. Artık Almanya iyi ki çok uzaklardaydı. Almanya’yı düşünmek bile acı veriyordu. Orayı özlemekten nefret ediyor, dişlerini sıkıyor, kendilerine hayıflanıyor ve aptal olduklarını aynanın karşısında fısıldıyorlardı, yüzlerini soğuk suyla yıkadıktan sonra! Ama Almanya acı vermeye devam ediyordu yine de. Ve sıklıkla geride bıraktıklarını düşünüyorlardı. Bazen de mesela eski bir aşklarını veya ne bileyim bir lise arkadaşlarını! Ancak her şey değişmişti. İnsanlar aynı insanlar gibi birbirlerine benzeseler de, sanki onlar gitmiş, yerlerine hiç tanımadıkları, tanımak da istemedikleri yabancılar gelmişti. Yılların hukuku denen o kadim dostluklar vardır ya hani, işte onlar Almanya olmuş, verdikleri acının utancı ve şaşkınlığıyla gözyaşlarına dönüşmekteydiler. İşte yabancıların yerlileşmeye başlaması böyle bir şeydi. Gidilen toplumda dışlanmaktan daha kötüsü, kendini fanusa almak, izole etmekti. Gittikleri yerde selam verecekleri bir yeni fırıncı bulmak ya da ilk kez mahalledeki bir yerli komşusuyla ayaküstü sohbet etmek, dev adımlardı. Akşam eve gidince, çocuklar uyuduktan sonra olumlu olumsuz ne olduysa birbirine anlatırken karı-koca, her geçen gün Almanya’nın biraz daha ufaldığını, görünmezleştiğini, üzerlerindeki gücü kaybettiğini göreceklerdi.

Almanya gerçekten de ufaldı, görünmezleşti, üzerlerindeki gücü kaybetti – sadece onların kalplerinde değil, savaşta da. Ve bir gün Almanya yerle bir olmuş, tarihinin karanlığına gömülmüş, onurunu ve bağımsızlığını yitirmiş bir şekilde asker postallarının ritmik sesleriyle beraber teslim oldu! Hitler intihar etti, Naziler yargılanmaya başladı. Onları avlayanlar, artık av olmuş, onları göçe zorlayanlar artık kaçak konumuna düşmüşlerdi. Onlar için çok geçti. Görevlerini kötüye kullanan ve o zulme yardım eden tüm memurlar takibata alındı. Almanya dört sektöre bölündü. Doğuda Kızıl Ordu girdiği her kent, kasaba ve köyde en az Nazilerin kendilerine yaptığı kadar alçakça, kadınlara ve çocuklara musallat oldu. Fakat tenkilden kaçanlar bir şey hissetmediler. Başlarına gelenler, empati yapmalarını güçleştiriyordu! Almanya’nın başına gelenler, onlara olanın bedeli miydi? Onları yersiz yurtsuzlaştıran Almanya’nın bu başına gelenlere ne üzülüyor, ne seviniyorlardı! Almanya onları yurttaşlıktan atmıştı ama onlar Almanya’yı gönüllerinden silmişlerdi. Tenkile uğrayanlar için cevap vermeleri gerek esas soru da bu duygu temelinde yanıtlanacaktı.

Tenkil buydu

Savaş sonunda artık tehlike geçmişti. Geri dönebilirlerdi. Ama geri dönecekleri ülke, kendi Almanya’ları olmayacaktı. O Almanya bindikleri geminin güvertesinde gittikçe ufalan ülke de değildi zaten. Karikatürlerini yayınlayan gazeteler, mahallede bir anda selamı kesen fırıncı, gördüğünde başını çeviren komşu, Hitler’in konuşmalarında kullandığı aşağılayıcı sözcüklerden daha inciticiydi. Almanya o günlerde kaybolmuştu. Ne aldıkları eğitim ve diplomaları, ne doğdukları-büyüdükleri kentin mahalleleri, ne sinemaların, futbol sahalarının ve alışveriş yerlerinin anıları, ne de anne babalarının mezarları! Hiçbir şey Almanya’yı eskisi gibi yapamadı. Tenkil buydu. Acaba tenkili gerçekleştirenler bunu biliyorlar mıydı? Bunu düşünmüşler miydi? Acaba onların neyi planlayıp neyi düşündüğünü kaçaklar merak etmişler miydi?

Geri dönmediler

Dönmediler, çünkü göz ettikleri topluma “varmışlardı”. Fiziksel olarak geldikleri ülkede, oranın parçası olmuşlardı. Çocukları artık Almanca kendi aralarında konuşmuyordu. Almanya’yı hatırlamıyordu. Bazıları yeni ülkede doğmuş veya hayatlarının çok büyük kısmını o ülkede geçirmişlerdi. Birinci nesil içinse anılardaki Almanya, savaşın acımasızlığında yerle bir olmuş binaların parçalanan tuğlaları gibi, onarılmaz biçimde tümüyle ortadan kaybolmuş, yok olmuştu. Kaçtıklarında gidecek başka yerleri yoktu. Gidecek başka bir yerleri olduğunda, gitmeleri için bir neden de kalmamıştı. Tenkil bitmişti artık. Acılar, zamanla yerlerini rutine bıraktılar. Almanya, artık nadiren rüyalarında, artık olmadığı şekliyle, aynı her şey normalken olduğu gibi, sanki o tenkil hiç yaşanmamışçasına, karşılarına çıkacaktı. Ve o rüyalar bir şekilde o kaçtıkları günkü korku, panik ve nefretle karışık ruh haliyle bitecek, kan ter içinde uyandıklarında, orada olmadıkları için şükredeceklerdi. Çoğu Almanya’ya bir daha hiç gitmedi, ziyaret için bile olsa.

“Artık kim olduğumu, o tenkil tanımlıyor benim! O olmadan ben kim olduğumu bilemiyorum. Bugün kimsem, o tenkilden sonra var oldu. O tenkilden önce ben kimdim, hatırlamıyorum.”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin