Soru-Yorum

Analiz | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

Hak savunurken taraf gözetmek, haksızlık üretmiyor mu? İnsanları aidiyetlerine göre sınıflayarak, haklı olup olmadıkları konusunda akıl yürütmek, ne zamandır vicdanen ve etik olarak kabul edilebilir bir tutum olarak kabul görür oldu?

Eğer ortada bir suç varsa, bu suçun kanıtlarla ortaya konulması, suçluluğun ispatlanması değil midir hukuksal yol? İşlenen suçların bireysel olduğu, yani hukuki terimle suçun şahsiliği ilkesi eğer uygulanmıyorsa, adalet sisteminin görevini yaptığı söylenebilir mi? Örneğin, bir hukuk devletinde babasının işlediği öne sürülen suç nedeniyle çocuğu, anne-babası ya da eşi yaptırıma tabi tutulabilir mi? Yasada yer almayan suç olabilir mi? Kişilerin birileriyle telefonda konuşmuş olması ya da daha da ötesi, Twitter’da makbul görülmeyen takma isimli hesaplar tarafından takip ediliyor olması, suç kanıtı teşkil eder mi? İşkence altında alınan ifadeler ne zamandır geçer akça kabul edilir oldu? Birinin ideolojik, dinsel, siyasal, kültürel veya başka türden bir gruba ait olması, hatta bırakın ait olmayı sempati duyması, ve hatta ait olmasa da veya sempati duymasa da sadece ilkesel olarak o gruptan olan haksızlığa uğramışlara destek vermesi, hak ve hukuk talep etmesi, suç nedeni olabilir mi?

Bir kişi veya grubun basında hep bir ağızdan suçlu ilan edilmesi, devletin, medyanın, siyasetçilerin ve propaganda mekanizmasının hep beraber bir kişi ve grubu ispatı olmayan suçlarla itham etmesi, o kişi veya grubun gerçekten de itham edilen suçları işlediğine kanıt kabul edilebilir mi? Oylama yaparak “çoğunluk buna inanıyor” şeklinde bir yaklaşım ne zamandır hukuksal bakımdan kabul edilebilirliği olan kanıtların yerini aldı?

Bir gruptan bazı bireylerin bir suça karışmış olmaları söz konusu olsa bile, bu işlenen suçun kolektif ve organize bir suç olduğunu, hiyerarşik bir örgütsel yapının karar alma sürecince kararlaştırıldığını ispatlamaya tek başına yeterli midir? Suçun örgütlü ve organize bir suç olduğunun ispati yönünde somut kanıtların ortaya konması gibi bir durum söz konusu olmaksızın, o grubun içinde ya da yakınında bulunanlara yönelik bir yasal takibat yapılabilir mi?

Eğer suçlu ilan edilen ve hukuka başvurma gereği hissedilmeksizin ipi siyaseten çekilen bu grubun ve ona yakın olan bireylerin, suç olduğu iddia edilen ve öne sürülen davranış ve filleri, şu an bu suçlamaları yapan siyasi iradenin gözleri önünde, onun bilgisi, onayı ve hatta doğrudan katılımı ve işbirliği ile gerçekleşmişse, bu iddiaları ortaya atan siyasi iradenin de aynı takibatlara uğraması gerekmez mi? Eğer bu olmuyorsa, bu durumdan şüphelenmemiz olağan dışı mıdır? Suçlu ilan edilen grubun daha önce siyasi irade ile işbirliği içindeyken, bir anda siyasi iradenin bu grubun ortaklıkları döneminde işlendiği öne sürülen suçlar nedeniyle kovuşturulması, siyasi iradenin dürüstlüğü ve inandırıcılığı bakımından bize ne söyler?

‘İltisaklı’ diye insanlara eziyet ediliyorsa, siyasi iradenin hala haklı olduğunu düşünebilir miyiz?

Bu siyasi irade, örneğin bu gruba yakın olan bireylere kamusal pozisyonlarda kadro açtıysa ve onların belirli bürokratik konumlara gelmelerini sağladıysa, ve şimdi o grubun “kamuda örgütlendiğini ve devleti ele geçirmeye çalıştığını” öne sürüyorsa, bunu o grubu takibata almak için baş neden olarak sayıyorsa, bu siyasi iradenin – kendi mantığından hareketle – suç ortağı olduğunu açıkça kanıtlamaz mı? Eğer siyasi irade, bu iddialarını kanıtlarla açıkça ispatlayamıyor, sadece propaganda metotlarına ve ucuz bir diskura sığınarak ceberut bir şekilde takibata alınan grupla “iltisaklı” oldukları gerekçesiyle insanlara kitleler halinde eziyet ediyorsa, bu siyasi iradenin hala haklı olduğunu düşünebilir miyiz?

Tüm bunları yapan siyasi irade, aynı zamanda ülkenin geçerli anayasasını rafa kaldırmışsa, gücünü kullanarak mahkemeleri kendisine bağımlı hale getirmişse, binlerce yargıç ve savcıyı, polis ve diğer kamu personelini kendilerine bağlı çalışmadıklarından dolayı işinden atmış, hatta o takibata alınan gruba yardım ve yataklık etmekle suçlayarak hapse atmışsa, en azından “yahu bu durumda bir tuhaflık yok mu birader” demeyecek miyiz? İnsanların çoluk çocuğu bu takibata uğratılan grubun olduğu bilinen okullarında okudular diye hapse atılıyorsa, ya da işinden oluyorsa, insanlar o gruba ait olduğu söylenen bankaya para yatırdıkları ya da o bankadan kredi kullandıkları gerekçeleriyle tutuklanıyorsa, o siyasi iradenin damadı olan ve – bu sayede – bakan olarak atanan zatların da takibata alınmaları gerekmiyor mu? En azından o bankanın devlet denetiminde bir banka olduğu, madem suç örgütü ile bağlantılı, o halde neden devletin denetim mekanizmalarınca bunun ortaya konmadığı, eğer cidden suç varsa ortada, o halde siyasi iradenin de en hafif değimiyle ihmali olduğu gibi noktaları ortaya koymayacak mıyız?

Sadece herkes hemfikir, hep bir ağızdan “işte suçlu!” diye parmağıyla işaret ediyor diye, tüm bu çelişkileri görmezden gelerek, adeta akıl ve vicdanımızı iptal edip, hep bir ağızdan koroya katılmadık, yangını yellemedik diye eğer bize de “işte bunlar da o gruptan!” diyerek linç etmeye kalktıklarında da mı uyanmayalım? Hep beraber ilk koyunu takip edip sırayla, birer-birer uçurumdan düşerken, yere çarpma anına kadar bile hala o ilk koyuna itimat etmek, nasıl bir hipnoz gerektirir? Ardı ardınca sağlam soru sormak ve doğruyu aramak yerine, “aman bana ne canım” veya “oh olsun onlara” demek, uzaktan bakıp, iki nefret ettikleri düşmandan birinin diğerini yemesini büyük bir hazla izlemek, bu durumdan strateji devşirmek, en azından akıl ve etik bakımlardan sorgulanmayı hak etmiyor mu?

Devleti ele geçirdiği iddia edilen grubun elimine edilmesinden açılan inanılmaz sayıdaki kamu pozisyonlarına yandaşlar doldurulurken, bu devleti ele geçirmek olarak değerlendirilmiyorsa, bunun tutarsızlığını sorgulamayacak mıyız? Hani “devleti ele geçirdi” diye suçlanıyordu o grup? Suç olan devleti ele geçirmek değil de, yoksa devletin kimin tarafından ele geçirildiği mi? Bu devlet kimin devleti o halde diye sormak ayıp mıdır o halde? Bu devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin kamusal pozisyonlara başvuru yapma hakkı varken, bu hakkı sadece bazı gruplara hak görüp diğer grupları bu haktan mahrum kılmak ne zamandır hukuksal bir tutum oldu?

“Ararım 155’i ha”

İnsanların gözaltına alınması, tutuklanması, işinden atılması için sadece birkaç kişinin ilgili yerlere telefon etmesi veya yazı yazması ne zamandır hukuksal sürece eklemlendi? “Ararım 155’i ha” türü bir jurnalcilik ne zamandır soruşturmaların, idari mahkemelerin, kanun ve yönetmeliklerden doğan hakların yerini aldı? Bu soruları sormak, sormak ve sormak, sonra da sormaya devam etmek neden birilerini rahatsız ediyor? Eğer eminlerse yaptıklarının hukuksallığından, doğruluğundan ve ahlakiliğinden, o halde neden bu tür sorular soranları da takibata alıp, soru sordukları mecraları erişime kapatıp, bu soruların duyulmamasına gayret ediyorlar?

Sürekli yalan üzerine yalan söylüyorsa muktedir, ama bunun bile önemi kalmamışsa artık kitleler için, yalana dolana bile olur veriyorsa insanlar, üç kuruşluk çıkarı için ülkeyi geçtik, aklını-izanını, ahlakını-dinini bile satıyorsa, şahsiyetini ayağının altına seriyorsa muktedirin, buna eyvallah mı diyelim? Çocuklarımıza bu pragmatizmi, bu aşağılık takiyyeciliği, bu ilkesizliğin ahlaksızlığını mı miras bırakalım? Tüm bu korkunç tabloda muktediri ile iktidara talip olanı arasında ahlaki ve ilkesel bir fark kalmamışsa artık, sıfatı değişen ama dili değişmeyen, yeniliğin isimden ibaret olarak halkın önüne konduğu aldatmaca seçimde, YSK’nın satın alınmışlığından bile beter, kokuşmuş, hayal kırıklığı sebebi değil midir bu?

Bu koşullarda olan bitenlerin sosyolojik temellerinden bahsetmeyecek miyiz? Hepsi siyasilerin yanlışı mıdır? Komşusunu ihbar eden, jargona alkış tutan, ezilene bıyık altı gülen, zavallı insancıkların dramı karşısında “ama” ile başlayan cümleler kuran, sefaleti, eziyeti, zulmü meşrulaştırmaya gayret eden, başını kuma gömen kitleleri görmeyelim mi? Görsek de söylemeyelim mi? Sadece bir siyasal cinnet midir bu yaşanan? Alternatifi kendisinden daha yeğ tutulamayacak kadar sorunlu olan bir diktatörlüğün hukuksuzluğunun, seçimlerde biteceğini umut eden insanlara, olanı biteni göstermek – aslında hatırlatmak – yanlış mı? “Peki, ama ne yapalım” sorusuna yanıt veremiyor olmak gerçekleri değiştirecek mi ki? Amansız bir hastalığa yakalanan hastanın ne yapması gerektiğini sorduğu doktorun, hastalığın tedavisi olmadığını söylemesi yanlış mıdır?

Soru sormak yanıt vermekten daha basit olduğunda, belki o zaman normalleşme de başlamış olacak.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Insanligi temel alan ve ilk dugme gibi yanlis iliklendiginde herseyin yanlis ilerleyecegini hatirlatan bu yazi icin tesekkurler.
    Bencede burdan baslamak gerekiyor. Bu sorulari herkesin kendine sormasi gerektigini hepimize hatirlattigi icin Mehmet beye saygilarimi sunuyorum.

    Bu utanmazliklara evet demek Anadolu insanina yakismiyor. Hele hele insani degerleri dunyaya yaymayi kendine gorev edinmis dedelerin torunlarina…Kendimize gelelim beyler. Yoksa yarin hakkin divaninda cok utanacagiz. Yuzumuze vurulacak bunlar…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin