Seçimlerle normalleşme olmayacak; peki çözüm ne?

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Seçim atmosferi, 15 Temmuz’dan sonra gerçekleşen sivil darbeyi kozmetik olarak rötuşlayıp sisteme sanki demokrasiymiş gibi bir hava verirken, sivil darbe ve onun sonrasında gelen fiili rejim hakkındaki yoğun sorgulamaları sihirli bir şekilde neredeyse tümüyle ortadan kaldırıverdi. Seçimlere ilişkin önceki yazılarımda demokrasi ve seçimler arası ilişki ve dinamikleri değerlendirmeye çalıştım. Bu analizlerin odak noktası, temel hak ve özgürlüklerin anayasa ile beraber fiilen feshedildiği bir OHAL yönetiminde, adil ve özgür seçim yapılamayacağı sorunsalıydı ve bu tarafgir bir görüş değil, bilimsel bir saptamaydı.

Demokrasi araştırmaları bilimsel bir sahadır ve özellikle seçimler ve özgürlükler konusunda geliştirilen kriterler üzerinde akademik literatürde geniş bir görüş birliği vardır. Çok derine girmeden, sadece konunun dünya çapındaki önde gelen uzmanlarından Robert Dahl tarafından ortaya atılan kriterlere bakmak yeter. Bir yerde demokrasi olması için hangi koşulların bir arada bulunması gerekir? Bunları Dahl şöyle özetliyor: 1) seçimle gelen bir hükümetin anayasal ve yasal zemin üzerinde siyasi karar alıcı olması, 2) seçimle gelen karar alıcıların (başkan, siyasetçi, vekil, vs.) düzenli yapılan ve adil seçimlerle işbaşına gelmesi, 3) tüm yetişkin bireylerin seçme hakkına sahip olması, 4) tüm yetişkin bireylerin seçilme hakkına sahip olması, 5) vatandaşların herhangi bir yaptırım tehlikesi olmaksızın kendilerini ifade hürriyetinin anayasal ve yasal zeminde garanti altına alınmış ve uygulanıyor olması, 6) vatandaşların alternatif haber alma özgürlüklerinin anayasal ve yasal zeminde garanti altında ve fiilen sağlanıyor olması, 7) vatandaşların bağımsız organizasyonlar (partiler, çıkar grupları vs.) içerisinde özgürce yer alabilmeleri. Bu yedi koşulun bir tanesi bile uygulanmıyorsa, o ülkede demokrasiden söz edilemez.

Detaya girmiyorum, bu noktada sadece şunu söylemekle yetiniyorum: “seçim yapıyorum, farklı adaylar da var, işte demokrasi, daha ne olsun” türü görüş ciddiye alınamaz. Dahası, bu koşulların çoğunun uygulanmadığı bugünkü Türkiye’de, demokrasi olmadığını söylemek ve mevcut koşullara itiraz etmek yerine, “deneyelim, belki olur” mantığıyla seçime gitmek, sadece mevcut rejimi güçlendirir. Yine, demokratik sürecin sonucu olarak değil, ama hasbelkader iktidar ilişkilerinin bilinmezliklerle dolu, sisli ortamında herhangi bir faktörün etkisiyle sistemde bir “kayma” yaşanır ve Erdoğan “seçimleri kaybederse”, bu a- ülkede demokrasi olduğunun ispatı olmaz, b- yeni durum (değişen cumhurbaşkanı) sistemi normalleştiremez. Normalleşmeden, anayasal düzene geri dönmeyi, hukuk devletinin yeniden tesis edilmesini, devletin partizanlıktan kurtulmasını, içerideki on binlerce siyasi tutuklu ve mahkûmun özgürlüklerine kavuşmasını, kamudan anayasa ve yasalara aykırı şekilde, usulsüzlüklerle ihraç edilen yüz binlerin görevlerine dönmelerini, el koyulan belediyelerin milli iradeye uygun olarak seçilmiş belediye başkanlarına yeniden devrini, tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılarak meclise dönmelerini kast ediyorum.

Evet, geçen yazılarda bu gibi temel sorunlara odaklandım. Ve olan-biten seçim komedisine bu bilimsel saptamalar çerçevesinde karşı çıktım. Biliyorum, bu tutum bazılarının hoşuna gitmiyor. Birçok okur bana geribildirimde bulunarak, “ama hocam, umutlarımızı kırıyorsunuz, ne yapalım seçime mi gitmeyelim” diyerek beni eleştiriyor. Umutları kırmakla, negatif olmakla, pesimizmle suçlanıyorum. Yine de içim rahat. Benim görevim, olanları kafamı kuma gömerek görmezden gelmek değil. Ayrıca “bir tek siz mi bunu görüyorsunuz!” diyerek beni kibirli olmakla suçlayan okurlar oluyor. Ne zamandır düşünmek, haddini bilmezlik ve küstahlık oldu? Bence herkes özgürce düşüncelerini paylaşmalı. Kimin haklı olduğunu bize zaman gösterecek. Yani ben eğer Erdoğan’a alternatif adaylardan herhangi biri seçimleri kazanır, cumhurbaşkanı olur ve Türkiye’de anayasal düzene – normalleşmeye kapıyı aralarsa, bundan büyük memnuniyet duyarım. Kısacası, samimiyetle bu görüşlerimin yanlış çıkmasını diliyorum. Ama hemen belirtmeliyim ki siyasi analizlerin temennilere ve dileklere dayanması değil, ayaklarının sağlam bir rasyonel ve mantıksal bir zemine oturması gerekiyor. Şu anda tüm göstergeler Erdoğan’ın mevcut koşullar içerisinde seçimlerin galibi olarak ilan edileceğini gösteriyor. Seçimler sonunda ortaya çıkacak aritmetik, bu gerçeği değiştirmez.

Gelelim seçimlerden sonra çıkacak tabloya. Öncelikle şunu bilmek lazım ki an itibarıyla 17 Aralık ve 15 Temmuz sonrasında yaratılan terminoloji ve diskur bugün o diskurun tasarlayıcılarından bile daha kuvvetli. 1950’lerin anti-komünizm cadı kazanında nasıl ki devletin kendisine tehlike addettiği tüm muhalefet – aktif veya potansiyel – takibata alındıysa, bugünkü “anti ‘FETÖ’ takibatı” kapsamında da aynı strateji izleniyor. Cemaat’le beraber, liberaller, solcular, Kürtler, hakim düzenle sorunlu marjinal gruplar, akademisyenler, gazeteciler, kısacası olan-bitene göz yummayan herkes bu potada takibata ve zulme uğruyor. Sistemin bu yerleşen dilini seçimlerden sonra Erdoğan’a alternatif bir cumhurbaşkanı da değiştiremez. Bunun bazı nedenleri var. Bu nedenler, mevcut rejimin tesadüfi bir tezahür değil, sosyal tabanı olan bir refleksin yansıması olduğuna işaret ediyor. Şöyle izah edeyim: hedefteki grupların hepsi, Türkiye’nin 1923 sonrası müesses düzenini sorgulayan gruplar.

Elbette hepsi de bunu kendi perspektif ve beklentilerinden hareketle yapıyor. Mesela Kürtler azınlık haklarının anayasal ve yasal güvencelerle sağlanmasına önem veriyor. Liberaller düzgün işleyen bir anayasal demokrasi içerisinde, birey haklarının ve özgürlüklerinin genişletilmesini, ademi merkeziyetçi ve küçültülmüş bir devleti savunuyor. Cemaat, özellikle kendisinin bu süreçte başına gelenlerden sonra liberallerin pozisyonuna yaklaşık bir pozisyonda, devlet-din ilişkileri de dâhil, oldukça önemli bir yeniden gözden geçirme içerisinde, daha radikal-demokratik bir alana doğru yelken açıyor. Sol, Avrupa’da ve genel olarak Batı’da alan bulan demokrasiyi “burjuva demokrasisi” diye küçümseyen klasik Marksist okumanın dışına, Batı tipi sosyal demokrasiye kayıyor. AB değerleri, Türkiye’nin daha seküler bir siyasal sisteme sahip olması gerekliliği, dinden siyasetin ayıklanması (yani tersine laiklik) gibi konular, bu süreçte ön planda olabilecek konular. Türkiye’deki zulümden fırsat kalırsa, bu konular gündemde tartışılacak, ben de bu konularda daha fazla yazacağım.

Fakat konuya gelelim: tüm bu fikirlerin temelindeki özgürleştirici liberal fikirler, müesses düzenin ideolojileriyle ters. Arada kan uyuşmazlığı var. Kemalistler, İslamcılar, Ülkücüler, Ulusalcılar, Marksist sol, tüm bunların arka planında, bahsedilen liberal değerlere karşı antipati beslemek var. Her biri diğerinden hoşlanmasa da, hatta nefret de etse, ortak düşman olan bu hedef gruplara ve onların değerlerine karşı birleşmiş durumdalar. AB üyeliği, açık toplum, bireyin devletten önce gelmesi, temel hak ve özgürlükler, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi konularda müesses yapı bu gruplardan çok farklı düşünüyor. Mülkiyet hakkı da dâhil en temel insan haklarıyla sorunları olan bir grup ideolojinin koalisyonundan söz ediyoruz. Yani Erdoğan, buzdağının görünen kısmı sadece. Erdoğan’dan sonra kim gelirse gelsin, topyekûn bir yeniden demokratikleşme beklememeli.

Bu bağlamda takibatta olan ve zulme uğratılan muhaliflerin demokrasiye ve insan haklarına sahip çıkmaya devam etmesi çok önemli. Özellikle kurumsal olarak Cemaat ve Kürt siyasi hareketi, şeffaflaşma, demokratik değerlere kafa yorma, kendi önceliklerini ve söylemlerini bu çerçevede gözden geçirme, uğradıkları zulümden gelen moral üstünlüklerini tehlikeye atacak fikirlerle kendi içinde ve açık kanallardan tartışma gibi konularda ikna edici bir tutum içinde olmalı. Bu konularda 15 Temmuz sonrası süreçte zaten önemli gelişmeler oluyor. Özellikle Hayko Bağdat’ın çıkışından sonra sergilenen medeni tutum, çok sesliğine karşı tolerans pozisyonunun altın değerini sanırım gözler önüne serdi. Ama bunun sadece entelektüeller tarafından değil, tabandan da gelmesi çok önemli. Yani demokrasiyi yabana samimiyetle öğretmeye çalışmak, hem Cemaat hem de Kürt siyasi hareketi için son derece öncelikli olması gereken bir konu. Özellikle bu bağlamda HDP’nin kendisini şiddetten daha da uzaklaştırması ve tabanını demokrasi konusunda daha olgunlaştırması, benzer bir merhale, ciddi bir meydan okuma.

Sistemin dönüşümünü liderlerden (hiyerarşik yapıdan) beklemek değil çözüm. Sistemin dönüşümünde bireye yatırım yapmak, yeni nesilleri toleranslı, insan hakları konusunda duyarlı, hakka-hukuka değer veren bireyler olarak yetiştirmek gerekiyor. Devletin yanında olan değil, bireyi ön plana alan, tek tip değil, çok sesli olan bir yeni insan tipi, uzun erimli olarak daha önemli.

Seçimler esnasında ve sonrasında, değişim ihtimali (o da çok cüzi olarak) sadece hiyerarşik-liderlik düzleminde gerçekleşebilir. Bu ihtimalin neden düşük olduğunu yukarıda ele almaya gayret ettim. Değişimin sisteme yansıması ve beraberinde bir özgürleşmeye kapı aralaması neden olanaksız, bunu çözümlemeye çalıştım. Tüm bu olumsuzluklara karşın neden karamsar olmamalı, göstermeye çabaladım. Üzgünüm, ben de bunun bir 100 metre yarışı olmasını ve hızla yeniden normalleşmenin gerçekleşmesini isterdim, ama görünen o ki bu olmayacak. Bu bir maraton. Uzun soluklu bir süreç. İnsana yatırımla, sabırla, özeleştiriyi iyi dost edinerek, alınmadan, kızmadan, bıkmadan, usanmadan moral üstünlüğü korumaya gayret etmek, yerinde eleştiriler ve katkılarda bulunmak, asla temel evrensel insan hak ve özgürlüklerinden taviz vermemek, bunu yaşamımıza eklemlemek, çok ama çok önemli. Müesses düzenin kendi içindeki tutarsızlıklarını, kullandığı retoriğin sıkı ve sürekli bir eleştirisiyle göstermeye devam etmek, bu arada tüm demokratik muhalefetin (başta liberaller, Cemaat ve Kürtler olmak üzere) diyaloğu koruması ve geliştirmesi kaçınılmaz.

Tüm bunlar, şekilsel seçimlerden çok daha önemli.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Birsey olacak ve bir anda hersey duzelecek iyimserligi (ya da hayalperestligi) gercekci degil. Bu noktaya bir anda gelinmedigi gibi, normallesmenin de yillar alacak bir surec oldugu gercegini iskalayarak yapilacak hesaplar, carsiya uymayacaktir. Gercekci olalim, sorun Erdogan’dan ibaret degil..

  2. Doğrusu Turkiye’de zulüm altında inleyen onca insanın umuduna saygısızlıktan korkarak söyleyeyim ki Ülkeyi taşıdıkları korkunç halde faturayı başkalarına bırakmamalılar. Kim bozduysa o düzeltsin. Düzeltemiyorsa da başaramadığını tarihe göstersin.

    Bu utanılacak halde eğer seçimle gider ve gelenler de enkazı devr alırsa faturayı onlar ödemek ve hesap vermek zorunda kalacaklar. Şimdikiler de: ”Bizim zamanımızda böyle degildi” deyip üste çıkacaklar. Yine sanki bir ümitmiş diye alternatif olmaya çalışacaklar. Utançlarını yaşamayacaklar.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin