Risale-i Nur’u ne kadar anlıyoruz?

YORUM | CEMİL TOKPINAR

Yarın 23 Mart.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin 59. vefat yıldönümü.

Bugün bu vesileyle Üstad Hazretlerinin ömrünü vakfettiği Risale-i Nur’u okumak ve anlamak üzerinde duracağız.

Yaklaşık bir asırdır bu eserleri tanıyan kimselerin ilk yaptığı iş, yoğun okuma ve anlama faaliyetleridir. İlk okumalarda hakkıyla anlayamadıklarını söyleyenlerin daha sonra her okuyuşta yeni manalar anladıklarını çok duymuşuzdur. İlginçtir ki, okumaya yeni başlayan da elli yıldır okuyan da, “Keşke daha çok okusam da iman ve marifetullahta terakkî etsem” demektedir.

Ne yazıktır ki, bir kısım yeni tanıyanlar da hakkıyla okuma aşk ve şevkini hissetmedikleri gibi, belki on veya yirmi yıl önce tanıyanlar bazı kimseler de bir türlü plânlı okuma ve anlama faaliyetine başlamamıştır.

Acaba “Risale-i Nur’u okumak ve anlamak”tan ne anlıyoruz? Risale-i Nur’u hakkıyla anlayabildiğimizin ölçüsü nedir?

Elbette ki bu eserler Kur’an’ın manevî bir tefsiri olduğundan, İlâhî ve dinî kavramları açıkladığından, onu hakkıyla anlamanın bir sonu ve sınırı olamaz.  Fakat belirli bir mesafe aldığımızı ve mânâsını kavradığımızı gösteren bazı ölçüler olabilir.

Meselâ, Külliyatı bir kere de olsa baştan sona okumak başlangıçtır. Altı bin sayfanın genelinde hangi konuların hangi bölümlerde bulunduğunu özet muhtevalarıyla bilmek çok önemlidir.  Risalelerde geçen kelime ve terimlerin anlamlarına vâkıf olmak ciddî bir aşamadır. Konular arasında irtibat kurmak, sentez yapmak, okurken başkasına açıklayabilmek de anlama yolunda mühim mesafeler alındığını gösterir.

Okumanın ve anlamanın ölçüsüne bir de bu eserlerin yazarı olan Bediüzzaman Hazretlerinin gözüyle bakalım.

Lem’alar’da yer alan İhlâs Risalesinde, “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir” ifadesi vardır.

Bu, çok ciddî bir iddiadır.  Bir kimsenin bir senede âlim olabilmesi, hedef açısından ciddî bir müjde, ancak ödenmesi gereken bedel bakımından da olağanüstü bir dikkat ve gayret demektir.

Ayet ve hadislerde nice faziletleri sayılan âlimlik makamına ulaşmak için Üstad Hazretlerinin şartı, Risale-i Nur’u bir yıl okumaktır.

Risale-i Nur’u değil bir yıl, belki on yıldır okuyor olabiliriz.  Ancak bir türlü âlim olamıyorsak, Üstadın müjdesi isabetsiz değil, bizim uygulamamız yanlış ya da eksiktir.

Evet, âlim olmak, hem de bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olmak için bir yıl okumak yeterlidir. Ancak iki önemli şart daha vardır: Kabul ederek ve anlayarak okumak.

Demek, Risale-i Nur’u anlamamızın derecesini ölçmede önemli bir kriter budur. Oysa bırakın Risale-i Nur’un âlimi olmayı, yıllardır okumaya çalıştığı hâlde temel kelime ve terimlerin anlamlarını bile bilmeyenler olmuştur.

Demek ki, üstün körü okumak yetmemektedir; her gün âdeta bir dil kursuna gider gibi okumak ve bir üniversitede eğitim görür gibi çırpınmak gerekir.

Kavramları ve terimleri ne kadar biliyoruz?

Risale-i Nur terimler hazinesidir. Maalesef Risale-i Nur’u anlamanın ilk basamağı olan kelime ve terim bilgisinde yeteri kadar mesafe alamadığımız bir gerçektir.

Eğer iman ve Kur’an’a hizmet etmek istiyorsak, Risale-i Nur’u çok iyi okumak ve anlamak zorundayız.  Ona her insan muhtaç. Ama biz de muhtacız ve öncelikli olarak anlamakla sorumlu ve görevli olan biziz.  Çünkü yıllardır elimizde ve tanıyoruz. Okumayan, anlamayan, yaşamayan hakkıyla hizmet yapamaz.

Oysa bu eserleri anlamak bakımından çok dikkat çekici gerçeklerle yüz yüzeyiz.  Yıllardır tanıdığı halde nice kitaba anlaması zor olduğu için başlayamayanlar bile vardır.  Meselâ Mesnevî-i Nuriye, İşârâtü’l-İ’caz ve Muhakemat gibi… Acaba bu eserleri dünyada değil de başka bir yerde mi okuyacağız?

Sadece bunlar mı? Kader Risalesini, İkinci Şua’yı, ism-i Hay ve Kayyum’u hakkıyla anlayabiliyor muyuz? Bırakın onları, Küçük Sözler’i hakkıyla anlayabildiğimizden emin miyiz?

Denizli’de Üstadın bedeline vefat eden merhum Hasan Feyzi, Altıncı Söz için, “Beni benden aldı!” diyor.  Onu okuyunca hayran oluyor, sarsılıyor, büyük bir etki altında kalıyor. Bize Küçük Sözler, “kolay anlaşılır ve sıradan” gibi gelebiliyor.

Elbette anlamanın dereceleri var ve büsbütün hissesiz kalmıyoruz.  Çocuklar bile bir şeyler anlıyor. Üstelik Müellifinin iddiası, “okuyan herkesin kabiliyeti ve gayreti nispetinde anlayabileceği” şeklinde.  Hatta Üstad Hazretleri, İbn-i Sina’nın “Akıl bu yolda gidemez” dediği haşir meselesini çok kolay ispatladığını yazıyor, Sad-ı Taftazanî’nin bir ciltte anlattığı kader meselesini iki sayfada çözdüğünü belirtiyor.

Bu arada, Risale-i Nur’u anlama konusunda sık sık sözü edilen dil problemi ve sadeleştirme tartışmaları açısından da meseleye bakmamız gerekir.

Bu da ayrıca ele alınması gereken bir konudur.  Ancak risaleleri anlamak için sadece sadeleştirme yolunu düşünmek yetersizdir. İlave olarak bir dizi çalışma yapılmalıdır.

Genelde Kur’anî ve İslâmî olan terimleri hakkıyla anlamadan Risaleler anlaşılmaz. Söz gelişi, “tesbih, tahmid, tefekkür, arş, haşir, Ehadiyet, mana-yı harfî, sırat, câmiiyyet” gibi terimlerin Türkçesi var mı? Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını tek kelimeyle ifade etmek mümkün mü? Bunların mânâlarını derinlemesine çalışarak öğrenebiliriz.

Risaleleri anlamada “kelimelere vâkıf olma”nın önemli bir yeri vardır mutlaka.  Ancak onu anlamak için kelimeleri bilmek tek başına yeterli değildir. Çünkü bu eserler bir lügat değil, bütün İslâmî ilimleri ihtiva eden imanî bir tefsirdir.  Bir kelimenin ilgili olduğu ilme göre hangi anlamı veya anlamları taşıdığını bilmek şarttır. Meselâ “vacip” kelimesi günlük konuşmada “gerekli” anlamında iken, fıkıh ilminde Şafiîlerde “farz,” Hanefîlerde “farzdan daha aşağı derecede, ama yapılması gereken” mânâsındadır.  Aynı kelime kelâm ilminde Cenab-ı Hak için “varlığı mutlak, kesin gerekli ve şart olan” mânâsında kullanılır. Üstelik verdiğimiz bu anlamlar, çok kısadır ve çok daha geniş mânâları vardır.

Bu misal gibi, her terimin kullanıldığı ilim dalına göre çok geniş ve kapsamlı anlamları vardır.  Bu anlamları tam ve hakkıyla bilmeden Risale-i Nur’u anlamaya yönelik çabalarımız eksik ve hatalı olacaktır.

Anlamada bütüncül ve dengeli yaklaşım

“Risale-i Nur’u anlamak derken neyi kast ettiğimiz,”  son derece mühimdir ve meselenin ana merkezini oluşturmaktadır.

Risale-i Nur’u anlamaktan kastımız sadece kelimelerin karşılığını bilmekten ibaret değildir. Çünkü bir eserin içindeki mevzuları sadece ilim bazında anlamak, onun mânâ ve ehemmiyetini kavramak ve verdiği mesajı idrak etmek için yeterli değildir.

Elbette bir eseri hakkıyla anlayabilmek için öncelikle kelime bilgisi gereklidir, fakat tek başına olunca yetersizdir. Risale-i Nur’u anlamaktan meramımız:

  1. Risale-i Nur’un mahiyetini, hususiyetlerini, meziyetlerini ve üstünlüklerini idrak etmek,
  2. Bu eserleri bir bütün olarak kabul etmek,
  3. Verdiği mesajlardaki irtibatları iyi kurmak ve dengeyi korumak,
  4. Ortaya konan esasların birini diğerine tercih veya feda etmemek,
  5. Mânâ ve prensiplerine hakkıyla ayna olmaktır.

Aksi takdirde, işlenen mesaj ve esasların birini ön plâna çıkarıp diğerini ihmal etmek ya da bütün mesajları birinin rengiyle boyamak, Risale-i Nur’u anlamak değildir.

İşin doğrusu ve istikamet, işlenen konulara Üstadın verdiği kıymet ve ehemmiyet derecesinde nazar etmek, herhangi bir prensibe onun yüklemediği mânâ ve fonksiyonu yüklememektir.

Risale-i Nur’daki meseleler iman, ibadet, ahlâk, içtimaiyat, siyaset gibi ana konulara ayrılabilir.  Bunlar arasında bilhassa imanla ilgili yüzlerce alt bölüm saymak mümkündür.

Risale-i Nur’u anlamak, bunların bütününü idrak etmek, “eserlerde verilen kıymet ve ehemmiyet kadar değer vermek” demektir.

Bunların biri diğerine tercih edilemeyeceği gibi birbirine mâni de değildir.  Mâni gibi algılanması, ancak “dengenin korunamaması”yla açıklanabilir.

Bu eserlerin muhtevasında akıl, kalp, ruh, his ve nefis arasında mükemmel bir denge vardır.  Bunları hakkıyla anlayıp ayna olabilen insanın yaşayışında da aynı denge görülür. Eğer herhangi biri öne çıkıyor veya birisi ihmal ediliyorsa, muhtevadaki denge korunamamış demektir.

İstifade ederken dengeyi koruyan kişi, gövdesi, dalları, yaprakları ve meyveleri ile dengeli ve uyumlu bir ağaç gibidir; dengeyi koruyamayan ise, hormonlu bitki gibi simetriden mahrumdur.

Anlamada rehber, Üstad Hazretleridir

Bu meselede en güzel ölçü, yine müellifinin koyduğu prensiplerdir.  O, icra ettiği hizmetin mahiyet ve hususiyetlerini, kendi meslek ve meşrebini anlatan yüzlerce prensip zikretmiştir.  Bütün eserlerine serpiştirilen bu prensipler, Hizmet Rehberi isimli derlemede özetlenmiştir. Buradaki esasları, verilen kıymet ve ehemmiyeti derecesinde kavramak ve uygulamak, Risale-i Nur’u doğru anlamaya vesile olur.

Bediüzzaman Hazretleri sadece prensip koymakla kalmamış, onların en güzel uygulayıcısı olmuştur.  Dolayısıyla onun yaşayışını bütün yönleriyle bilmek, mesaisini hangi meselelere ayırdığını, hangi hizmetle ne kadar meşgul olduğunu kavramak, Risale-i Nur’u anlamak hususunda en müstakim, en sıhhatli, en kestirme yoldur.  Kaynağını onun eserinden ve uygulamasından almayan tespit ve tavırlar ise, gerçeğin özü değil, kabuğudur; esası değil, şekli ve sloganıdır.

Öz ve esas yerini kabuğa ve slogana bıraktığı zaman iman hizmetinin ruhu gitmiş, kitleleri cezp etmesi gereken koca hareket dar bir alana hapsedilmiş olur.

Bu vesileyle Rabbimiz hepimize bu Kur’an tefsirini hakkıyla okuyup anlamayı ve yaşayıp hizmet etmeyi nasip etsin.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Özgürlüğüme kavuşunca ilk okuduğum kitaplar Nurettin Topçu’nun “Yarinki Türkiye” ve doktora tezi olan “İsyan Ahlakı”, sonrasında da “Tarihçe-i Hayat” oldu. Bu üç kitabı da ilk kez okuyordum. Daha önce okumuş olmak isterdim ancak bu dönemde okumuş olmam yazılanları anlamama farklı bir derinlik kattı. Birçok açıdan damıtılmış analizler, tespitler, yorumlar ve felsefik yaklaşımlar sunuluyordu. Meslek olarak müelliflerin okuduğu eserleri okuyup kendi damıtma işlemimi yapmam pek mümkün değildi. Bu nedenle bu eserleri not alarak okudum, özellikle “Yarınki Türkiye” yi altı ay içerisinde baştan sona iki kez not alarak okudum. Topçu 1965 yılında yazdığı “Vatanın Atisi başlıklı yazının son kısmında “Bizi düşündürecek, bizi kendi ruhumuza çevirecek ve ruhlarımızı da yükseltecek mürşitlere muhtacız. Anadolu’nun beklenen kurtarıcısı silahsız, servetsiz, hem de partisiz ve garazasız, yalnız faziletle ilmin havarisi olacak öğretmenlerdir.” şeklinde yazmıştı. İlk kez 1959 yılında kaleme aldığı Neslimizin Atisi başlıklı yazısında da “Neslin hastalığını, mazide açılan yaraların iltihaplanması halinde kabüle mecburuz. Böyle yapmazsak yanlış teşhis koymuş olacağımızdan tedavi de mümkün olmayacaktır. Tedavi yolunda çilenin her çeşidini çekmemiz lazım geliyor. Zaaflarına minnet, hatalarına hörmet edeceğiz. Doktor hastasını böyle tedavi eder. Bu yolda yaradan iğrenmek, hastaya hastalığını hissettirmek bile bir zulümdür. Hatta hastalarımız elele verip de bir gün üzerimize yürürler ve bize bütün zulüm kuvvetleriyle karşı koyarlarsa, biz Büyük Kurtarıcı’nın rahmetine sığınarak sabırla tedavimize devam edeceğiz, yeni vasıtalarla, yeni ve daha inceltilmiş tedavi usülleriyle…”
    Bir eseri anlama biçimiz elimizdeki mercek yada süzgecin mahiyeti ile ilgili olduğuna inanıyorum. Bu da tüm yaşam boyunca edinilen birikimlerin tümüyle ilgili diye düşünüyorum. Bu açıdan “Ne anlıyoruz ve nasıl uyguluyoruz?” bence daha uygun bir soru olurdu bu dönemde. Ayrıca bir de “Ne kadar anlatıyoruz?” bir diğer önemli soru benim için. Sosyal bilimler alanında yazılmış (özellikle felsefi yönü de olan) bir eser için kesinlikle şu anlatılmak istenmiştir diyebilir miyiz? Gökhan Bacık ve Ahmet Kuru’nun Kıtalararası’nda yayınladıkları “Said Nursi’yi Eleştirel Okumak” yazılarına bakma imkanınız oldu mu bilmiyorum. Acaba, Risaleleri sadece seküler bir bakışla veya bir felsefe eseri gibi ele almanın yanıltıcı olabileceğini farklı bir bakış açısıyla anlatma ihtiyacı hissettiniz mi? Benim bu konuda derin bir analiz yapacak altyapım olmadığından bir izah yapmam mümkün değildi. Peki hayatında bu eserlere büyük bir mesai harcamış olanların bir şeyler yazması gerekmez mi? Ya da yazmaya mı değmez!
    Nursi’nin eserlerini büyük bir ihtimamla okuduğunu iddia edip bugün yaşanan zulümleri izleyenlere bir hatırlatma;
    “Abdestsiz namaz olmadığı gibi adaletsiz de devlet ve memuriyet olmaz.”
    “Halbuki, küfre rıza küfür olduğu gibi; dalalete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalalettir.”
    “Allah etmesin, eğer mecburiyet-i kat’iye dercesinde onlara zulmedilse elbette gizli zındıklar ve münafıklar bir derce pişman olacaklar.”

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin