Pardon ne dedin sayın savcım?

Yorum | Ahmet Dönmez | @AhmettDonmez

“Delil durumu” mu dedin?

Pardon, ne delili?

Hangi delil?

Sizin bile bulamadığınız, iddianameye koyamadığınız deliller mi?

Hem iddianameye tek bir delil bile koy(a)mayın hem de “delil durumundan tutukluluğun devamını” isteyin.

Olacak iş mi?

Bu dönemde evet.

Zaten mahkeme de o yönde karar verdi: “Tutuklu sanıkların üzerine atılı suçların vasıfları, kuvvetli suç şüphesi, delil durumu ve istenen ceza miktarları nazara alınarak tahliye taleplerinin reddine…”

30 gazetecinin yargılandığı Zaman Gazetesi davasından bahsediyorum.

Savcının iddianamede açık açık yazdığı “Bütün bunlar her ne kadar suç unsuru taşımasa da…” ifadesine / itirafına rağmen “delil durumu” denilerek tutukluluğun devamına hükmetmek, kendi mesleğini linç etmektir. İnsanla ve insanın doğasıyla alay etmektir. Hiç utanması, sıkılması, yarın sokağa nasıl çıkacağım diye düşünmesi, tarihe nasıl geçeceğim diye endişesi olmaması demektir.

Bu, mahkeme heyetindekilerin kendi sorunu tabii. İnsanların hayatlarına, ailelerinin huzuruna, geleceklerine, özgürlüklerine tecavüz etmeseler, hiç problem değil aslında.

Ve işin berbat tarafı, bu bir tek bu davanın sorunu da değil. Delilsiz iddianameler dönemi bu. Yeter ki cezalandırmak istensin, yeter ki zamanında muktedirin canı sıkılmış olsun… Minibüste arkandan yol ücretini uzatan yolcunun zamanın behrinde Anafen şubesinin gölgesinde 2 dakika durup nefeslenirken güvenlik kameralarına yakalanmış olması da kafidir.

Şaka değil. Şu ana kadar başka davalarda “delil durumundan tutukluluğa devam” denirken kastedilen “delillerin” çoğu bundan farklı mı?

BU SUÇLAMALAR, SADECE ‘AYI’NIN BULAŞTIRDIĞI ÇAMURLARDIR

Bence bu yargılamaları en iyi özetleyen benzetmeye, eski Ankara Temsilcim Mustafa Ünal imza attı. 420 gün sonra ilk kez hâkim karşısına çıkarken şöyle seslendi: “Bir Rus atasözü şöyle der: ‘Bir ayı yavrusunu yemek istediği zaman onu çamura bular…’ Üstümüzü başımızı çamur içinde görenler olabilir. Ama bu sadece sürekli ve yüksek sesle tekrarlanan propagandanın eseridir.”

Birileri bu gazetecilere şu anda ‘terörist’ diyor olabilir, ‘hain’ veya ‘darbeci’ diyor olabilir; kulak asmayın, onlar sadece ‘ayı’nın bulaştırdığı çamurlardır. Afiyetle yiyebilmek için önce yavrusunu kir-pasla başka bir şeye dönüştürmesi, onun olmaktan çıkarması ve yaptığı vahşeti kendisine yakışır hale getirmesi lazım.

İşte bu yüzden Mustafa Abi elinin tersiyle şöyle bir üstünü silkeledikten sonra Erdoğan’a, “Selamını alıyorum” diye seslendi. Dönemin başbakanı, 2012 yılında Zaman’ın 25. kuruluş yıldönümü kutlamalarında, “Müdahalelere çanak tutmayan, psikolojik operasyonlara selam durmayan, emir-komuta zinciri içerisinde manşet atmayan, zor zamanlarda hakkı hukuku, demokrasiyi savunan tüm yazarları buradan selamlıyorum” demişti. Mustafa Ünal, “O selamı alıyorum” dedi. “Burada tarif ettiği yazarlardan biriyim ben. İşte ben bu gazetenin Ankara yayın temsilciliğini yaptım” diye ekledi. “Üzerime attığın o çamur bana yapışmaz” mesajı verdi.

… Ve duruşma savcısı Cem Üstündağ, “delil durumu” diyerek o çamuru alıp yeniden sıvamaya kalktı. Kendi alnına kara çaldığından habersiz…

HELE ŞU HALİNE BİR BAK SAYIN SAVCI

Pardon, ne delili Sayın Savcı? Hele şu haline bir bak!

İddianameyi yazan meslektaşının bile bulamadığı, “Her ne kadar suç unsuru taşımasa da…” diyerek hukuk ilminin ırzına geçtiği hangi delilin, hangi Allah’ın cezası durumundan bahsediyorsun sen?

Öteki ‘subliminal’ davada Ahmet Altan da hançeresini yırtıp duruyordu size karşı. “Hakkımızdaki bu tuhaf iddialarla ilgili bir tek somut kanıt gösterin, ben bir daha savunma yapmayacağım ve hakkımda en ağır hüküm verilse bile temyize gitmeyeceğim. Çok net söylüyorum” diye haykırıyordu.

Yaptığı savunmayla, kayayı parçalayıp çıkan bir alıç ağacı gibi, kapatıldığı hücreyi parçalayıp tarihe kök saldı Ahmet Altan. Şöyle seslendi cüppeli figüranlara:

“Geçen celse, hakkımızda ‘somut kanıtlar’ olduğunu söylediniz. Şimdi sizin dürüstlüğünüzü ve yargıçlık vasfınızı koruyabilmeniz, devletin de devlet olma vasfını sürdürebilmesi için o ‘somut kanıtları’ göstermeniz gerekir. O kadar rahatça ‘somut kanıtlar var’ dediğinize göre o kanıtların dosyanın içinde bulunması gerekiyor. 15 Temmuz’da silahlı darbe yaptığımızın somut kanıtlarını bize ve dünyaya gösterin. Gösteremeyeceksiniz. Öyle bir kanıt olmadığını siz de biliyorsunuz, ben de biliyorum. Çünkü bu iddialar baştan aşağı yalan. Hadi söylediklerimi çürütün ve çıkartıp gösterin o kanıtı. (…) Sadece silahlı zorbalar insanları kanıtsız bir şekilde bir yerlere kapatırlar. Eğer kanıtsız bir şekilde bizi yargılamayı ve hapsetmeyi sürdürürseniz, yargıyı ve devleti yok edeceksiniz. Çok ciddi bir suç işleyeceksiniz. Türkiye, suçluların suçsuzları yargıladığı bir haydutluk ve zorbalık cangılı olacak. Şimdi siz, dürüst bir yargıç mı yoksa bir suçlu mu olduğunuza karar vereceksiniz. Bu kadar saçma iddiaların olduğu bir iddianameyi kabul eder, ortada tek bir kanıt bile yokken ‘somut kanıtlar var’ derseniz, hayatın alaycılığıyla karşılaşır, bizi yargıladığınızı zannederken kendinizi yargılarsınız. Vereceğiniz kararı bekliyorum. Sizden çok daha tecrübeli, yaşlı bir yazar olarak size tavsiyem kendinizi, mesleğinizi ve devletinizi kurtarmanızdır.”

ZANNEDİYORSUN Kİ YERİN DİBİNE GİRECEKLER, AMA…

Zannediyorsun ki Ahmet Altan her bir cümleden sonra devleşip Gulliver olurken, bu lafları yiyen o savcılar, hakimler Lilliput cüceleri gibi sağa sola kaçışacak… Küçüldükçe küçülecek, masanın altına, hatta yerin dibine girmek isteyecekler… Zannediyorsun ki alnının çatına mermi yemiş çizgi film karakterleri gibi, kendi içine kıvrılıp rulo şeklinde yuvarlanıp gidecekler. Ya da ayıbı ayan olmuş bir mücrim gibi bir daha sokağa bile çıkamayacaklar…

Yoo, hiç de öyle olmuyor. Ufra serpilmiş hamur tahtası gibi, hiç oralı bile değiller. Her biri bir çağ ağırlığında bu kadar lafı yememiş gibi kalkıp “delil durumundan…” diyebiliyorlar.

Hayretler içinde kalıyorsun. O savcıyı, o hâkimi yakasından tutup sarsmak istiyorsun: Yahu kendine gel! İğfal ettiğin, bizzat senin kendi mesleğin! Buradaki savunmaları senin torunların okuyacak, torunların! Ahmet Altan’ı okuyacaklar! Merak edecekler. ‘Dedem ne yapmış’ diye soracaklar. Bakacaklar ki deden düşünce soykırımında cellat yamaklığı yapıp durmuş.

Hani nerde peki bu 3 müebbetlik deliller? İnanılır gibi değil ama savcının kendisi de bilmiyor. Hazırlanan iddianame, toplam 64 sayfa. Birçok sanığın adı sadece girişteki ‘Şüpheliler’ sıralamasında geçiyor. Ondan sonra iddianamede o isimleri ara ki bulasın. Yok!

BAKIN ŞU DELİLLERE

İsmini bulabildiklerinin de suçunu bulamıyorsun. Bir örnek, Ali Ünal’ın suçlarından biri ne biliyor musunuz? 12 Kasım 2012 tarihli yazısında dershanelerin kapatılması için “Özel müteşebbis hürriyetine müdahale” demiş. Savcı İsmet Bozkurt, “Görünürde normal bir eleştiri gibi görünen bu düşünceler…” diye başlayıp niyet okuyarak devam ediyor.

Zaman gazetesi için, “Örgüt menfaatleri doğrultusunda hükümete yönelik eleştiri dozajını artıran ve hukuki müeyyidelerden etkilenmemek amacıyla hükümete profesyonelce imalı ve şifreli ya da üstü kapalı hakaretler yağdıran Zaman (…)” ifadelerini kullanıyor.

Ben bu savcı için daha önce “Tanıştırayım, Zihin Savcısı John Bozkurt” başlıklı bir yazı yazmıştım. Adam savcı değil, bellek avcısı mübarek. Delil bulamayınca şapkadan ayı çıkarmış.

Şahin Alpay’ın suç delili ne peki? Savcı, “24 Aralık 2013 tarihinde Zaman yazarı Şahin Alpay, ‘Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaşananlara seyirci kalmaması gerektiğini’ vurgulayarak kurumlar arasında çatışma yaratmayı hedeflemiştir” diyor. Ne sarsılmaz, ne yadsınmaz bir terör örgütü üyeliği delili değil mi? Yani bu kadar güçlü bir delil karşısında insan lal oluyor; “Bana 3 müebbet yetmez, delil durumundan 5 müebbet verin” diyesi geliyor.

HUKUK CELLATLARI

Bu iddianameyi okuyup duruşmaları takip edince iki seçenekle karşı karşıya kalıyorsunuz. Ya sinirden küplere bineceksiniz ya da makara yapacaksınız (‘Bakara’sız olanından). Yılların gazetecileri üçer kez müebbetle yargılanmıyor olsa, ciddiye alınacak tek bir tarafı yok da… Bazen acaba savcı bilerek mi böyle bir iddianame hazırladı diyorsunuz. Yani telefonla konuşurken çiziktirdiğin kâğıdı daha sonra iddianame diye mahkemeye sunsan ancak bu kadar ciddiyeti olurdu. O yüzden de bazen, “Acaba ileride ‘Bakın ben bir delinin boyunduruğu altında mecburen bu işi yaptım amma velakin insanlar mahkûm olmasın diye bilerek böyle saçma sapan iddianameler hazırladım’ mı diyecek?” diye düşünmüyor değilim. E ama Cidde Havaalanı’ndaki dükkân tabelalarını bile “Euzu-besmele” çekerek okuyan bizim saf Anadolu hacıları gibi mahkemelere gelen her kâğıt parçasını Saray’ın kutsal emri gibi başının üstüne koyan hakimleri de mi tanımıyor?

Yoksa eski zaman cellatları gibi kör ve sağırlardan mı seçildiler özellikle? Kurbanların masum yüzlerini göremesin, haklı feryatlarını işitemesin de merhamete gelip cinayetten dur olmasınlar diye?

Karıştırmayalım öyleyse.

Hakikate kör ve sağır cellatlar bunlar!

Hâkim, savcı değil…

Hukuk cellatları!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin