Masadaki ajandaları anlama rehberi

Foto | AFP

Yorum | Naci Karadağ

Türkiye’de yarım yamalak da olsa hukuk olabileceğine inanıp, ilk hayal kırıklığı yaşayanlardan (Tabii ki son dönemi söylüyorum) biri Ermeni vatandaşımız olan dilbilimci Sevan Nişanyan olsa gerek.

Ailen sana böyle şahane bir isim koymuş, git mucit ol, bilmem ne ol değil mi? Ne işin var fikirle, siyasetle, bilmem ne ile… Toriçelli gibi bir adın var, doğuştan şanslısın git işte ne bulaşırsın etliye sütlüye! Düşünsene “Profesör Nişanyan’a Nobel Edebiyat ödülü verildi” diye Anadolu Ajansı haberleri görmek de mümkündü mesela!

Geçelim.

Onu kafaya takanlar –ki birazdan kimler olduğunu yazacağım- hayatını kodeste tamamlamasını isterken bir yolunu buldu ve “Kuş uçtu” mesajıyla kirişi kırıp Ege’nin karşı kıyılarında bir yere attı kapağı.

Seçimden önce pek bir umut doluydu. Siz bakmayın ağzının bozuk, oldukça karamsar görünmesine, alabildiğine romantik ve o pos bıyığın altında narin ruhlu bir İstanbul efendisi gizlidir Nişanyan’ın.

Kendisini görmüşlüğüm ya da bir dostluğum filan yok, yazılarından çıkarıyorum bunu. Şöyle bir yazı yazdı 4 Haziran tarihinde: “Filmin sonu göründü mü?

Özetle şunu söylüyordu Sayın Nişanyan: “25 Aralık 2013’te Tayyip Erdoğan’ın saltanatı sona ermişti. Demokrasiyi bir yana bırak, hiçbir rejimde o çapta darbe yiyen bir lider ayakta kalamaz. Oğluyla paraları sıfırlama konuşmasını dikkatle dinle. Beni o kayıtta çarpan şey hırsızlık değil (o da var elbette); yenilmiş ve yalnız kalmış bir adamın yorgun mırıltısı.

Ancak masif silahlı güç kullanarak ayakta kalabilirdi. Besbelli öyle bir gücü yoktu. Ordu sadık değildi; hiçbir zaman olmadı. Askere ve polise “ateş” emri verse, Ekim 1989’da Erich Honecker’in başına gelenle karşılaşması kaçınılmazdı. Bıraksalar düşerdi. Bırakmak işlerine gelmedi. İşlerine yarayacak bir araçtı. O aşamada düşse memleketin başına olmadık belalar açılabilirdi. Irak, Suriye, Libya örnekleri tazeydi.”

Ardından onu sıkıştıranların üç şart masaya koyduklarını tahmin ediyor: Bir, Ergenekon soruşturmalarına son verilecek ve mahkumlar salınacak. İki, Kürt açılımına son verilecek. Üç, orduda Cemaatçi yapılanmanın tasfiyesine yol verilecek.”

Karşılığında ise muhatapların (burası epey bulanık) yumuşak iniş vaat ettiği tahmininde bulunuyor.

Kabul etmek lazım ki üstüne düşen görevi hakkıyla yerine getirdi.” diyor sonrasında…

Yazının tamamını Nişanyan’a ayırıp beleşten köşe doldurmak niyetinde değilim meraklanmayın. Yukarıda linkini verdim oraya göz atın, hatta daha fazlası var, seçimden sonra da hadi gel köyümüze geri dönelim çaresizliği yazısı da…

Ve şu cümleyi kurdu maalesef: “Geldiğimiz noktada Türkiye’de bana ve benim gibilere hayat alanı kaldığını sanmıyorum…” (BKZ “onlar kazandı” başlıklı yazısı)

Aynı şeyleri düşünüyorum aşağı yukarı ama sadece gizli özne konusunda hem fikir değilim. Bir de “masaya konulan üç şey” meselesinde…

“Yenilmiş ve yalnız kalmış bir adamın yorgun mırıltısı.”

İnsan dilbilimci olunca böyle şahane retorik yapabiliyor. Getirin aklınıza günde elli kere sağa sola “Eyyy” diye atarlanıp şarlayan Tayyip Erdoğan’ı, bir de o telefonda kısık sesle konuşan munis, tırsak kişiyi…

Tarihi bir kırılma noktası o gün o an ıskalanmıştı belki, bilemiyorum. Belki de çok daha büyük bir resim var ve biz içindeki figürler olduğumuz için henüz idrak edemiyoruz… Tam olarak edebilir miyiz de emin değilim.

Ülkemizde izleyebilecek televizyon kanalı kalmadığı için mi, yoksa giderek vahşi yaşam ortamına dönüştüğümüz için mi bilemiyorum ama şahsen National Geographic (bu kelimeyi yazana kadar bitiyorum arkadaş!) izlerken çözümleyebiliyorum Türkiye’nin genel hadisatını.

Bir belgesele denk geldim. Sırtlanların sürüye yaklaşımını anlatıyor. Bir süre sürüyle beraber koşuyor sırtlanlar. Asla yalnız avlanamadıkları için, en zayıf düşmanlarını bile birkaç kişiyle ancak yere indirebilecek cesaretleri oluyor sırtlanların. Sürüyle epey koştuktan sonra onlardanmış hissiyatı mı oluşuyor nedir bilmem, kanıksıyor avlanacak sürü, beraberce koşarken, birer birer ayırıyorlar genelden avlayacakları hayvanatı. Sonra çullanıyorlar üzerine. Örnek bir video bulmaya çalıştım ama çok başardığım söylenemez, şu video belki biraz fikir verebilir.

Nişanyan’ın yanıldığı şey masadakilerdi bence. Masaya konulan şeyin sayısı üç olmadığı gibi ucu açık bir çıkar birliği ve anlaşmasına varıldı o dönem kanaatimce. Çünkü 28 Şubat döneminde ya da sonrasında Ergenekon davalarından hemen önce yalnız avlanamayacaklarını çok iyi test ederek anlamıştı birileri.

Sürüyle beraber koşan biriyle anlaşıp, arzu ettiklerini o sürüden ayırarak çullanacak, böyle böyle arzu ettikleri avlanma sezonunu başarıyla tamamlayacaklardı. Nişanyan şurada haklı; evet kabul etmek lazım ki Erdoğan üzerine düşeni hakkıyla yerine getirdi ve getirmeye devam ediyor.

Çok kişiden duymuşumdur, bu adam bu kadar entrikayı, bu kadar kusursuz yapabilecek bir kapasitede değil, nasıl oluyor da oluyor?

İşte sorunun cevabı burada. Çünkü yalnız avlanmıyor, çünkü sen beraber koştuğunu zannederken aslında ona verilen sürüden ayırıp yalnızlaştırma işini yapıyor… Bir sürek avının aşamasına bakarak avın geneli hakkında kanaat edinemezsiniz sevgili okurum.

Ve Nişanyan’ın büyük yanılgılarından biri de “Ordudaki cemaat tasfiyesi” bölümü.

Elbette o da var ama gerçeğin tamamı bu değil, bir kısmı belki… Şu anda hala büyük bir nefret ve şiddetle cemaate yapılan zulüm gösteriyor ki yapılan iş ne Ali Bayramoğlu gibi şapşik vakanüvislerin “cemaat eski mevkiine püskürtülüyor” romantizmi ne de Siyasal İslamcı cenahın kiminin inanarak, kiminin işine geldiği için söylediği, “Türkiye millileşiyor, kendi değerlerine sahip çıkılıyor, artık eskiye Türkiye, emirleri uygulayan hükumet yok!” türünden bir pratik değil. çok daha köklü, çok daha derin bir mesele var… Topyekün Türk değerlerinin, kazanımlarının, muhafazakarlığının, dindarlığın ve son tahlilde bizzat İslam’ın tasfiyesi. Ali Bulaç’ın deyimiyle 100 yıllık bir birikimin heba edilmesi operasyonu bu yapılanlar. (BKZ) Bu arada Ali Bulaç’ın da ajandaya isminin girmesinin en önemli sebeplerinden biri de bu sanırım: İstanbul Büyük şehir’den beri yakından tanıdığı bir karakterin adım adım imha edici olarak yetiştirilmesinin canlı şahidi oluşu ve bunu tarihe not düşüşü.

Büyük Ajanda sahiplerinin amacı belliydi, muhatapları ise küçük bir not defterine sahipti ve genelde intikam alınacaklar listesi oluşturmuştu. Hakkını teslim edelim bir de vefa gösterilecekler listesi vardı ve sektirmeden hepsini hatırlayacaktı zaman içinde.

Ve kendi uygulama planlarını masaya maddeler halinde koymadılar o gün Tayyip Erdoğan ve AKP’yi sımsıkı kucaklayanlar. Bir ajandaları vardı ve bunu ucu açık bir sözleşmeyle sabitlediler sadece: Denileni yaptığın sürece sıkıntı olmayacağını garanti ederiz!

Şiir okuduktan sonra 6 aylık hapishane sürecinde özellikle Ağar ile özel ilgi gösterilmiş, bizzat yanına ilginç isimler ziyarete yollanmıştı kahramanımızın. Bunlardan biri de Yiğit Bulut idi ve bu ismi o zaman kendi ajandasına yazmıştı Erdoğan. Jöleli muhabbetinin de kökeni buradadır. Alişan meselesini de küçük ajanda ayrıntısını bilmezseniz anlayamazsınız. Alişan da vaktiyle onu hapishanede ziyaret eden (kim, ne için götürdü bilemiyorum) kişilerden biriydi. Keza Rıdvan Dilmen meselesi de tek başına bir olay değildir, işin Aziz Yıldırım ve Şike Süreci ile ilgisi vardır.

Masada iki ajanda vardı, biri Erdoğan’ın küçük ajandası, diğeri ise onu kıskıvrak yakalayanların büyük ajandası. Ensesinden kavrayanlar, kendi ajandalarına bulaşmadıkça onun kişisel gündemine bulaşmamaya dikkat edeceklerinin de garantisini verdiler sanırım.

Açın o dönemin gazetelerini okuyun, bugün Yargıtay’da, Danıştay’da ya da yüksek yargının herhangi başka bir koltuğunda bulunan kişilerin daha mesele bu kadar deliliğe dönüşmeden, “cemaat bitecek, burs verenler bile terörist sayılacak, onbinlerce kişi hapishaneyi boylayacak” türünden açıklamalar yapıyordu.

Yapmasına yapıyordu da cemaat medyası tıpkı Nişanyan gibi ülkede az buçuk, kör topal da olsa hukuk var zannediyordu. “Olur mu öyle şey canım, gazeteye el mi koyacaklarmış? Anayasa denen şey var, yapamazlar!” filan diyordular.

Ve o günden itibaren neredeyse her gün “Bu kadarını yapamazlar” dediğimiz her şeyi yaptılar hep.

Ama hep…

“Tepemi attırmayın iki savcı ile hepinizi terörist ilan ederim” meselesi değil anlatmaya çalıştığım. O da doğru olabilir…

“Buradan çıkacağız ve çoluk çocuk acımadan hepsini içeri atacağız” diye edilen intikam yeminlerini de ima etmeye çalışmıyorum ama elbette o da doğru olabilir…

Bu kısmı sayısız örnekle detaylandırmak mümkün ama sanırım maksat hâsıl oldu. Geçiyorum…

Aslında yapılan şey çok basitti. “O sarı ineği vermeyecektik” diye bir ibretlik kıssa var ama her seferinde kimse sarı inek olmayı kabul etmediği için süreci de durduramaz olayın yaşayanları. Sarı inek meselesini bilmeyenler internetten okuyabilirler.

Ülkenin en önemli birikimi cemaatti. Bizzat Anadolu’nun kimsesiz, ezilmiş, fakir insanları okumuş eğitimli olmuş ve kişisel kazanç yerine “adanmışlık” felsefesiyle başkası için yaşamaya başlamıştı. Ki bence Fethullah Gülen Hocaefendi’nin en önemli başarısı da budur. Sıradan Anadolu gençlerine çok büyük bir ufuk çizmekle kalmamış, bu işin pratiği için şartları da oluşturmuş.

Ne yapmış?

Misal, küçük Anadolu esnafına bir mefkure vermiş. Dünyayı değiştirebileceğine dair inanç aşılamış. Çemişkezekli araba tamircisi Tayland’da okul açmayı göze almış. O güne kadar kimsenin hesaba almadığı sıradan insanlar, haritada yerini bilmediği yerlere gidip eğitim sistemi kurmuş, gittiği her ülkenin, kültürün takdirini kazanmış.

Üstelik bütün bunları açıktan yapmış. Siz bakmayın cemaat de şeffaflaşmalı, türünden art niyetli taleplere, bunların hepsi olabilecek en açık yerden, cami kürsüsünden paylaşılmış. Daha nasıl açık olsun ya Hu?

Ergenekon ya da adını ne koyarsanız koyun (Ki ben Ergenekon’un daraltıcı bir işaret sıfatı olduğunu düşünüyorum, özne çok daha büyük ve tahminlerin ötesinde bence) avcılarının daha önce birkaç kez deneyip başaramadığı bir kitleden bahsediyoruz. Açık söylüyorum, Cumhuriyet döneminin, belki son 500 yılın en büyük insan birikimi, kalitesini Erdoğan ile yapılan bu ajanda kardeşliği ile yok etmeyi başardı bu kişiler. En azından bir dönemi kapatmayı bildiler. Şüphesiz bu kadar birikimi, insanı ocaklarda yakmadıkça, sabun yapmadıkça yok edemezsiniz. Daha önemlisi Allah murat etmedikçe ne yaparsanız yapın bitmez meselesi ayrı bir fasıldır şüphesiz. Ama görünen şudur ki, üç yıl öncesinin Türkiye’si ile bugünkü Türkiye arasındaki en temel fark, içinden cemaat çekilip alınmış olmasıdır. Ülkeden bu topluluğu (Elbette başka parametreler de vardır, haksızlık etmeyeyim) çekip aldığınızda geriye, saçma sapan, yalanlarla yürütülmeye çalışılan, iptidai Ortadoğu memleketlerinden hallice bir şey kalıyor işte!

Erdoğan’ın en büyük başarısı cehaleti organize ve güdebilme yetisidir. Bu organize olmuş cehalet eğitimli kitleyi canlarını yaka yaka yok ederken, büyük ajanda sahipleri yıllardır hasretini çektikleri bir manzarayı zevkle izlediler. Bunların zurnadaki son deliği sayılabilecek Perinçek’in “Türk yargısı altın çağını yaşıyor” derken tam da bunu kastediyordu.

En büyüğünü öncelikle halletmeleri gerekiyordu. Geriye kalanları halletmek çok kolaydı hem ajanda sahipleri hem Erdoğan için.

Medyasına, bankasına, eğitim kurumlarına, esnafına, öğrencisine, ev hanımına, bebeğine, kedisine, köpeğine, evine, binasına, yurduna, okuluna ne varsa saldırdılar, çöktüler, darmadağın ettiler. Ve tam da istedikleri gibi gitti her şey, ülkede bir tane insaflı ve izanlı kişi çıkıp da “napıyorsunuz kardeşim?” demedi, diyemedi.

Sonrakiler çok kolay oldu zaten… Daha da kolaylaşacak üstelik… Sadece son derece ağır bir final var, (yazı çok uzun oldu demezseniz devam ederim, ettim, siz yorulduysanız kalan kısmı bir sonraki oturumunuzda okursunuz) o da çok uzakta bir tarihte değil gibi. Dediğim gibi Allah’ın muradını hesaplamayanlar üzülecektir şüphesiz.

Bu sebeple son süreçte bazı isimlerin üzerine niye bu kadar ısrarla düşüldüğünü anlamak mümkün. Ahmet Altan Ergenekon’un ajandasındaydı, yani büyük ajandadaydı… Keza çoğu kişinin adına bile bilmediği haber müdürleri filan. Ergenekon o zamandan beri not etmişti bu kişileri ve şu anda intikamın en insafsızını almaya devam ediyorlar. Baransu da, Hidayet Karaca da büyük ajandada ismi olanlardandı. Can Dündar ise Tayyip Erdoğan’ın küçük ajandasında olduğu için kaçabildi. Hayko Bağdat ajandalara girebilecek kadar cürme sahip değildi o zamanlar, şimdi de pek değil de polemik olmasın şu sıralar zaten hırpalanıyor!

Furkan Vakfı olayına da, Adnan Oktar meselesine de böyle bakmakta fayda var.

Oktar iki yönüyle her iki ajanda da bulunan isimlerden biriydi. Adnan Hoca, beğenin beğenmeyin kendince bir yol seçmiş ona göre giden bir kişi. Yönteminden rahatsız olabilirsiniz ama kendisine atfedilen suçlamaları gördünüz mü? Yalanın ve saçmalığın bu kadar daniskasına bile inanılıyorsa, ülke çığırından epey çıkmış demektir.

Oktar vaktiyle kaç Ergenekoncunun kızını elinden aldı, ailesini birbirine düşürdü bilmiyorum ama. Daha önce iki önemli büyük operasyona muhatap oldu. Adil serdar saçan ve bugünkü pek çok hukuki cinayetin baş zanlısı Hakan Yüksel gibi (Şimdi Yargıtay’da mı Danıştay’da mı bilmiyorum) isimlerin özel ilgi alanındaydı.

“Başkanlık sistemi ülkeyi böler” türünden bahtsız (!) açıklamalar yaptığı kadar Nadire İçkale meselesinden dolayı da Erdoğan’ın küçük ajandasındaydı Oktar. Kendisi nicedir bu durumu hissetmekten öte biliyordu. O yüzden cemaatine “Münafıklar” ve “İngiliz Derin Devleti” gibi iki hayali düşman gösterip habire onlara yürüdü.

“Tayyip Hocam” içerikli strateji ise iki yönüyle başarısız olmaya mahkûmdu. Birincisi Erdoğan gibi kini, dini olan birisinin affetmek gibi bir erdemi yoktu. İkincisi, ister Yahudilere yanaş, ister adamlarını Vatikan’a yolla Papa ile sırnaş Ergenekonculara yönelik bir af dileme girişimin olmadıkça kolay kolay kurtulamazdı.

Kurtulamadı da…

Açın bakın dönemin haberlerini nasıl da acımasızca girişmişler Oktar’a ama baştaki belgesel metaforunda anlatmaya çalıştığımız gibi, sürüden ayırıp avlanmayı henüz keşfetmedikleri için Oktar’ın çok ağır yaralar almasına rağmen işini bitirememişlerdi.

Bunlar için mesela Tuncay Özkan’ın şu haberine bakabilirsiniz ya da Ergenekon’un resmi yayın organı Hürriyet’in şu haberine. Şu haber çok ilginçtir mesela. Ve de şu

Ki günümüz havuz medyası bu haberleri edit bile etmeden aynen yayınlamayı tercih ediyor. (Ayrıca BKZ) Adnan Hoca’nın son bir çaba büyüttüğü “Münafık gulyabanisi” de işe yaramadı şüphesiz. Son çare Ahmet Hakan’ı da araması anlamsızdı, Soner Yalçın olsa belki ama Ahmet Hakan yaralı bir parmağa teşarşür edecek adam değildi.

Nitekim Adnan Oktar operasyonunun hemen ardından devreye giren Ergenekon medyasının amiral gemisi Oda TV de operasyona katılmakta gecikmedi. (BKZ) (BKZ) (BKZ) (BKZ)

Öte yandan ortada daha fol yokken şöyle enteresan haberler yaparak (Haberi okuyun Furkan Vakfı’ndan sonra sıranın Oktar ve kediciklere geleceğini açık açık yazmış Ergenekoncular) ön hazırlayan Oda TV ve Soner Yalçın ekibinden başkası değilken “İkinci adam” olarak bilinen karanlık bir ismin kendi canının derdine düşmüş olan cemaati suçlaması da, Ergenekon’un tıpkı cemaat gibi Adnan Oktar’ın da yanına birilerini yerleştirmiş olma ihtimalini getirmiyor değil.

Adnan Oktar faslı uzadı bitiriyorum.

Bakın şu görsel AKP’nin ilk aile fotosu.

Ve şu da birkaç gün önce Erdoğan’ın açıkladığı ve batı medyası tarafından “Aile kabinesi” olarak nitelenen Cumhurbaşkanlığı Kabinesi görseli.

Görüldüğü üzere aslında ortada parti filan kalmamış durumda. Kurucu kadrodan bir kişi bile yok artık. Sadece icraatçı olarak değil, partiden ismi bile silinmiş durumda. Pek çoğu korkudan bir yere kımıldayamıyor, ağzını açamıyor… Aksi halde hain ilan edilmesi, ailesinin kaçırılması işten bile değil.

Büyük Ajanda’nın sahipleri son derece profesyonel bir şekilde Erdoğan’ı bir yandan maşa olarak kullanıp, kendilerine düşman olarak gördükleri her şeyi yok ettirirken diğer yandan onu muazzam bir sessizlikle yalnızlaştırmayı başardılar. Artık ortada parti, siyasi görüş filan yok. Erdoğan ve ailesi var. Dolayısıyla bundan sonra yaşanacak tüm sıkıntılar, kötülükler ve melanet artık tamamen Erdoğan ve ailesinin üzerine yapışıp kalacak.

Kendisi de gönüllü olarak bu işe soyunan Erdoğan da şüphesiz boş durmuyor. Bir yandan çaresizce kendi silahlı milislerini hazırlarken, diğer yandan halkın arkasında sonsuza kadar duracağına dair bir kanaate sahip.

Şüphesiz yanılıyor…

Tarih boyunca öyle olmuştur. Bu gün çıkarları için “Allah ömrümden alıp Reis’e versin” diye yaltaklananların ilk ciddi krizde kendisine vurmaya başladıklarında anlayacak gerçeği ama iş işten geçmiş olacak. Erdoğan’ın yalnızlaştırma sürecinde artık son aşamaya gelindi. Bize göre “Tek Adam” rejimi, Erdoğan kendince hilafet zannediyor ama Ergenekon günah keçisi sürecini Bahçeli eliyle tamamlamış durumda. Bir iki küçük rötuş kalmış o kadar. Artık istedikleri anda yine düğmeye basacaklar yeni bir faz geçecek ve tıpkı Malezya’da olduğu gibi “Vay alçak demek ki gerçekmiş tüm iddialar” fazına geçirilecektir toplum.

Tıpkı belgeseldeki gibi.

Belgeselin final kısmı ise çok ilginçti. Yırtıcıların av sürecini tamamladıktan, yani artık ortada yeterli av kalmadığına inandıkları anda birbirine yöneldiklerini söylüyordu belgesel. Ben onların yalancısıyım. Çakallar birbirine giriyor, yılanlar hemcinsini zehirliyor, güçlü olan düne kadar beraber avlandığı zayıfı bir kuytuda indiriveriyordu.

Belgesel işte… Masadaki ajandaları anlama kılavuzu değil şüphesiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin