Kudüs: Nereden nereye?

Yorum | Dr. Serdar Efeoğlu

Kudüs çeşitli nedenlerle belli dönemlerde dünyanın gündemine oturuyor. Bunun nedenini genellikle İsrail’in izlediği politikalar oluşturuyor. Bunların başında “Filistin sorunu” olsa da Mescid-i Aksa’ya yapılan müdahaleler ve Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması gibi konular da zaman zaman gerginliklere yol açıyor. 

1948’de küçük bir alanda kurulan İsrail, 1967 ve 1973 Savaşlarındaki zaferleriyle Kudüs dâhil olmak üzere sınırlarını sürekli genişletti. Bu işgaller bile kabullenilmezken, İsrail 1980’de İslam ülkelerinin tepkilerine rağmen Kudüs’ü başkent ilan ederek sorunu daha da büyüttü. Bu karar Birleşmiş Milletler tarafından da tepkiyle karşılandı.

ABD Kongresi ise 1995 yılında Kudüs’ün başkent olmasını kabul eden bir kanunu kabul etti. Trump’tan önceki başkanlar bir krize yol açmamak için 1999’da yürürlüğe girmesi gereken yasanın uygulamasını sürekli ertelediler. Son olarak iç politikada zor günler yaşayan Trump, konuyu tekrar gündeme alarak bütün dünyadan tepkilerin yükselmesine neden oldu. 

KUDÜS-Ü ŞERİF

İbranice “Yerüşalayim (Yarüşalem)” denilen ve Batı dillerine “Jerusalem” olarak geçen Kudüs’e Müslümanlar, Romalıların kullandığı “İliya” ve “Kuds” yani “bereket, mübarek olmak” veya “Beytülmakdis” adını vermişlerdi. Osmanlılar ise dört yüz yıl egemen oldukları Kudüs için resmi yazışmalarda “Kudüs-ü Şerif” adını kullandılar. 

Davut (as) döneminde krallık merkezi yapılan Kudüs’e oğlu Süleyman (as) tarafından Mescid-i Aksa inşa edildi. Kudüs, İsrail devletinin zayıflaması ile çeşitli istilalara maruz kaldı. Hristiyanlığı kabul eden Roma İmparatoru Konstantin döneminde Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği yerde “Merkad-ı İsa (Anastis) Kilisesi” inşa edildi. 

Peygamberimizin (sav) Medine döneminde on altı, on yedi ay boyunca namaz kılarken Kudüs’e yönelmesi, şehrin Müslümanlar tarafından kutsal kabul edilmesine neden oldu. Yine Miraç mucizesinde Peygamberimizin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi buraya hürmeti artırdı. 

Kudüs ayrıca Hz. İbrahim’den itibaren pek çok peygamberin yaşadığı bir bölge olması ve Beytülmakdis’in burada bulunması nedeniyle üç semavi dinde de önemli bir yere sahip oldu. 

Müslümanların Suriye’ye hâkim olmasından sonra Kudüs halkının “aman dilemesi” üzerine şehir, savaşsız bir şekilde Kudüs patriği tarafından Hz. Ömer’e teslim edildi. Hz. Ömer tarafından Kudüs halkının mal ve can güvenliğiyle dini inanç ve ibadet hürriyetleri garanti altına alındı. 

BİR SULH ADASI: KUDÜS

Emeviler döneminde Şam’ın başkent yapılmasıyla Kudüs’ün önemi arttığı gibi imar faaliyetleriyle şehrin Arap nüfusu da arttı. 1099’da Kudüs’ü ele geçiren Haçlılar, şehirde büyük bir katliam yaptılar. Müslümanlarla birlikte Yahudiler de tehcir ve katliama maruz kaldılar. 

1187’de Selahaddin Eyyubi tarafından geri alınan Kudüs’e Eyyubilerden sonra Memlukler hâkim oldu. Yavuz’un Mercidabık Zaferi ile 1516’da Kudüs’te dört yüz yıl devam edecek Osmanlı egemenliği başladı. Yavuz tarafından verilen “amanname” ile de diğer din mensuplarına Hz. Ömer’in tanıdığı imtiyazlar devam ettirildi. 

Osmanlı’nın Kudüs’teki temel stratejisi buranın bir “sulh adacığı” olması ve bütün din mensuplarının birlikte yaşamasıydı. Bu nedenle Osmanlı yönetimi Yahudi ve Hıristiyanlar arasında veya Hıristiyan mezheplerinin aralarındaki çekişmelerde “hakem” rolü üstlendi. 

Örneğin Beytullah Kilisesi, Rum patriğinin kontrolünde bütün Hıristiyan mezhepler tarafından kullanıldı. Osmanlı idaresi, 1852’de Ortodoksların diğer Hıristiyanların Hz. Meryem’in kabri başında dua etmelerine mâni olması üzerine devreye girerek buranın Rum, Ermeni, Kıptî ve Süryani tüm Hıristiyanların ortak mekânı olduğu ve diğer gruplara da ibadet imkânı verilmesi gerektiğini vurguladı. 

Osmanlı Devleti, Kudüs’te diğer dinlere ait mabetlerin inşa ve tamiratına da imkân sağladı. Hatta bazı mabetler devlet tarafından inşa edildiği gibi diğer dinlere ait eğitim öğretim kurumları açılmasına da izin verildi. 

Kudüs’te Kanuni devrinde çok önemli imar faaliyetleri gerçekleşti. Kubbetü’s-sahra restore edildiği gibi günümüzde ayakta duran surlar inşa edildi. Kudüs’e su getiren kanallar tamir edildi. Su dağıtımı yapılan havuzlar yenilendi. Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan da hayrat olarak cami, medrese, imaret, ribat ve handan oluşan bir külliye inşa ettirdi.  

BÜYÜK DEVLETLERİN REKABETİ

18.yüzyıldan itibaren bölgede büyük devletlerin rekabeti ortaya çıktı. İngiltere’nin 1838’de ilk konsolosluğu açmasından sonra Prusya, Fransa, Avusturya ve Rusya konsolosluk açtı. Kudüs aynı dönemde misyonerlik faaliyetlerinin de hedefi oldu. Avrupa kökenli dini, kültürel ve siyasi kuruluşlar, Kudüs’te birçok yatırım yaptılar.

Avrupalı devletler kendi aralarında da ciddi bir rekabete girdiler. Bu sırada İngiltere, Yahudilerin hamiliğini üstlendiği gibi Kudüs ve çevresinde Protestan bir nüfus da oluşturdu. Fransa Katolikleri, Rusya Ortodoksları himaye ederek bu rekabete dâhil oldu. 

1870’lerden sonra Kudüs ve çevresine Yahudi göçlerinin yoğunlaşmasıyla demografi değişmeye başladı. Abdülhamit devrinde Filistin’e ve özellikle Kudüs’e yasadışı Yahudi göçü yoğunlaştı. Osmanlı Devleti göçe karşı tedbir almaya çalıştıysa da başarılı olamadı. 

Osmanlı Devleti’nin verilerine göre Kudüs’te 1849’da 6.184 Müslüman, 3.744 Hıristiyan ve 1.790 Musevi yaşıyordu. 1900 yılına gelindiğinde Müslümanlar 10.000, Hıristiyanlar 10.000 nüfusa sahipken Musevi nüfus göçler sonucunda 35.000’e ulaşmıştı. 

KUDÜS DÜŞTÜ!

Birinci Dünya Savaşı, Kudüs’te Osmanlı egemenliğinin sonu oldu. Filistin’de en önemli kırılma noktasını Şerif Hüseyin İsyanı oluşturdu. Hicaz’da çıkan bu isyanla uğraşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti, ciddi bir ikilemle karşı karşıya kaldı. Bir tarafta Mekke ve Medine, diğer tarafta Kudüs vardı. Bütün Ortadoğu’yu aynı anda savunamayacağını anlayan İttihatçılar, bu aşamada az bir kuvvetle Hicaz’ı savunmaya çalıştılar. 

1917 yılına gelindiğinde ise Arap isyanı, Suriye ve Filistin’e kadar genişledi. Cemal Paşa’nın Enver Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta “Ben İngilizlerin Çanakkale’ye taarruz ettikleri zaman bile bu kadar ümitsizliğe düşmemiştim” demesi durumun vahametini göstermektedir.

Bu dönemde İngilizler Kudüs üzerine büyük bir taarruz planlarken Osmanlı Genelkurmayı büyük bir strateji hatası yaparak Bağdat’ı geri almayı amaçlayan “Yıldırım” ordusunu oluşturuldu. Sonradan İngiliz planı fark edilince “Yıldırım” Filistin’e kaydırılsa da geç kalındı.

Allenby komutasındaki İngilizler 31 Ekim 1917’de harekete geçerek Birüssebi ve Gazze’yi ele geçirdiler. İngilizler karşısında tutunamayan Osmanlı ordusunun 8-9 Aralık gecesi Kudüs’ü terk etmesiyle İngiliz kuvvetleri bir direnişle karşılaşmadan Kudüs’e girdiler. 

Böylece Kudüs’te bir dönem kapandı. Mekke’den sonra Müslümanlar açısından büyük öneme sahip olan bir şehir daha kaybedildi. İngiliz komutan Allenby de gösteriş yapmadan “bir hacı gibi” mütevazı bir törenle Kudüs’e girdi.  

BİTMEYEN PROBLEMLER

Osmanlı’nın Kudüs egemenliğinin sona ermesinden sonra süreç, Balfour Deklarasyonu’nda öngörüldüğü üzere 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. 1917-1948 arasında İngilizlerin de teşvikiyle Musevi göçü hızlandı ve nüfus yapısı tamamen değişti. 

Müslüman dünyanın İsrail’in kuruluşuna tepkilerinden birisi de İslam Konferansı Teşkilatı’nın kurulması oldu. Trump’un kararında olduğu gibi İKT, hiçbir zaman İsrail’e karşı ciddi tepkiler vermedi ve ABD’nin de desteğini alan İsrail, sürekli olarak yeni avantajlar elde etti. 

Günümüzde “Kudüs meselesi” ne yazık ki, İslam ülkelerinin kendi kitlelerini harekete geçirmek için kullandığı bir istismar aracına dönüşmüş durumda. Müslüman ülkelerin bugün ABD’nin Kudüs kararına gösterdiği tepkiler de bunun bir göstergesi. Dolayısıyla yaşanan sıkıntıların önemli bir nedenini sorunu çözme için adım atmak yerine “popülist” politikalar izleyen Müslüman ülke liderleri oluşturuyor. 

Meydanlarda İsrail aleyhinde her şeyi söyleyip diğer taraftan ilişkilerini en üst düzeyde tutan Müslüman ülke liderleri, İKT ve BM’yi bile harekete geçirmekten aciz tutum ve davranışlarıyla yaşanan problemlerin önemli bir sebebi olarak görülüyor. 

Trump’u, “Kudüs’ü başkent yapma” şeklindeki seçim vaadine rağmen destekleyen ve her türlü tavizi veren Türkiye’nin Kudüs tepkisinin de iç kamuoyuna mesaj verme kaygısı dışında bir anlamı olmadığı anlaşılıyor.

 

Kaynaklar: “Kudüs” maddesi, DİA; M. F. Söylemez, “Kudüs ve Osmanlı Arşiv Vesikaları Işığında Yahudilerin Bölgeye Yerleşmeleri”, SÜ İlahiyat Fak. Dergisi, S. 2. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin