Kör tarih, topal hafıza, ölümcül siyaset

YORUM | YAVUZ ALTUN

“Unutursak kalbimiz kurusun.”

Türkiye toplumunun “hafızasızlığı” bahsi, uzun boylu bir tartışma. Tarihimizi bilmediğimiz, yakın tarihimizi dâhi hatırlamadığımız, sıklıkla gündeme getirilir. Geçmişi didik didik eden, “Bakınız bunların ataları da böyleydi,” diyebilen genelde haklı çıkar. Muhatabını bilmemekle, hatırlamamakla itham edebilen, üstün gelir. Çünkü hafızamız, tarihimiz zayıf karnımızdır. ‘Şimdi’yi yaşamayı imkânsız kılacak kadar derinlerde bir yaradır.

Unutmuş olma hâli, tatlı bir konfor alanı. Hatırlamak, bir takım sorumluluklarla yüzleşmek anlamı taşıdığı için, unutturmak ata sporumuz. Sessiz kalalım, toplum nasılsa unutur, yarın bir gün de konjonktür değişir, gül gibi geçinir gideriz.

Ama at sinekleri tükenmek bilmiyor. Bir yerden o meşum hafıza hortlayıveriyor. Birileri, sizi sürekli rahatsız ediyor. “Sen zamanında şunları şunları yapmıştın,” deyiveriyor. Karşına bir ayna koyuyor ve sana yaralarını, çirkinliklerini gösteriyor.

Unutmak yalnızca bir kişisel, grupsal, cemaatsel tercih değil halbuki. Siyasetinden günlük hayat pratiklerine, unutmak bu topraklarda yaşayabilmenin yegâne yolu. Podyumdan düşmemenin, kenara çekilmemenin, hep “mücadele” vermenin ilk adımı unutmak/unutturmak. Dedim ya, konjonktür değişir nasılsa. Çünkü “dursa”, kenara çekilse ve “bir dakika önce evimi temizlemem lazım” dese, o amansız “üstünlük” cakası çalım yemiş olacak.

Neden hatırlamak ve sorumluluk almaktan kaçınıyoruz, peki? Eğitimsiz, cahil, yetersiz olduğumuz için mi sadece? Gerçek bir hesaplaşmayla başa çıkamayacağımız için mi? Yoksa çok daha geniş bir zamana ve mekâna yayılan bir alışkanlıktan mı?

Hatırlama mı, sayıklama mı?

Türkiye’deki “hatırlama” pratikleri, aslında bazı şeyleri neden unuttuğumuzu, neden unutmayı seçtiğimizi, unutmanın neden adeta bir refleks hâline geldiğini de gözler önüne seriyor kanımca. Evet, hatırlamamak, unutmaya çalışmak, unutturmak kötü bir şey. Ama eğer bu bir problemse, henüz bu problemin çözümünü de bulabilmiş değiliz toplum olarak.

Her şeyden evvel, bir ahlakî otorite boşluğu bizi adeta eziyor. Toplumun farklı kesimleri olarak birbirimizi hep bir şeylerden ötürü suçluyoruz fakat hepimizi karşısına alıp hükmü verecek bir “hakem” yok. Anayasa, bu işlevi görmeyi bırakalı on yıllar oluyor. Devletin herhangi bir kurumu bu güveni veremiyor. Toplum içerisinde, bu anlamda “sözüne güvenilir” bir entelektüel sınıfı bulunmuyor.

Haliyle, kavgalar, suçlamalar, sorumlu tutmalar sonsuz bir boşlukta yankılanıp duruyor. Bu bir hatırlama değil, “damarına basarak hatırlatma” pratiği ve aslında geçmişin aydınlatılmasından çok, bugünün “iktidarı” için kullanılıyor. Bugünde, her tartışmadan bir çeşit “üstünlükle” çıkabilmek için karşı tarafa ayna tutuyorsunuz, suçlarını sayıp döküyorsunuz ve onu susturmayı başarıyorsunuz.

Ama burada bitmiyor. O da aynı şekilde size ayna tutuyor. Sizin hatalarınızı, eksiklerinizi, yüzünüze vuruyor. İki acuzenin birbirine ayna tutarak galebe çalmaya çalıştığı gotik bir tabloyu gözünüzün önüne getirin. Arka planda, o aynaları tutanlara tezahürat yapan, o aynadaki görüntüye bakıp kendini “iyi” hisseden kimseler var.

Körler, filler ve iletişim

Bu şekilde bir “toplumsal mutabakat” kurulamayacağı açık. Çünkü yapılan şey bir diyalog çabası değil. Karşılıklı konuşmaya benzemiyor. İthamlaşmak daha çok. Mevcut problemleri “ötekine” yıkıp kaçmak, kurtulmak. “Seküler sol” kanattaysanız, Türkiye’nin bugünkü meselelerini 1980 sonrası “Türk-İslam sentezi” ile açıklayabilir, bilhassa 2013 sonrası bürokrasi odaklı AKP-Cemaat kavgasının hiçbir şekilde sizle ilgisi olmadığına inanabilirsiniz. Eğer bir “muhafazakâr-sağ” mahalle mensubu iseniz, Kemalistler, ulusalcılar ve Ergenekon çevresinden bir hikâye devşirebilirsiniz.

Bunlar meseleyi sizin zihin konforunuz içinde açıklıyor da olabilir. Neticede hakikat tek değil, göreceli deyip işin içinden sıyrılabilirsiniz. Ama körlerin fil tarifinde olduğu gibi, tuttuğunuz yere “fil” deyiverdiğinizde, diğer “körlerle” asla anlaşamayacağınız bir noktaya düşersiniz.

Bu sebeple Türkiye’de “grup içi” (mahalle içi) efsaneler ve mitler, çoğunlukla kötülerin (ötekilerin) cezalandırıldığı, yani “hakkın” galip geldiği ve iyilerin (grubun, mahallenin, cemaatin) kazandığı bir ütopyayla bağlanır genelde. Mesela şu sıralar Gülen Cemaati ile ilişkilendirilen eski bürokratların ceza alması karşısında, “karşı mahalleler” ilahî adaletin yerini bulduğunu düşünüyor. Oysa, bu tarihsel olarak bir hayli sorunlu bir okuma. Neden “cezalandırıldıkları” ortada. Ergenekon davalarının savcı, hâkimleri bile oradaki tutumlarından (“suçlarından”) değil, Cemaat’le ilişkilerinden ötürü, Cemaat’in AKP ile “uzlaşmamasından” ötürü hapse konuluyor.

İnanıyorsanız bile, ilahî adalet, bu dünyada tecelli edecek diye bir şey yok. Hele ki toplumsal normları, hukuku, adaleti vs. bir bilinmezliğin (ilahî adaletin nasıl işleyeceği hakkında somut bilgi sahibi değiliz) üzerine inşa etmek de imkânsız.

Ahlakî üstünlük çabası

Dertleri toplumsal meseleleri çözmek değil, o meseleler etrafında ahlakî üstünlük inşa etmek olan kimseler, sabah akşam, sebep-sonuç ilişkileriyle açıklanamayacak şekilde, size bir tarih okumasından bahsedebilirler. Nitekim AKP’lilerin zihnindeki “Türkiye’nin asıl sahipleri tarafından yönetiliyor olduğu” miti de, böyle bir geçmiş okumasına dayalı. Türkiye’nin iç meselelerini, farklı düşünen kimseleri düşmanlaştırarak ele almak; toplumsal anlaşmazlıkları, ötekilerin “yetersizliğine, ahmaklığına, naifliğine ya da kötü niyetine” bağlamak, daha baştan sorunu çözmeme iradesi göstermek demek.

Bunun özellikle Türkiye medyasında, şimdilerde sosyal medyasında (hemen her kesimde) en sık rastlanan yönelim olduğu aşikâr. “Çok reyting getiren” ve kendi grubunuzun “ahlakî üstünlük damarını” kabartan cümleler, nefsimizin hoşuna gidiyor. Ama bir yere varmıyor. Birbirimizi sevmek zorunda değiliz ama bu karanlıktan çıkacaksak konuşmak zorundayız.

Evet, hatırlamak, geçmişle hesaplaşmak, muhasebe yapmak güzel şeyler. Ama bunu travmatik bir şekilde, “yapmazsan cehennemde yanarsın” korkutmacasıyla gerçekleştirmeye çalışmak, muhataba dair bir sempati beslenmediğinin ikrarı. Aynayı, doğru yere koymakla, aynayı alıp kafasına geçirmek farklı şeyler.

Türkiye’nin sorunları, bir güven ortamı içinde karşılıklı sohbet, muhabbet (naifçe değil, yeri geldiğinde tartışarak, delilleri konuşarak, hatta belki suçlayarak) eksenine götürülemezse, gelecek nesiller de benzer meselelerle uğraşıp duracak.

Omuzlarda yüz yıllık yük

Peki nereden başlamak gerekir? Mahalleler, birbirine uyguladığı boykotu kırarak, birbirini “evinde ağırlayarak”, bugüne kadar yapılan ve bizi bir yere götürmeyen grupçuluğu, hizipçiliği kırarak başlayabilir. “Ötekilerle” ilgili mitler son bulmadıkça, siyasetçiler de bu ölümcül kutuplaşmayı kullanmayı sürdürecek çünkü.

Birbirinin hep kötü yönlerine odaklanmış, “onları” hep aldatılmış, gaflet içinde, yanlış yolda görmüş, tek doğrunun “bizim tarafta” olduğunu düşünen kimselere yapılacak en önemli alıştırma, ötekilerle ilgili olumlu şeyler düşünme ve bunları yazma ödevi olabilir. Sınıf ve grup kinini bir kenara bırakıp durun ve düşünün bakalım, Türkiye’nin bütün çeşitleriyle solcuları ve sağcıları, etnik grupları, dinî cemaatleri, azınlıkları vs. bu ülkeye neler katmış olabilir? “Hiç faydaları yok, yok olsunlar,” diyorsanız, zaten baştan yıkıcı siyasete teslim olmuşsunuz demektir.

Evliliklerinde tıkanmış, birbirini görmekten bile haz etmeyen çiftler, birlikte terapiye gittiklerinde, psikologlar onları ilk âşık oldukları, yahut evlenmeye karar verdikleri günlere götürmeye çalışır bazen. Olumsuzluk bulutlarını dağıtmanın tek yolu, zorla da olsa olumlu bir şeyler söylemeye gayret etmektir çünkü.

Kendi çocuklarımıza, yüz yıllık yükler yüklemeye, onların da diyalog imkânlarını söndürmeye hakkımız yok.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin