Hesap verebilirlik ve tevekkül

YORUM | Doç. Dr. MAHMUT AKPINAR

İslam itikadında kadere bakışta 3 ayrı ana görüş olduğunu biliyoruz. Cebriye, Mutezile ve müstakim yol olarak düşündüğümüz Ehli Sünnet yolu. Bu üç itikadi mezhebin çıkış noktası kul ve fiilleri arasındaki ilişkiyle açıklanır. Cebriye ifrat bir yaklaşımla kulun ihtiyarını, tercih yeteneğini bir kenara bırakarak insanı hadiseler karşısında eylemsiz, bütünüyle edilgen ve iradesiz olarak görür. İnsanın Külli İrade karşısında rüzgârın önünde istemsizce sürüklenen bir yaprak misali, cebren bir tarafa gittiğini düşünür. Mutezile ise bunun tefritini ortaya koyarak kulun kendi fiilinin yaratıcısı olduğu iddia eder.

Ehli Sünnet itikadı her şeye hükmeden, yaratan Külli İrade yanında insana verilen ve sorumluluğuna gerekçe yapılan cüz’i iradeyi yok saymaz. İnsanın ihtiyarını, tercih etme kabiliyetini inkâr etmez. “Kul irade eder, Allah yaratır”; bu irade nedeniyle insanın dünyada ve ahirette sorumluluğu olur. Suç işlediğinde bu iradeye ve iradeden kaynaklanan eyleme göre cezalandırılır. Ahirette de dünyadaki tercihlerinden, fiillerinden dolayı yargılanır. Bu nedenle dikkat edebileceği, tedbir alabileceği, engelleyebileceği halde yaşadığı olumsuzluklar, suçlar, günahlar nedeniyle sorumlu tutulur. Zilzal Suresi’nde “Her kim zerre miktar hayır işlerse karşılığını, her kim zerre miktar şer işlerse cezasını görecektir” deniyor. İslam itikadına göre çaba sarf etmeden, çalışmadan bir şey elde etmek mümkün değildir. Ayette “İnsan için sayinin, çabasının dışında bir şey yoktur” (Necm:39) denilerek eylemsiz ve teslimiyetçi bir yaklaşımla beklemek tasvip edilmemiştir. Çalışmak, rızık için koşturmak, hayatını korumak ve idame ettirmek için bir şeyler yapmak kutsal sayılmış ve ibadet kabul edilmiştir.

Hayrı, iyiyi, güzeli, doğruyu bulmak ve şerden uzak durmak, olumsuzdan kaçınmak, zararlı olandan korunmak için Allah aklı kullanmayı, tefekkür etmeyi, düşünmeyi emreder. “Akl etmez misiniz?”, “Düşünmez misiniz?”, “Tefekkür etmez misiniz?” şeklindeki düşünmeye, sorgulamaya, araştırmaya sevk eden pek çok ayet vardır. Hazreti Peygamber önce tedbir almayı sonra tevekkül etmeyi tavsiye etmiştir. Yanına gelen bir bedeviye devesini nereye koyduğunu sormuş, bedevi: “deveyi Allaha emanet ettim” deyince Allah Resulü: “Evvela deveni sağlam kazığa bağla, daha sonra Allah-u Tealâ’ya emanet et!” buyurmuştur.

***

İslami kaynaklar tedbiri tevekkülden önce emrederken bu kaynaklara uyduğu, inandığı iddiasındaki Müslümanlar genellikle tevekkülü tedbirin önüne koyarlar. Bildiğimiz İslami/Dini grupların tamamında teslimiyet, tevekkül, sorgulamama yüceltilir. Sorgulayanlar, olumsuz ihtimalleri gündeme taşıyanlar, yanlış giden şeylere vurgu yapanlar genellikle dikkate alınmaz; çoğu zaman dışlanır, olumsuzlanır.  Sonuçları bireysel olan konularda insanlar her şeyi bütün inceliğiyle düşünür, zarar görmemek için her ihtimali dikkate alır. Ama kamusal ve kolektif konularda denge-denetim sistemi yoksa, sorumluluk taşıyanlar bireysel işlerde gösterdiği titizliği göstermez. Genellikle ihtimaller, olumsuzluklar dikkate alınmaz. Tedbirlere yeterince itibar edilmez. Vak’a yaşandıktan sonra ise her şey Kadere havale edilip “tevekkül” bahsine sokularak kapatılır. Bireysel, kolektif tüm sorumluluklar örtbas edilir. Sorumlu arama, yanlışa sebep olan faktörleri araştırma “fitne”, “kaderi tenkit”, “uhuvveti zedeleme” olarak sunulur. Oysa araştırılmayan, ilgililerinden hesap sorulmayan, kimsenin fatura ödemediği ihmaller, hatalar tekrar eder. Tarih birileri için tekerrür eder durur. Problemlerin çözümleriyle ilgili ilerleme kat edilmez, Müslümanların başı benzer konularla sürekli belaya girer.

Müslüman toplumlarda ve İslami gruplarda kendisine hesap sorulması gerekenler, sorumlular, “işin fıtratında var”, “Allah’ın takdiri” diyerek hataların, ihmallerin sorgulanmasını engellemeye çalışır.  Hatalara sebep olanlar “zamanı değil!”, “düşmana koz vermeyelim” “ümitleri kırar”, “motivasyonu bozar” gibi makul(!) gerekçeler geliştirerek kendilerini koruma altına alırlar. Bu yaklaşım nedeniyle ihmaller, yanlışlar sahipsiz kalır. Ancak bu durum Kur’an’ın, İslam’ın sorumluluk anlayışına uygun değildir. “Kimseye bir başkasının suçu/yükü yüklenemez” (İsra 15) ayetine ve suçun şahsiliği ilkesine aykırıdır. Muhatabı, sorumlusu bulunmayan suçların bedeli/vebali kolektif yapıya kalır. Bireysel hesap sorma, hesap verme olmadığı için de hatalar tekrar etmeye, sorumluluk yüklenenler yanlış yapmaktan korkmamaya başlar.

***

Son zamanlarda çokça duyuyoruz; cemaatlerde, tarikatlarda ve onların kurumlarında tecavüz, iğfal, zimmet gibi suçlardan suiistimale, istismara, ihmale kadar pek çok problem yaşanıyor. İnsanın olduğu ortamda hatanın olması normaldir. Ancak dini gruplarda bu hatalarla yüzleşmek, sorumluları cezalandırmak yerine örtbas etme, yok sayma tercih ediliyor. Kimseyi kurban etmeme, tabanda infial oluşturmama gibi gerekçelerle cemaat ya da tarikat yapılarında:

  • Hata yapanlar, suç işleyenler cezasız kalıyor, yeni suçlara davetiye çıkarılıyor.
  • Bazı bireyler günah işliyor, ahlaksızlık yapıyor; konu örtbas edildiği için suçlama bütün bir cemaate/tarikata yapışıyor.
  • İç denetim mekanizmaları çalışmadığı, dış denetim mekanizmaları siyasi yollarla etkisiz hale getirildiği için bu yapılarda ödemler, cerahatler birikiyor.
  • İnsanların güvenini ve imkanlarını istismar eden kişiler cemaat/tarikat yapılarında kolayca barınabiliyor.
  • Bu hadiseleri gören Müminlerde sadece tarikata değil, dine güven de sarsılıyor, itikadî problemler yaşıyorlar.
  • Kimlik ve kişilik oluşumu safhasındaki gençler bu tür vakaları görünce dinden, inançtan ve tarikatlardan soğuyorlar ve “dindar” olmanın iyi bir şey olmadığı kanaatine varıyorlar.
  • Cemaatlerin, tasavvuf ekollerinin yaptığı hayırlı işlere cibilli düşmanlık besleyenler husumetlerine gerekçe yapacakları ve kullanacakları malzemeler elde ediyorlar.
  • Günü kurtarmak, güya itibarı korumak için yapılan bu türden örtbaslar şeffaf sağlıklı yapılar kurulmasının önüne geçiyor.

Bir yerde suç varsa cezası olması gerekir. Bir yerde hata varsa hesap sorulacak birileri olması gerekir. Bunun en çok da güven-inanç esasına göre yürüyen cemaatlerde, tarikatlarda, dini gruplarda olması beklenir. Tam da insanların güvenini sürdürmek, inancını diri tutmak ve o manevi yapıyı korumak için ahlaksızlıklar, istismarlar sorgulanmalı, hata yapanların üzerine gidilmeli. Yanlışlıklar olduğunda daha duyarlı olunmalı, uyanık davranılmalı. Ta ki geniş bir kesimin hukukuna tecavüz edilmesin, insanların itikadı sarsılmasın. Manevi değerlere güvende erozyon oluşmasın!

Maalesef tevekkül ve teslimiyet kavramları suiistimal ediliyor. Kader anlayışı hesap vermemek için yanlış yorumlanıyor.

Baştan sorgulamak, araştırmak, tedbir almak, olumsuzlukları gözetmek Müslümancadır, İslamidir. Tedbire rağmen olursa ona tevekkül edilir. Ama “tevekkül” diyerek bireyleri örtbas etmek, sorumlu aramayarak faturayı umuma yıkmak İslami değildir, ahlaki de değildir.

Ayetlerden haberleri yok ama aklettikleri, olumsuzlukları düşündükleri, tedbir aldıkları için Japonya’da devasa depremler oluyor fakat büyük yıkımlar olmuyor. İngiltere’de habire yağmur yağıyor ama yıkıcı heyelan, ölümlü sel olmuyor. Avrupa’da, Amerika’da bizden katbekat yol ve araba var ama bize benzer katliam gibi kazalar olmuyor. Çünkü onlar 10 kişilik dolmuşa 25 kişi bindirmiyor. Yakaladıklarında sorumluyu buluyor ve canını yakıyorlar. Trafik kurallarına bizim farzlara riayet ettiğimizden daha titiz riayet ediyorlar. Geçmişte yaşayıp tecrübe ettikleri hataları tekrarlamamak için önlem alıyor, onları tekrar etmiyorlar.

Tevekkül problemleri yok saymaya ve sonrası için tedbirler almaya engel olmamalı. Her şeye Pollyanna’cı yaklaşma, olaylara gerçeklikten koparan bir teslimiyet içinde bakma bazı insanları çizgide tutmaya yarasa da sorgulayan, düşünen insanların umudunu, güvenini yitirmesine neden olur.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin