Gül gibi umudunuz varsa başka umutsuzluğa ne hacet!

Yorum | Bülent Keneş

Hayatımın önemli bir kısmını siyaset bilimi okumakla geçirdim. Ama siyaset bilimi okumak olaylara ve şahıslara illa da siyaseten yaklaşmayı elbette ki gerektirmiyor. Hatta, söyleyeceklerim ağır olmayacaksa, şahsi veya takipçisi olunan davanın menfaati düşüncesiyle belli belirsiz bir pragmatizmle olaylara ve şahıslara siyasi maslahatlarla yaklaşmayı bir miktar mürailik, fazlasıyla Makyavelcilik olarak görenlerdenim.

Kaldı ki, siyaseti kendilerine karlı bir iş edinenler ve peşlerine taktıkları sürüsüne bereket asalaklar o işi zaten yeterince iğrenç bir şekilde yapıyor. Üstüne bir de sivil toplum aktörlerinin, bağımsız kanaat önderlerinin, akademisyenlerin, entelektüellerin ve gazetecilerin siyasi ya da toplumsal gelişmelere dair değerlendirmelerini siyasi mülahazalarla yapması ve o mülahazalara göre tavır almaları kadar büyük bir hovardalık olamaz.

Yok yok, uzayda yaşamıyorum… Bu söylediklerimin Türkiye’deki mevcut siyaset-medya, aydın-siyaset, siyaset-sivil toplum ilişkileri bağlamına ne kadar aykırı olduğunun farkındayım. Bizimkisi gibi uyanıklığı ve ilkesizliği maharet sanan toplumlarda ilkeciliğin en önemli açmazlarından birini, ilkesel tavır takınanların maalesef ahmaklıkla saflık arasında bir yerlere konumlandırılma riski oluşturuyor. Aydın sorumluluğu dediğimiz şey işte bu saflığa, bu ahmaklığa ve hatta deliliğe gönüllü olmayı gerektiriyor. Şöyle ki, hak ve hakikat adına söyleyeceklerimiz öyle bir yere konulmamıza yol açacaksa varsın açsın demeyi ve o riski göze almayı gerektiren bir sorumluluk bu…

İLKESİZLİK BÜYÜK DEĞER, İŞ BİTİRİCİLİK ÇOK MAKBUL

İlkesizliğin büyük bir değer olduğu, ne şekilde olursa olsun iş bitiriciliğin makbul sayıldığı bir toplumda sonuç odaklılığın, maslahatgüzarlığın, pragmatikliğin, kılı kırk yaran hesapçı gerçekçiliğin yanında kendi sonuçlarından bağımsızlığını esas alan ilkesel çıkışlar yapmanın saflıktan ahmaklığa varan bir muameleye maruz kalmasını belki de normal karşılamak gerekiyor. İlkesel her çıkışınızda karşılaşmanız mukadder olan ahmaklığınızdan dem vurup saflığınıza laf edecek, rasyonel olmadığınızdan başlayıp meczup olduğunuza kanaat getirecek tepki ve ithamlara karşı yeterince şerbetli değilseniz şayet, siz de kolayından maslahatgüzarlığın pragmatik rotasına dümeni kırabilirsiniz.

Her zaman olduğu gibi lafı çok uzattığımın farkındayım ama zaten sadede de gelmek üzereyim. Konumuzun ne olduğunu başlıktan anlamış olmalısınız. Nefes alınamayacak bir cehenneme dönen Türkiye’nin, çıkarcı, maslahatçı, yoz siyasetten kaynaklanan bu korkunç karabasandan çıkabilmesi için gırtlağına kadar ulusal ve uluslararası suça batmakla kalmayıp eline yüzüne kan bulaştırmış Erdoğan’dan yakasını kurtarması gerekiyor. Ama bu nasıl olacak? Herkesin oldukça uzunca bir zamandır kafa patlattığı konu ve sorun işte bu…

Neticede Kılıçdaroğlu’na koysan almıyor, Akşener’e koysan dolmuyor… Demirtaş desen ona da zaten fırsat verilmiyor… Ee öyleyse nasıl olacak da Erdoğan’ın sürüklediği uçurumdan, gırtlağına kadar soktuğu çirkef bataklığından Türkiye kurtarılacak?.. 80 milyonluk koca ülke yeniden nasıl düze çıkacak? Kim, nasıl yapacak bunu?..

İşte bu “Kim?” sorusuna cevap olarak bir süredir pek çok çevre Abdullah Gül’ün ismini zikrediyor. Zikretmiyorsa da ağzında geveliyor, aklından geçiriyor, karnından konuşuyor… Herkes adeta kendini aşmış bir mutassavıfın ihtiyaca binaen kuşandığı hal diliyle o sözü mecazından çıkarıp, “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş,” diyor.

TEST EDİLİP TESCİLLENMİŞ BİR DERDE DERMAN MUAMELESİ ÇEKMEK…

Tasavvuf mesleğinde derdin derman olmaklığına diyeceğimiz bir şey elbette ki olamaz. Haddimiz de değil zaten… Ama kusura bakmayın, siyasette defalarca test edilerek tescillenmiş bir “derd”e sırf pragmatik maslahatlarla “derman” muamelesi yapmak benim kolay kolay anlayabileceğim bir tuhaflık değil.

Şimdi yine hatırlatacaklar bana: “Yahu işte Erdoğan…” diyecekler. “Başka türlü yenilmez,” diyecekler. “Allah aşkına bu püsküllü beladan kurtulmanın başka yolu mu var?” diyecekler. “Ondan başkası mı var?” diyecekler… Kaht-ı ricalin had safhada olduğu bu demde “Elbette ki tek çaremiz Abdullah Gül,” diyecekler… Diyecekler de diyecekler…

Diyecekler ama hangi Abdullah Gül? Bu Abdullah Gül, yıllardır tanıdığımız, şahsi menfaat ve siyasi hesaplarına denk düşmediği müddetçe yaralı parmağa teşaşür etmeyen Abdullah Gül mü?

Daha önce de değişik vesilelerle yazmışımdır, “insanların gerçek karakterleri istisnai durumlarda ortaya çıkar,” diye… Bu istisnailik hali aşırı bolluk ve kolaylıklar da olabilir, aşırı yokluğa ve zorluklara da tekabül edebilir. Kadere bakın ki bizim istisnailik halimiz kaht-ı rical anlamında adam yokluğuna ve insaniyetin esamesinin okunmaması anlamında zulüm, yozluk, yobazlık ve zorbalık dönemine tekabül ediyor.

İşte böyle dönemlerde kimin ne mal olduğunu anlamak için iki şeye bakmak yeterli: Bir yaptıklarına; bir de konumu gereği yapması gerektiği ve kendisinden beklendiği halde yapmadıklarına…

IKINA SIKINA, EZİLE BÜZÜLE ATTIĞI BİR MESAJLA KURTARICI OLUVERDİ

Adam, sonunun şerre çıkacağı baştan belli olan Erdoğan’ın tek yönlü tek adam rotasına sapmasından bu yana, yani nereden baksanız son 6 yılda, ezile büzüle, ıkına sıkına140 karakterlik bir mesaj attı diye şıpın işi kurtarıcılık payesini kapıverdi yahu. Uzaktan yakından insanlara hafiften bir kulak kabarttığınızda kendisinden neler neler beklenmiyor ki? Ülkede hukuk düzeninin yeniden ihyasından toplumsal barış, huzur ve güvenin inşasına, dış politikada işleri rayına oturtmaktan yabancı yatırımcılara güven vermeye, yerli sermayeyi yurtdışına kaçmaktan vazgeçirmekten Ayşe’nin kepek sorununa varıncaya kadar envai çeşit konuda bir anda biricik umudumuz, tek çaremiz haline gelivermiş bile… Bu zoraki umudun çok daha derin bir umutsuzluğun vasat bir tezahürü olduğuna dair de bir şeyler söylenebilir belki ama şimdi yeri değil…

Yine de hakkını yemeyelim, işlerin tıkırında olduğu, demokratlığın kolay olduğu dönemlerde, yani herkesin sureten demokrat geçindiği günlerde Abdullah Gül de en az herkes kadar demokrattı. Liberalinden Cemaati’ne, sosyal demokratından Kürdüne, Alevisine, Doğu’sundan Batı’sına, AB’sinden ABD’sine varıncaya kadar her yerden, her yönden yelkenleri şişiren bir demokrasi rüzgârı esiyordu.

Tek çaremiz Abdullah Gül ve arkadaşları o rüzgârın önünde bir set de olabilirlerdi ama kabul edelim ki arkalarına almayı tercih ettiler. O günün güç dengeleri göz önüne alındığında bu yaptıklarına ne kadar gönüllülerdi, ne kadarına elleri mahkumdu, ne kadarıyla kendileri olabiliyorlardı, ne kadarını zoraki yapıyorlardı bu ayrı bir konu. Ama, umduklarından daha hızlı ve daha güçlü vardıkları yerde aldıkları tavırlara bakacak olursak o dönem için insancıl, medeni, demokrat, hakperest, duyarlı sureti takınmanın kendileri için bir tercih değil sadece bir mecburiyet olduğuna rahatlıkla hükmedebiliriz. Yani işlerini görünceye, ülkenin tüm iplerini ellerine geçirip, hukuk devleti, çoğulcu toplum, özgür medya ve demokrasinin işini bitirmeye gözleri kesinceye   kadarmış hepsi…

İSİN, KİRİN, ÇAMURUN RENGİNİ ALARAK GÜL GİBİ TEMİZ KALMAK…

Neyse konuyu dağıtmayalım… Mevzumuz her türlü iste, kirde, çamurda kah araziye uyarak, kah isin, kirin, çamurun rengini alarak gül gibi temiz kalmayı başarmış olan Abdullah Gül… Bizzat kendisinin de önemli bir parçası olduğu siyasal İslamcı bir çetenin elinde Türkiye’nin demokrasi ve hukuktan gün be gün uzaklaşması ve nihayet ilkesiz, ahlaksız harami bir despotun eline teslim edilerek ilkel bir çadır devletine dönüştürülmesi sürecinde Abdullah Gül’ün yaptıklarının ve yapmadıklarının en azından bazılarını şöyle bir hatırlayalım.

2008 yılında Deniz Feneri hırsızlıkları ayyuka çıktığında, o camianın içinden gelen biri olarak, hayır amacıyla toplanan paradan yapılan hırsızlıkların farkında olmaması mümkün değildi. Erdoğan ve adamlarının o yolsuzlukların üzerini kapatmak için, daha sonra yol yapacakları, yargıya ilk fiili müdahalesine, hakimle, savcıyla işine geldiği gibi oynamasına o dönemin prestijli ve kudretli Cumhurbaşkanı olarak müsaade eden biricik umudumuz Abdullah Gül değil miydi?

2011 yılında kokuşmuşluğa, çeteleşmeye, ilkesizliğe giden sürecin kurumsal altyapısının ilk işaret fişeği niteliğindeki şike yasasını eli hiç titremeden imzalayıveren de tek çaremiz Abdullah Gül değil miydi? 11 Aralık 2011 tarihli Today’s Zaman’da sırf bu sebeple Gül’ün neşet ettiği partiye ‘AK Parti’ değil, “ak”lığı hak etmediğinden artık ‘AKP’ diyeceğimi yazdığım için bu konu hafızalarımda bugünkü gibi taze.

2011 Mart ayından itibaren Suriye’de rejim değiştirme hırs ve ihtirasları uğruna koskoca bir ülkenin yerle bir edilmesi, yüzbinlerce masum insanın ölümü, on milyonlarca insanın perişan olması, Türkiye’nin radikal İslamcı terör gruplarının vızır vızır kullandığı bir otobana dönüşmesi sürecinin sahi tek çaremiz Abdullah Gül neresindeydi? Başında bulunduğu ülke, hunharca kafa kesen, köle pazarları kuran, kadınları açıktan alıp satan çağdışı yobaz sürülerine silah, mühimmat ve eğitim üssü haline gelirken, başında bulunduğu devletin alengirli işler servisi eliyle eli kanlı radikal teröristlere binlerce tır silah taşınırken biricik kurtarıcımız Abdullah Gül bu kirli ve kanlı denklemin neresindeydi? Bu yapılanlara, son yaptığı gibi mıy mıy tonunda bile olsa bir itirazı oldu da biz mi duymadık?

GEZİ PROTESTOLARINDAN REZA ZARRAB KEPAZELİĞİNE ARA Kİ BULASIN…

Erdoğan’ın uçandan kaçandan gelecek ballı komisyonlara bir türlü doymayan o aç gözlerini diktiği bir avuç yeşili korumak için başlayan Gezi Parkı protestoları sırasında, o sıralar özgül ağırlığından geçilmeyen Bülent Arınç ile birlikte, iki dakika merdane duramadığından dolayı o masumane eylemleri Erdoğan’ın elinde bir kan kumpasına dönüştürenlerden biri de tek çaremiz Abdullah Gül değil miydi? Peki yalanın-dolanın, iftiranın, hakaretin, şahsiyet cellatlığının bininin bir para olduğu trolleşme sürecine gıkını çıkardığını duyanınız oldu mu? Engellemek için kılını kıpırdatmadığı o necis pislik sürüleri nihayet kendisini de hedef alır hale gelince, gedikli danışmanının üzerinden kamuoyuna yansıttığı o apolojetik evzinmeleri bu babdan saymıyorsunuzdur umarım.

Gerek Türkiye’deki gerekse ABD’deki soruşturmalar gösteriyor ki Reza Zarrab ve benzeri kirli isimler, rüşvetle satın aldıkları üst düzey vatan hainleri sayesinde Türkiye’nin milli kurumlarına taa 2010’lu yıllardan itibaren sızmayı başarmış. İşte bu rüşvetçi vatan hainleri İran’ın gayr-i meşru menfaatleri karşılığı Zarrab’ın önüne maaile yatıp Türkiye devleti ve milletinin izzet ve itibarını iki paralık ederken o sıralar devletin başı olan biricik demokratımız Abdullah Gül ne yapıyordu dersiniz? Elinde Devlet Denetleme Kurulu gibi süper yetkilerle donatılmış bir hukuksal kurum olduğu halde on milyarlarca dolarlık kara paranın, milyarlarca dolar rüşvetin döndüğü bu kirli trafikten biricik Abdullah Gül’ümüzün haberinin olmaması mümkün mü? Böyle bir şey imkansız olduğuna ve ortada bir önlem aldığına dair en ufak bir kanıt bulunmadığına göre, umudumuz Abdullah Gül’ün de Türkiye’nin başına türlü gaileler açan ve önümüzdeki dönemde çok daha fazlasını açacak olan o kirli denklemin bir parçası olduğunu söylemek herhalde gül gibi hatırına yapılmış bir saygısızlık olmayacaktır.

12 MADDESİ ANAYASA’NIN 15 MADDESİ’NE AYKIRI YIKIM PLANINI ONAYLADI

2014 yılında Erdoğan’ın, ailesinin ve kabine üyelerinin gırtlağına kadar yolsuzluğa, rüşvete ve ihanete battığını kapı gibi somut kanıtlarıyla gözler önüne seren 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarından sonra, yargının yozlaşmış yürütmenin tamamen kontrolüne girmesini göz göre göre sağlayacak HSYK yasasını bulunmaz Hint kumaşımız Abdullah Gül onayladı mı onaylamadı mı? Bugün tek çaremiz olan Abdullah Gül, elindeki hukuki yetkileri kullanarak engellemek yerine mevcut despotluk düzeninin önünü ardına kadar açan sürecin itici motoru oldu mu olmadı mı? HSYK yasasının 12 maddesinin Anayasa’nın 15 maddesine aykırı olduğunu bihakkın tespit edip, bu tespitini kamuoyuyla paylaştığı halde Türkiye’nin demokratik hukuk devleti olma vasfının idam fermanı niteliğindeki o yasayı gözünü kırpmadan, eli titremeden, vicdanı sızlamadan imzalayan tek çaremiz Abdullah Gül değildi de yoksa Sarı Çizmeli Mehmet Ağa mıydı?

Yine 2014’ün Şubat ayında sansür ve baskının önündeki surları yıkan İnternet yasasını tüm uyarılara karşın umarsızca onaylayıp Erdoğan dikta rejiminin yoluna bir köşe taşını daha kendi elleriyle yerleştiren papatyamız, çiçeğimiz Abdullah Gül’ümüz değil miydi?  Hani şu söz konusu onayını ocağına incir ağacı diktiği Twitter üzerinden duyurma şirinlikleri yapan o mümtaz kişilik… Demokrasinin sübabı, çoğulcu muhalefetin can damarı ifade özgürlüğünü yerle bir eden bu yasayı reddetmek yerine, kamuoyunda oluşan tepkileri yumuşatmak, yükselen öfkeye karşı bir dalgakıran vazifesi görmek amacıyla “sakıncalı 2 maddenin yasayla düzenleneceğini” söyleyip altı ısınan kazana düşmüş bir kurbağa misali milleti sansüre, en temel özgürlüklerine müdahaleye, despotizme usul usul alıştıran da biricik umudumuz olan Abdullah Gül’ümüz değil miydi?

NETİCEDE DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR…

Şimdi beklentimiz, Erdoğan’ın tüm pisliklerine ortak olmakla kalmayıp ona kol kanat gererek tek adam despotluğuna giden yolu kendi elleriyle döşeyen Abdullah Gül, şimdi o taşları yeniden sökecek ve demokrasi ve hukuk devletinin inşasında kullanacak öyle mi? Hangi Abdullah Gül? Yıllardır tanıdığı, temizliklerine ve dürüstlüklerine tanık olduğu Boydak, İpek, Nakıpoğlu ve daha nice fazilet timsali Anadolu ailesine yapılan zulümler karşısında iki kelime edecek kadar olsun bir izzet belirtisi gösterdiğine bir türlü şahitlik edemediğimiz Abdullah Gül mü?

Hani neredeyse her bir çalışanı yıllardır tanıdığı televizyonlara, gazetelere, dergilere ahlaksız aç haramiler gibi çökülürken üç maymunu bile utandıracak bir pişkinlikle kafasını kuma gömen Abdullah Gül mü? Ya da Kürt şehirlerinin yakılıp yıkılmasına, kendi mahallesinden yükselen dinci yobazlığa, her geçen gün dozu artan katliam çağrılarına, silahlı milis örgütlenmelerine, Sedat Peker’leşmelere, Hayrettin Karaman’laşmalara tek kelime edemeyen Abdullah Gül mü?

Yahu insan hiçbir şeyden utanmasa bile en azından 70-75 yıllık ömründe iyilikten başka bir şey düşünmeyen Melek İpek’e, yeni doğum yapmış onlarca anneye, zindanlarda gün yüzü görmeyen 700’den fazla bebeğe, hapislerde türlü işkencelere maruz kalan 17 binden fazla kadına, ekmeği-işi-aşı gaspedilen yüzbinlerce masum insana yapılan zulümler karşısında sesini çıkarmayacak kadar haysiyetsiz, izzetsiz bir zillet çukuruna düşmüş olmaktan utanır da, değil kurtarıcı rollerine soyunmak, bir daha insan içine çıkacak yüzü kendisinde bulamaz…

Bugün yeniden biricik umudumuz haline gelen Abdullah Gül’ün elinde imkan, yetki ve güç varken yapmaması gerekirken yaptıklarına, yapması gerekirken yapmadıklarına dair örnekleri çoğaltabiliriz. Peki bunun bir şeyleri değiştireceği kanaatinde miyim? Hayır, hiç değilim… Çünkü, öyle garip bir toplumuz ki, herkes her şeyi bildiği halde yine dönüp Abdullah Gül’e tek çaremiz, tek umudumuz, büyük kurtarıcımız muamelesi çekmekte fikir birliğine varabilir… Mazeret de hazır; maslahat, rasyonalite öyle vaaz ediyor, şartlar bunu gerekli kılıyor, azıcık akıllı olalım…

Ne diyelim, dermanını dertte arayanlar belki de haklılar… Neticede denize düşen yılana sarılır…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Bulent Bey,
    Yine yazinizi okumayi tamamlayamadan biraktim. Bir cumle icinde ifade edilebilecek bir ‘dert’ nicin 10 cumle olsun! Konu guzel, uslup harika ama illallah dedirtiyorsun.
    Sen de farkindasin ki ‘tamam, sadede geliyorum’ vs diyorsun. Biliyorum, yazmak, cosmak istiyorsun ama o yer burasi degil guzel abim
    Saygi ve sevgiler

  2. Sevgili Bulent bey ellerinize saglik hislerimize tercuman olmussunuz.
    Uzun yillardir yurt disinda yasiyorum. En basit siradan herkesin yapabilecegi bir ise basvuruldugunda dahi cv ile birlikte en az 3 kisiden(bunlar genellikle varsa once calistiginiz yerdeki yetkili yada is arkadasiniz vs. yoksa sizi taniyan bir arkadasiniz hatta komsunuz bile oluyor) sonra bu kisilerle irtibata gecip sizi soruyolar, birisinden azicik olumsuz cevap yada ima hissetseler hemen eliyorlar.
    Bizde ise sizin de cok guzel resmettiginiz uzre, elinde imkan varken devletin en tepesinde otururken, RTE ve ekibinin her turlu kanunsuzluklarina engel olabilecekken, bile bile onay veren birisi; simdi zavallica ve munafikca bir twitle kahraman ve kurtarici namzedi oluyor.
    Hep oyle yapmiyormuyuz maatteessuf, yasanmis tecrubelerden istifade yerine
    Hocam siz oyle diyosunuz ama arkadas guzel birine benziyor
    Terbiyeli ve saygili davraniyor
    Ne is olursa yaparim bir beklentim yok diyor
    Cokta mutevazi gozukuyor
    Hem Mubarek birine de benziyor…
    kabilinden ifadelerle birilerinin 5,10 hatta 15 yillik tecrube ve deneyimleri bir anda 10, 15 dakikalik sun-i kanaatlerin kurbani oluyor.
    Ve sil bastan ayni aci tecrubeler bir daha yasanmak uzere…
    Bu adamlardan sadece bunu ogrenebilseydik cok mesafe katedebilirdik. Lakin sanki hala eski tas eski hamam kabilinden…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin