‘Göç’tür umranlar kuran

YORUM | SÜLEYMAN SARGIN

Göç, insanın sergüzeştini ifade eden en güzel kelimedir belki. İnsan, göç demektir ve her insan anne karnından çocukluğa, çocukluktan delikanlılık ve olgunluğa, derken yaşlılık ve ölüme uğrayan upuzun bir göçün içindedir. “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” (Bakara/30) olarak seçilip gönderilen insanın, imarıyla sorumlu tutulduğu arzda bir beldeden diğerine göç etmesi mahiyetine uygun bir davranış olsa gerektir. Bu yüzden insanlık tarihi bir bakıma göçlerin de tarihidir. İngiliz tarihçi Toynbee (ö. 1975), göçebelerin kurduğu 27 medeniyetten bahseder. Kim bilir, belki de pek çok büyük medeniyetin genellikle büyük göçlerin akabinde inşa edilmesi murad-ı ilâhiye uygun hareket etmenin neticesidir.

Farklı sebepleri vardır göçün ama en önemlisi ve kıymetlisi yurdunu, yuvasını, vatanını ve sevdiklerini inandığı değerler uğruna terk etmektir. Bu, bazen o değerleri başkalarına da duyurmak adına gönüllü ve iradîdir, bazen de şartlar cahiliyyeyi aratmayacak kadar ağırlaştığında inanan için zorunlu hale gelir. İster iradi olsun isterse cebrî, böyle bir maksada matuf göç sevk-i ilâhi ile gerçekleşir. Hangisinin Hak nezdinde daha makbul olduğunu ise göç edenin niyeti ve göçten sonra ortaya koyduğu cehd ve gayret belirler.

Terminolojimizde göç “hicret” olarak tabir edilir. Bu kelime, insanın bir beldeden bir beldeye göçünü ifade ettiği gibi, insanın bir düşünceden başka bir düşünceye hicretini de barındırır. (Bu vesileyle, Allah Resûlü’nün esas göçün haramlardan helallere, günahtan sevaba, halktan Hakk’a… olduğunu ifade eden “Gerçek muhacir, Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri terk edendir” beyanını da hatırlatıp geçelim.)  

Hicret, her yüce davada çok önemli bir esastır. Bizim dünyamızda hicret etmedik büyük bir dava ve mefkûre insanı neredeyse yok gibidir. Bediüzzaman’ın Risale-i Nurları kaleme alması Van’dan Burdur’a, oradan da Barla’ya cebrî hicretinin akabinde başlar. Konuyla ilgili daha pek çok misal zikretmek mümkündür. İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Mevlâna Celaleddin, İbnü’l-Arabî başta olmak üzere gönül ve düşünce dünyamıza ışık tutan kâmetlerin hayatları boyunca devam eden hicretleri de bunun adeta ilahi bir kanun olduğunu gösteriyor.  

Asr-ı saadete bir tarih başlangıcı aranırken; Allah Resûlü’nün doğumu, peygamberlikle şereflendirilmesi, Medine halkının bu yüce davaya omuz vermesi, Bedir harbi, Mekke fethi gibi.. Her biri birbirinden kıymetli onlarca hadise içinde, tarih başlangıcı olarak “hicretin” seçilmesi, üzerinde hassasiyetle durulmaya değer bir konudur.

Hicretin, “Allah emri” (Bkz.: Nisâ /89, 97, 100; Enfâl/72) olarak yapılmış olması, onun en bereketli ve en ağırlıklı tarafıdır. İnanmış bir insanın en temel hayat rükünleri olarak sayabileceğimiz “iman”, “göç” ve “inandığı değerler uğruna yılmadan, yorulmadan gayret” üçlüsünün, Kur’an’da çoğunlukla peşi peşine zikredilmesi, bu meselenin ehemmiyetine dair en parlak delillerdendir. Bu üç esas, mefkûre insanları için vazgeçilmesi imkânsız bir âb-ı hayatın üç musluklu Hızır çeşmesidir!

Seyyah Nebî Hz. İbrahim

Hicret deyince Efendimiz’den sonra ilk akla gelen Hz. İbrahim’dir (aleyhisselâm). Bâbil’den Kenan iline, oradan Suriye’ye ve Anadolu’dan Hicaz’a kadar dini, davası uğruna gitmediği diyar, anlatmadığı insan neredeyse kalmamıştı. Yanında mübarek zevcesiyle belde belde, diyar diyar dolaşmış ve herkese bir şeyler fısıldamak için çırpınmıştı.

Ama O’nun en büyük hicreti, o gün için “içinde ot bitmeyen bir vadi” (İbrahim/37) olan Mekke’ye idi. Normal bir insanın tahammül sınırlarını aşkın imtihanlar zinciri içinde günler süren bir yolculuğun ardından genç eşini ve henüz bebek olan oğlunu bu kuş konmaz, kervan geçmez vadiye bırakmıştı. Ne oraya giderken, ne de onları bırakıp arkasına bile bakmadan dönerken bu hicretin hikmetinin farkındaydı. O, sadece kendisine emredileni yapıyordu.

O gün o vadide bir hayat emaresi yoktu ama maddi-manevi sellerin önüne katıp sürüklediği yığın yığın çerçöp vardı. Küfür, dalalet ve günah selleri ile Betha’nın dağlarından coşup gelen maddi seller omuz omuzaydı. Karanlıkların karanlıklarla savaştığı o kapkara günlerde Cenâb-ı Hak, Kâbe’yi maddesiyle, manasıyla nezdine almış gibiydi. Allah Teâlâ orayı ihya etmeyi, “insanlar için yeryüzünde kurulmuş ilk ev” (Âl-i İmran, 96) olan Kâbe’yi yeniden inşa etmeyi murâd buyurdu. Bunun için hicret gibi bir bedel gerekiyordu.

Allah dileseydi bir işaretle kutlu bir Peygamber’e orayı gösterir ve kısa sürede Kâbe’yi inşa etmesini emrederdi. Ama bu öyle büyük ve kıymetli bir hadise idi ki buna mazhariyet ancak bir kısım ağır bedeller ödemekle mümkün olabilirdi. Bu sebeple Hazreti İbrahim, ailesini bu ıssız vadiye bırakmış ve gitmişti. Geriye gelip Kâbe’yi inşa etmesi için ise yıllar geçecekti.

Bir Peygamber, bir Peygamber eşi ve Peygamber namzedi bir evladın hicreti bereketi kıyamete kadar sürecek muhteşem bir inkılabın başlangıcı oldu. O aile adeta bir tohum gibi o çorak vadide toprağın bağrına düştü, Kâbe’yi inşa etti ve insanları O’na çağırdı. O günden beri vicdanıyla insan olan insanlar Hz. İbrahim’in sesine icabet ediyor.

Bebek İsmail’in ayakları altında fışkıran ve o günden beri milyarlarca insanın içtiği, kullandığı, memleketlerine götürdüğü Cennet suyu zemzem hicretin ilk meyvesi olarak hala akmaya devam ediyor. Sidtetü’l müntehanın izdüşümü olarak kabul edilen ve Allah’ın: “Beytim” (Bakara/125; Hacc/26) dediği kudsî bina o günden beri etrafında tavaf eden meleklerin, ruhanilerin ve milyonlarca insanın semavi miracına ev sahipliği yapıyor. Mina, Müzdelife ve Arafat gibi hüşyar gönüllere bağırlarını açan mübarek mekânlar bu hicretin meyvesi olarak kabul olunan dualara dâyelik yapıyor. İnsanlar hala Hacer’in su aradığı gibi Safâ ile Merve arasında çorak sinelerini çemenzâra çevirecek suyun peşinden sa’y ediyor.

Hazreti İbrahim’in buradan sonra başka bir yere hicret ettiğini bilmiyoruz. O, uzun seyahatlerinin ardından orada karar kıldı ve sanki hayatının mukaddes göçünü orada bitirdi. Bu kudsî göç orada göçe gaye tohumla buluştu, tohum ise ulu bir çınara dönüştü.  Çınarın “İshak” dalı birkaç fasıl meyve verdi ve kökle bütünleşti; diğeri ise (İsmail dalı) “ezeliyetin hakkıdır” deyip ebediyete uzandı.

“İsmail” dalı öyle bir meyve verdi ki o meyve terazinin bir kefesine konduğu zaman, bütün enbiyâ-i izâmdan daha ağır gelmektedir ve arkasından gelenler için vesile-i iftihardır. Bu muhteşem meyve insanlığın Emîn’i, büyük Fetanet, büyük Sıdk sahibi Hz. Muhammed’dir (aleyhissalâtü vesselâm). Hem Allah’ın evi Kâbe, hem de onun ikizi sayılan Nebiler Serveri Efendimiz aynı topakta vücud bulmuştur ve bu, Hz. İbrahim’in mukaddes göçünün neticesinde olmuştur.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin