Erdoğan’ın kötülük hipnozu ve “öteki”

Analiz | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

Pastör Brunson vakası konusuna önceki yazılarımda değinmiş ve başına gelen hukuksuzlukları dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. Bu dramın ve hukuk katliamının kimseyi şaşırtmaması, herkesin Brunson’ın başına gelenleri “normal” kabul etmesi ve kanıksaması anlamına geliyor ki, esas tehlikeli olan budur. Faşizm, kendi “normalini” oluşturabildiği sürece başarılı oluyor. 1930’lu yılların Almanya’sında Hitler ve rejimi önce antisemitizmi normalleştirdi, kitlelerin bu konudaki etik ve dini direncini kırdı. Anaokulu çocuklarından başlayarak tüm eğitim kademelerinde antisemitizmin çocuklar ve gençler tarafından “normal” kabul edilmesini sağladı. Antisemitizmin yanında daha birçok şey de aynı stratejiyle dönemin Alman toplumuna benimsetildi. Örneğin daha “iyi bir ırk” yaratmak için engellilerin kısırlaştırılması veya öldürülmesi, ırklar arası gelişmişlik skalası yapılması ve Almanların (Germenlerin) üstün ırk olarak gösterilmesi, ırk ayrımı bazlı savaşların meşrulaştırılmasında kullanıldı ve İkinci Dünya Savaşı’nın meşrulaştırılmasında ve Hitler’e “tarihi bir misyon” yüklenmesinde enstrümentalize edildi. Bugün Türkiye’de de şovenizm ve Batı nefretinin hukuksuzluğa eklemlenmesi ile beraber, Türkiye’nin radikalleşmesi süreci muhalefet de dâhil tüm Türkiye toplumuna öyle ya da böyle kabul ettirildi. Böylelikle faşizm önemli bir aşama kat etti, konsolide oldu. Bu yazı, yukarıdaki hipoteze dayanarak Türkiye’nin iç ve dış siyasetindeki bazı önemli olaylara ışık tutmayı amaçlıyor.

Öncelikle tespit edelim ki, cumhuriyet döneminden beri “yabancı unsurlar” olarak kabul edilen toplum kesimleri, “asli unsur” olarak görülen bir halka karşı derin ve sistematik bir ayrımcılığa tabi tutuluyor. Esasında bu, Osmanlı devletinin son döneminden kalma bir miras. İşin içinde özellikle 1915 Ermeni Soykırımı var. 1915 yılında Türkiye topraklarında sistematik takibata, yersiz-yurtsuzlaştırmaya, katliam ve işkencelere maruz bırakılan Ermeniler, sadece bir soykırıma uğramadı. Aynı zamanda mallarına ve mülklerine çöreklenen bir üst yapı etnik Türk yönetici (tercih edilen vatandaş) sınıf, aniden zenginleşerek, İttihatçıların hedefi olan yerli (buna siz milli tabirini de ekleyin ki bugünkü yerli-milli söylemi ile ne kadar örtüştüğü görülsün!) burjuvazi oluşturma hedefi gerçekleştirildi. Bu faşist tutum, bir düzenlilik içeriyor (süreklilik içermese de) ve zaman zaman devletin bu genleri aniden ortaya çıkıyor. 6/7 Eylül olayları gibi, Varlık Vergisi gibi, farklı yollardan, ama aynı şemayı takip ederek, ötekileştirdiklerinin “ortadan bir şekilde kaldırılması” ve onlardan geriye kalan mala-mülke çöreklenme şeklinde bir mantık izliyor. Fakat asıl üzerinde durmak istediğim mesele bu değil. Önemli olan devletin bunu yapması değil. Her devlet bunu yapabilir. Fakat sonraki nesiller, bu elim olayla hesaplaşır, tarihlerinden ders çıkararak “öğrenir” ve uygarlık seviyesi olarak ilerlemede bulunur. Almanya’da Yahudi Soykırımı, ABD ve Kanada’da Kuzey Amerika yerli halklarının başına gelenler, Katolik Engizisyonu gibi tarihsel olarak arkasında durulamayacak dramatik hadiseler, adı geçen toplum veya grupların geçmişleriyle hesaplaşmaları sonrası ders kitaplarında genç kuşaklara anlatılan ibretlik tarihsel olgular olarak modern insan organizasyonlarına (devletler, mezhepler vs.) eklemlendi. Oysa Türkiye ne Ermeni Soykırımı ile, ne Varlık Vergisi ile, ne de Dersim Katliamı veya 6/7 Eylül olayları ile hesaplaştı.

Yeniden işin özüne dönelim

Tüm bu hadiselerde iç güvenliği tehdit eden bir “öteki” var resmi anlatıda. Bu diskur sayesinde, halkın mağdur olan toplumsal kesimlerin başına gelenleri kabul etmesi sağlanıyor. Hitler de aynı yöntemi kullandı ve savaş sonunda ABD silahlı kuvvetleri esir alınmış olan Alman askerlerine toplama kamplarındaki korkunç katliamların film ve fotoğraflarını izlettirince “kara büyü” veya “kötülük hipnozu” son buldu. Almanlar, yaşanan canavarlıkların yol açtığı benlik ve kimlik hasarını nesiller boyu atlatamadı. Ama pes etmeden geçmişle yüzleşmeyi sürdürdü, hala da sürdürüyor. Türkiye’de ise Ermeni Soykırımı terinden hala toplumun önemli bir bölümü rahatsız oluyor. İnkar kültürü o kadar sofistike ki! Ermeniler sanki buhar olup yok oldu! Bu konu gündeme geldiğinde, dönemin İttihatçı hükümetini savunmaya geçmek tüm ideolojik pozisyonlardan bağımsız bir genel geçer tutum. Aynı sistematik bugün finans lobisi, ekonomik savaş, işgal girişimi, 15 Temmuz’un arkasındaki güçler, Yahudi lobisi, afedersiniz Ermeni türü bir patolojik bilinçaltını kusuyor. Papaz derken ağız dolusu küfür ediyormuş gibi, hatta bıyık altından gülerek, adeta yapılan yamyamlıktan mazoşist bir haz alırmış gibi bahsediliyor Brunson’dan. Sabah kanalizasyonundan ulusalcı çakma muhalif Sözcü’ye, Akkoyunlu toplumu propaganda makinesinde Pastör Brunson’dan casus, “FETÖ” ve PKK’ya çalışan, darbeci, PYD komutanı gibi gayet de ciddiye alınan sıfatlarla bahsediliyor. “Kötü Batılı” ve “CIA casusu” olduğundan artık kimse şüphe bile etmiyor.

Bu tablo düşündürücüdür. ABD, NATO, AB ve Batı ile değerler evreninde tüm bağları koparan bir rejim var Türkiye’de! Ve bu rejim, yaptığı adaletsizliğin mağduru olan bir Pastör üzerinden tüm ülkeyi adeta efsunlayarak şovenizmi radikal dinci bir ideoloji ile gerdeğe sokup, İslamofaşist bir nasyonalizm icat etti ve bunu “resmi ideoloji” haline getirdi. Artık masumiyet karinesinin olmadığı bu anayasasız rejim, arkasındaki Avrasyacı derin yapının da gayet memnun biçimde izlediği bir yeni-İttihatçı irredantizme ve temelsiz bir güç sarhoşluğuna toplumu inandırıyor. Tuzlu su içerek aklını kaybeden kazazede tayfalar gibi, Türkiye toplumu giderek gerçeklerden kopuyor, irrasyonel (akıldan ve mantıktan uzak) iç ve dış politika hamlelerini tıpkı Hitler’i 1930’larda alkışlayan kitleler gibi, “Batı’yla savaşa” kendisini hazırlıyor. Bu hazin ve tehlikeli durumu gören ve eleştiren kim varsa, ötekileştiriliyor ve hain ilan ediliyor. Hukuk kalmadığından, rejimin bu yaptıklarını denetleyecek ve vatandaşın anayasal haklarını savunabilecek bir merci de yok.

Zaten derin devletin planı da bu değil miydi?

Her kim ki olan biteni eleştirir, o “reis” tarafından “mankurt” ilan edilir ve “yargıda şeyi yapılır”! Yargıda “şeyi yapılan” Enis Berberoğlu içerde çürüye dursun, partisi CHP bu rejimin mağduru olan Brunson’a sahip çıkan ABD’ye karşı farklılıkları bir kenara bırakarak iktidara desteğe çağırır! Hemen Kurtuluş Savaşı yoklukları, fedakârlıklar ve “çılgın Türkler” diskuru aktive edilir. Sosyal genlerde yer alan İttihatçı proto-nasyonalist vandallık tezahür eder. Artık doların Türk Lirası karşısında değer kazanması bir operasyondur, bu bir saldırıdır, başta kimin olduğuna bakılmaksızın Türk ulusu devletine sahip çıkmalıdır. O devlet, veli nimetleridir çünkü. Mazlumdan aldığını zalime verme makinesi, etno-arıtıcı, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” son durağında seküleriyle İslamcısının buluştuğu bir merhale! Türkiye’nin zift bilinçaltına hoş geldiniz!

Büyük olmak istiyor, Türk’ün “cihan hâkimiyeti mefkûresi” yolunda ilerlemesine karşı çıkan “alçak Batılı” senaryosu üzerinden bugün “ekonomik savaşa” şartlandırılıyor toplum – kutuplaşmış toplumun nasyonalist meydan okuma ve ötekinden nefret üzerine kurulu birleştirme ve “Voltran’ı oluşturma” stratejisi. Nasyonalist soslu İslamcılık, nasyonalizmin sosunun yemeğin tüm tadını değiştirmesinden dolayı sekülerleri bile Erdoğan’ın rejimine eklemlemeyi başardı. Zaten derin devletin planı da bu değil miydi? Toz duman arasında Kürt politikalarını 1990’lara geri götürelim, Cemaati bitirelim, liberalleri topyekûn sistemden çıkaralım türünden hedefleri İslamcı Erdoğan maşasına benimsettiler – o da bunu büyük bir görev bilinciyle, hakkını vererek yaptı! Voltran’ı oluşturduktan sonra (yani vücudu birleştirmenin ardından) kafayı değiştirmek nasılsa önemsiz bir ayrıntı olacak!

Andrew Brunson, tüm vücuduyla Türkiye’deki radikal Batı düşmanlığının nefret imgesi oldu. Deniz Yücel, Meşale Tolu, Serkan Gölge, liberal değerleri savunanlar, demokratlar ve insan hakları savunucuları, Cemaat – karşılarına kim çıkarsa çıksın sistem dışına itilecek. Hapsedilecek, mesleği yaptırılmayacak, hain ilan edilecek, mankurt “Batı köpeği alçak” olarak görülüp, sosyal linçe maruz bırakılacak. Bu rejimin en büyük başarısı, bu korkunç patolojiyi topluma kabul ettirmeyi başarması. Bu nedenle Hitler’in en büyük hedefi “ein Reich, ein Volk!” (tek imparatorluk, tek halk), NAZİ devletinde eyleme geçirildi. Sonunda Almanya ikiye bölünerek, on yıllar sürecek bir zafiyet dönemi ve aşağılamaya maruz kalmak durumunda kaldı. Bir gün bu yapılan ağır hataların bedelini ödeme günü geldiğinde, “haberimiz yoktu!” mazeretinin arkasına maalesef saklanmak mümkün olmayacak. Faşizmin vandallığının faturasını her zaman halk ödüyor!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin