Erdoğan’ın Almanya ziyareti nasıl geçti?

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Erdoğan’ın Almanya ziyareti, geçen haftanın en önemli konusuydu şüphesiz. Herkes bu resmi ziyaret öncesinde Almanya’nın tutumunu merak ediyordu. Almanya’nın Türkiye politikasında bir değişim var mıydı? Politika öncelikleri neydi? Erdoğan’ın ziyaretiyle beraber yeni bir dönem mi başlayacaktı? Almanya’nın izlediği politika neydi ve izlemesi gereken politika nasıl olmalıydı? Türk kökenli Alman politikacıların tutumları nasıl olacaktı? Erdoğan Almanya’daki Türklere hitap edebilecek miydi? Almanya’ya sığınan Türk diasporasının ziyarete ilişkin tutumu ne olacaktı? Almanya’daki Türklerin genel algısı ile muhaliflerin algısı itibarıyla Türkiye yorumları nasıldı? Alman medyası Türkiye’yi nasıl algılıyordu? Ziyaretin yine merak uyandıran bir diğer unsuru, Erdoğan’ın neden Almanya’yı ziyaret ettiği sorusuydu. Bu ziyaretin Türkiye’deki rejim bakımından hedefi neydi? Rejimin beklentileri ile Alman tarafının genel tutumu arasında nasıl bir fark vardı? Erdoğan Almanya’nın Türkiye rejimine ilişkin algısını olumluya çevirebilecek miydi?

Soruları çoğaltabiliriz. Fakat öncelikle şunu söylemekle başlayalım: Almanya Erdoğan Türkiyesi’ni tümüyle AB ve Avrupa dışı bir çerçevede algılıyor artık. Bu kesin. Türkiye salt kâğıt üzerinde bir AB adayı. AB ile Ankara’daki rejim farklı dilleri konuşuyor, farklı politik değerlere göre hareket ediyor. Almanya, AB’nin mimarlarından biri ve en önemli lokomotifi olarak elbette AB tutumuyla son derece yakın bir Türkiye algısına sahip. Bu algının mevcut koşullarda olumluya çevrilmesi söz konusu olamaz. Çünkü AB gibi Almanya da, hukuk devleti ve demokratik değerler üzerine inşa edilmiş siyasi yapılar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında hem Almanya’nın hem de Avrupa entegrasyonu projesinin ana hedefi, faşist ve anti demokratik rejimlerin iktidara gelmesini engellemek, Avrupa’nın büyük bir savaş dâhilinde yeniden yok oluşuna izin vermemek için gereken ekonomik ve siyasi zemini oluşturmak, Avrupa’yı siyasi ve ekonomik olarak yeniden inşa etmek olarak özetlenebilir. Özellikle Almanya, büyük savaş sonrası bölünmüş bir ülke olarak faşizmden ve anti-demokratik ağır uygulamalardan çok çekti. Yaşadığı korkunç insani kayıplar – 6 milyondan fazla Yahudi’nin soykırıma uğratılması, on milyonlarca asker ve sivilin Avrupa kıtasında hayatını kaybetmesi, endüstriyel ve kültürel varlıklarının önemli bir bölümünün yok olması vs. – karşısında Almanya’da federal sistem inşa edilirken, demokrasi standartları ve normatif çerçeve konusunda çok hassas hareket edildi. Bu tutum, belki de modern Almanya’nın en temel siyesi değeri yapıyor hukuk devleti nosyonu ile demokratik temel düzeni. Bu düzen, Alman anayasasıdır (Grundgesetz – Temel Yasa).

Almanya, 1960’lardan itibaren Avrupa entegrasyon projesinde yer alma iradesini ortaya koymuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik olarak, diğer Avrupalı ülkelere olan standart ve ölçütlerle yaklaştı Türkiye’ye. İnsan hakları standartlarının  yükseltilmesi, demokratik hukuk devletinin geliştirilmesi, azınlık haklarında ilerleme kat edilmesi gibi Avrupalı değerlerin Ankara tarafından benimsenmesi ve uygulanması, Almanya’nın Türkiye politikalarının temelini oluşturdu. 1980 askeri darbesi sonrasındaki parlamentosuz dönemde bile Almanya Türkiye’ye hep bir Avrupalı ortak olarak baktı. Türkiye’nin Avrupalı olması temelinde, Avrupa’daki demokrasi düzeyinin Türkiye’de de gerçekleştirilmesi yönünde taleplerde bulundu, silah satışlarında bile demokrasi konusundaki ölçütlerini geriletmedi. Örneğin İran veya Çin gibi ilkelere yaklaşırkenki kıstasları Türkiye’ye uygulamadı. Yani sadece maddi ve stratejik beklentilerle, bu tür “farklı lig oyuncusu” ülkelerle kurduğu türeden stratejik ve faydacı ilişkilerle algılamadı Ankara’yı.

1990’larda Helmut Kohl liderliğindeki Hristiyan Demokratlar “Türkiye’nin ayrı bir kültür bölgesinde” yer alan bir ülke olduğu temelinde Türkiye’nin AB üyesi olmasına güçlü bir şekilde karşı çıkarlarken bile, AB ile bir “ayrıcalıklı ortaklık” öne sürüldü. Yani Ankara Huntington’cu bir kültürel skalaya göre bile, her şeye karşın Avrupa’ya yakın değerlerin de mevcut olduğu bir ülke olarak algılandı. “İmtiyazlı ortaklık” Türkiye’nin AB ile belirli kilit alanlarda entegrasyonuna yeşil ışık yakıyordu. Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli milyonlarca göçmen ve jeo-stratejik mevcut konum bunu gerektiriyordu. Ama daha da önemlisi, elbette Türkiye’nin öz-algısıydı. Türkiye 250 yıldır demokratikleştirmeye çalıştığı sistemiyle, modernleşme stratejisinde daima Avrupa’yı kendisine örnek almıştı. Özellikle cumhuriyetin ilk on yıllarındaki sekülerleşme, Almanya gibi tüm Batı dünyasında Türkiye’nin Avrupalı bir ülke olarak algılanmasına yol açmıştı. Bu nedenledir ki, 2000’lerin başında, Türkiye’ye göre çok daha fazla Avrupalı olan Moldova, Beyaz Rusya, Ukrayna ve hatta Rusya gibi ülkeler, demokratik ve siyasal değerler bakımından Türkiye kadar Avrupalı olmadıklarından, AB ile organik bir ilişki kuramadılar. Oysa Türkiye, her ne kadar birinci ve ikinci Soğuk Savaş sonrası genişlemede kendisine yer bulamadıysa da, 2004’te çok önemli bir şans yakaladı ve tam üyelik müzakerelerine başladı. Almanya, Türkiye’nin AB sürecinde siyasi irade olarak doğrudan tam üyeliğe kapı aralamadıysa da, süreçten Türkiye’yi dışlamadı ve Türkiye’nin entegrasyon kabiliyetine şans vermeyi seçti. 2002-2007 yılları arasında son derece ufuk açıcı reformların yapılması ve Türkiye’nin “özgür ülkeler” arasında yer almasıyla sonuçlanan demokratikleşme sürecinde Almanya’nın önemli katkısı ve desteği oldu.

Erdoğan geçen hafta Almanya’yı ziyaret ederken, bambaşka bir Türkiye imajı vardı artık Almanya’da. Daha bir yıl önce Almanya’ya “NAZİ” diyen, “vatansever, milliyetperver, ülkesinin aşığı olan Almanya’daki kardeşlerime diyorum ki, siz Türkiye düşmanlarının kim olduğunu biliyorsunuz. Sakın onlara oy vermeyin!” diye açıkça Almanya seçimlerine müdahil olan, Almanya’yı Türk camilerine yapılan saldırıları seyretmekle itham eden Erdoğan, bu ziyarette başka telden çalıyordu. Rejimin içişleri bakanı Süleyman Soylu, DHKP-C terör örgütünün Almanya tarafından “beslendiğini” ve finansmanının sağlandığını söylüyordu. Ankara rejimi, Türkiye’yi yıkmaya, ona zarar vermeye, onun altını oymaya çalışmakla suçladığı Almanya’ya karşı neden bir anda tutum değiştirmişti? Ne olmuştu da, daha düne kadar Almanya şansölyesi Merkel’e yönelik olarak en yakışıksız fotoğrafları ve hakaretleri başlıklarına taşıyan rejim propaganda medyası, bu ziyarette yeni sayfa açma babında bir genel tutum içine girivermişti? Bu tutumun saraydan gelen emirle benimsendiğini sağır sultan bile biliyor. O halde, sormayalım mı bu değişimin nedeni ne diye? “Türkiye düşmanı” Almanya’dan bir anda “tarihi dostumuz” Almanya’ya hızlı bir söylem değişimine giden rejimin bu tutumunun neden kaynaklandığını sorgulamayalım mı?

İşin özü şu ki, rejimin finansal kaynakları sonunda dibi gördü. Türkiye’de ekonomik bir kriz var. Ödemeler dengesi bozulan ve iflasa adım-adım yaklaşan rejim, dış kredi ve yatırım sağlamak ümidiyle, dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri olan Almanya’ya yaklaşma kararı almış görünüyor. Daha önce üçüncü havalimanını kıskandığı ve Türkiye’nin “yükselişine” engel olmaya çalıştığı iddia edilen ve “ırkçılıkla” suçlanan Almanlar, ABD ve uluslararası yatırımcılarla yaşanan sorunlar ve olağan dışı seviyedeki güven buhranından sonra, kıymete binmiş görünüyor. Eğer fosil enerji kaynakları gibi yer altı zenginlikleriniz yoksa, diktatörlük finansmanı zor iştir. Rusya, İran, Çin ve hatta Venezüella gibi Türkiye’nin düşmüş olduğu hukuksuzlar liginde olan ülkelerin tümünde doğal kaynaklar, rejimlerinin yelkenlerinde tartışmasız en önemli rüzgârdır. Bu rejimlere, yine Ankara ile aynı ligde bulunan Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan gibi diktatoryal rejimleri de ekleyebilirsiniz kolaylıkla. Otoriteryan antidemokratik rejimler, finansman sorununu kapı-kapı dilenerek, daha önce tükürdüklerini yalamak suretiyle halletmiyorlar. Bu ligde var olmak için, kendi yağıyla kavrulacak kadar, yani sistemi kendi içinde çevirebilecek oranda bir finansman dengesi sağlamak gerekli. Bu Erdoğan’da yok. Ve Almanlar bunu biliyor.

Can Dündar’a “ajan” diyen, Almanya’nın muhaliflere kapılarını açmasına sinirlenen, Gülen Cemaati’ne ısrarla “terör örgütü” diyen ve bu pozisyonu Alman devletine de dayatmaya çalışan Erdoğan, aradığını bulamadı bu gezide. Tıpkı finansman kaynaklarını çeşitlendirme konusunda tüm AB’de karşısına çıkan “demokrasi ve hukuk engeli” gibi, Almanya’da da Deniz Yücel ve Meşale Tolu’ya ajan ve terörist diyen Erdoğan rejiminin hukuksuzluğu, Almanya’da her seviyede Erdoğan’ın yüzüne vuruldu. “Reis” iç siyasette Can Dündar’a yaptığı suçlamalarla gündemi saptırmayı ve ülkesindeki kitleleri manipüle etmeyi başarsa da, Almanya Dündar’ın, Selahattin Demirtaş’ın, siyasi tutukların, içerideki gazetecilerin, hatta 15 Temmuz söylemindeki tutarsızlıkların fazlasıyla farkında. Almanya Türkiye rejimine, Siemens’in Türkiye demiryollarının 35 milyar avroluk modernizasyonu projesindeki çıkarlarını savunduğu gibi, ekonomik ve stratejik çıkarları ekseninde bakıyor. Her zamanki gibi Almanlar söylemle değil eylemle sonuç alıyor. Almanya’da bir işçi 2000 avro civarında ücret alırken, Türkiye’de aynı işi yapan meslektaşı 120 avro alıyor. Dünya üniversiteleri kıyaslamasında Almanya ilk üçe girerken, Türk üniversiteleri 2018 verilerine göre en diplere doğru serbest düşüşe devam ediyor. Yaptığını iddia ettiği Altay tankının sofistike parçaları Alman Rheinmetall şirketi tarafından yapılacak, fakat bu konuda Alman hükümeti Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları karnesi nedeniyle, İran veya Çin’e yaptığı muamelenin aynısını NATO “partneri” (!) Ankara’ya yapıyor. Berlin de aynı ABD gibi, Erdoğan’a güvenmiyor. Suriye’de kafasına göre saf değiştiren, cihatçılarla al takke ver külah, en hafif tabiriyle “garip” bir ilişki içinde olan, bin bir şaibelerle dolu bir yönetimin kendi tankını Alman savunma sanayi yardımıyla yapması, Almanya için elbette düşünülemez.

Almanya için en başta gelen sorunlardan biri, Erdoğan’ın radikalleştirdiği Almanya Türkleri. Almanya’da yaşayan Türkler arasında İslamcı Erdoğan’ı destekleyen çok yoğun bir kitle olduğu sır değil. Erdoğan, Türkiye’de devleti tümüyle kontrolü altına almış gibi görünse de, arka planda derin devlet (veya Ergenekon) yurt dışındaki Türk diasporasını kanımca Erdoğan eliyle yönlendirebilmek için, nasyonalist-İslamcı rejimin yerleşmesi hususunda ölçülü bir tolerans payı bırakıyor. Almanya bu tehlikenin farkında olmasına karşın, iki nedenle doğrudan pozisyon almıyor. Birincisi, Almanya’daki 3,5 milyon civarında Türkiyeli, bir iç savaş çıkması durumunda, bu çatışmayı Alman topraklarına taşıyabilir. Bu Berlin için önemli bir riziko. İkincisi, Türkiye’de bulunan 4 milyona yakın Suriyeli mültecinin Türk-AB (Yunanistan-Bulgaristan) üzerinden AB’ye giriş yapması, Berlin’in en başta gelen kâbus senaryosu. Çünkü eğer Türkiye bu konuda AB (yani Almanya) ile uyumlu hareket etmezse, bu Avrupa Birliği’ne çok ciddi darbe vurabilir. Schengen bölgesi ve AB bütünlüğü ortadan kalkabilir. Üçüncüsü, Türkiye üzerinde ekonomik baskı kurarak rejimi demokratikleşmeye zorlamak finansman olarak çok pahalı ve politik olarak riskli bir hamle olur. Ekonomik baskı grupları, Berlin üzerinde – demokratik ülkelerde normal olduğu üzere – etkili ve bu nedenle de Almanya Türkiye’nin demokratikleştirilmesi bağlamında kilit rol oynamaya hazır değil. Tüm bu saydıklarım, Erdoğan tarafından biliniyor elbette! Ve Erdoğan rejimi bu “kartları” son derece efektif olarak “kullanmayı” beceriyor. Yine de, her ne kadar eli güçlü de olsa, Erdoğan ancak bir pat sağlıyor. Yani Almanya’yı avucuna almayı beceremiyor.

Bu analizler ışığında, Türkiye’yi Hitler dönemi ve 1930’ların “yatıştırma politikası” örnekleri ile karşılaştırmayı çok doğru bulmuyorum. Çünkü içeride çok güçlü de olsa, Ankara ekonomik bakımdan son derece acınası seviyede dışa bağımlı durumda ve olası krizlere açık koşullarda. Erdoğan bir varoluş mücadelesi veriyor. Esasında tek başına Türk demokrasisinin kaderinden de sorumlu değil. Hala kendisiyle aynı retoriği kullanan ve her fırsatta “FETÖ’cü” olmadıklarına yemin eden bir “sol” muhalefetle, harika bir simbiyoz kurmuş durumda. Bu adı konmamış tolerans ortaklığının yapıştırıcısı, hala tam olarak netleşmemiş olan derin yapı. “Ordu bu olan biteni nasıl kabulleniyor?” veya “Erdoğan orduyu nasıl kontrol etmeyi başarıyor?” türü akademik soruların yanıtı, bu ordu içindeki cuntaların ve hiziplerin kendi aralarındaki ilişkide düğümlü. Almanya da Türkiye’de bu nedenle meselenin Erdoğan olmadığını, bu işin çok daha geniş bir koalisyona dayandığını görmüş olmalı. Bu nedenle, yine diğer bir faktör olarak, rejimi değiştirmek konusunda “fazlaca aktifleşmemek” ve “kraldan fazla kralcı olmamak” gibi bir stratejik pozisyon almış durumda görünüyor Berlin.

Her şeye karşın Almanya’nın bugün itibarıyla Can Dündar’ın “ajan değil gazeteci” olduğunu Erdoğan’ın gözlerinin içine baka-baka söylemesi, önemli. Ya da gazeteci, akademisyen, NATO subayı, binlerce muhalife kapılarını açması, çok önemli ve takdir edilmesi gereken bir destek olarak değerlendirilmeli. Almanya, 1930’larda Hitler rejiminden kaçan Yahudi ve muhalif bilim insanlarına kapılarını açan Türkiye gibi, bugün liberal demokratik değerlerin hamiliğini yapıyor, insan hakları ihlallerine karşı sesini yükselten insanları koruyor. Sadece bunun değişmemesi bile, Erdoğan ziyaretinin Ankara’daki rejim bakımından neden bir başarı öyküsü olmadığına herhalde en önemli kanıttır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin