Erdoğan, Türkiye’yi bozuk para gibi harcıyor

YORUM | İSKENDER DERVİŞ

15.yüzyılda başlayan coğrafî keşifler çağıyla ilgili tarih kitaplarından hatırladığım şöyle bir ayrıntı vardı: Osmanlı, denizcilikteki tekeli sayesinde Akdeniz’i tamamen kontrolüne aldığında Avrupalılar, Akdeniz’e alternatif bir ticaret güzergâhı bulma arayışına gittiler. Hint Deniz Seferleri, mesela, böyle bir arayışı ifade ediyordu. Bunun sonucu olarak Akdeniz neredeyse bütün stratejik önemini yitirdi ve Avrupalılar okyanusları kontrol etmeye başladı.

Akdeniz’in yeniden stratejik hâle gelmesi, Ruslarla İngilizler arasında başlayan rekabetle birlikte oldu. ‘Erken Soğuk Savaş’ olarak adlandırılan 19. yüzyıldaki bu mücadele, Balkanların kontrolüyle ilgiliydi. Osmanlı’nın ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun zayıflaması, Avrupa kıtasını saran etnik milliyetçilik akımının Balkan milletlerini ‘bilinçlendirmesi’ burada ortaya çıkacak yeni bir ‘düzen’ olduğunu gösteriyordu. Ancak bu düzeni bölge bölge kimin kontrol edeceği en büyük tartışmaydı.

Birinci Dünya Savaşı’na doğru gelinirken Balkanlarda belirli bir ‘anlaşmaya’ varılmış olması, Osmanlı’nın devre dışı kalmasına yol açtı. Bunda, savaştan önceki idarenin Almanlarla yakınlaşmasının, Balkan Savaşları neticesinde bu bölgeyi neredeyse tamamen terk etmek zorunda kalmasının da etkisi vardı. Kaderin cilvesi: Akdeniz’i Türk Gölü’ne çevirmek ‘başarısı’ Osmanlı’yı uzun süre denklemden çıkarmıştı; Balkanları kaybetme ‘başarısızlığı’ da aynı neticeyi verdi. Kazansa da, kaybetse de aslında kaybediyordu bir nevi…

BOLŞEVİK DEVRİMİ VE YENİDEN HATIRLANAN ‘TEHLİKE’

Gelgelelim 1917’deki Ekim Devrimi şartları yeniden değiştirdi. (Evet, Çanakkale ve Kut’ül Amare gibi ‘beklenmedik’ zaferlerin de İngiliz politikasının değişmesinde etkileri vardı.) Yine de Rusya’daki yeni yönetimin savaştan çekilmesi ve Sykes-Picot Anlaşması’nı dünyaya ilan etmeleri, Birinci Dünya Savaşı’nın seyrinde çok az değişikliğe sebep oldu. Ortadoğu ve Balkanlar’a son hâlini verme mücadelesi, yine İngiliz-Fransız işbirliğinin galibiyetiyle sonuçlanmıştı. Ancak 1920’ler boyunca Sovyet Rusya’nın stratejik yönelimleri, Türkiye’yi yeniden denkleme dâhil edecekti.

Ancak bu da kısa süreli oldu. Yeni tehdit Nazi Almanya’sıydı ve Avrupa’da giderek yayılan faşizm, İkinci Dünya Savaşı’nın habercisiydi. Fransa’nın işgal edilmesi ve Hitler’in İngiltere’yi hedefe koyması, Rusya ile yeniden işbirliğini gündeme getirdi. Winston Churchill’in o dönem Josef Stalin’le kafa kafaya verip Nazi işgali altındaki Balkanları yeniden ‘bölüştüğü’ yıllar sonra ortaya çıkacaktı ancak sonuç belirleyiciydi: Nazileri mağlup eden Rusya, Avrupa içlerine kadar gelerek İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Almanya’yı bir ‘üst’ haline getirecek, buradan bütün Balkan topraklarında ‘etkili’ olacaktı. Churcill’e göre Nazileri mağlup etmek Avrupa’yı Sovyet etkisine bırakmaktan daha önemliydi.

ABD-RUSYA SOĞUK SAVAŞI

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin Avrupa siyasetinde belirleyici aktöre dönüşmesiyle ABD-Rus Soğuk Savaş’ı da resmen başlamış oldu. Almanya’nın Doğu ucunda Ruslar etkin olunca, Batı ucunu da Amerikalılar ele alacaktı mesela. Bu yeni Soğuk Savaş’la birlikte uzun süre sessizliğe gömülen Türk dış politikası da canlandı. ABD ile Rusya arasındaki mücadelenin bir ayağı da Türkiye hâline geldi. Türkiye, bir Ortadoğu ülkesi olmaktan öte bir ‘partner’ olarak ön plana çıkarılmış, buradaki seküler yönetim ‘Avrupalı’ olarak görülmüştü. Bu sebeple Türkiye NATO’ya davet edildi, birçok Avrupa teşkilatında ‘kurucu’ ülke payesi verildi.

Demokrat Parti iktidarı sırasında, 1953’te Celal Bayar’ın ABD seyahati bir hayli şaşaalı geçmişti yine bu sebepten. Türkiye, ABD’nin stratejisine uygun hareket ettiği sürece ‘kazançlı’ çıkacaktı. Gelgelelim, Yunansitan’la yaşanan kriz, Kıbrıs meselesinde İngilizlerle gerilen politikalar Demokrat Parti’nin dış politikadaki o ‘tehlikeli eşiğe’ gelmesine sebep oldu: ABD’ye karşı Rusya’yla yakınlaşma. Bu, Türk tarihi açısından yeni bir hamle değildi. Bilakis eski defterlerin karıştırılmasıydı. II. Abdülhamit de, İngiliz-Rus rekabetinde bu türlü bir ‘denge siyaseti’ belirlemişti, Mustafa Kemal de 1920’lerde Rusya’yla yakınlaşma denemeleri yaparak İngilizlere ‘silah çekmişti’.

Menderes hükümetinin bu ‘resti’ 1960’taki askerî darbe ile sonuçlandı. Darbenin doğrudan ABD yönlendirmesi ile olup olmadığını tartışmak ya da ispata girişmek yersiz; Menderes hükümetinden kurtulmak ABD’nin işine gelecekti. Soğuk Savaş’ın en sıcak günlerinin yaşandığı 1960’lar ve 1970’ler, Türkiye’de de sağ-sol çatışmalarına yol açtı. Bütün dünyada sol düşüncenin sponsoru Rusya, sağ düşüncenin sponsoru ise ABD oldu bir anda. Elbette bu her düşünenin o ülkelerin ‘ajanı’ olduğu anlamına gelmez. Muhtemelen herkes hür iradesiyle bir fikrin peşinden gitmiştir. Ancak ülkeler arası gerilim arttıkça, sağ ve sol düşünceler arasındaki kutuplaşma da yükseldi.

LİBERAL EKONOMİ, KAPALI İDEOLOJİ

Bu kutuplaşmanın Türkiye’ye getirdiği şey 12 Eylül rejimi olacaktı. ABD-Rusya arasında gelgit yaşayan Türkiye, bir kez daha ABD’nin stratejik ortaklığına terfi edecekti böylece. Artık Türkiye’nin serbest piyasaya geçmesi, küresel liberal ekonomik sisteme dâhil olması gerekliydi. 1980’ler Sovyetler açısından mağlubiyetler dönemiydi: Balkanlarda etkisi zayıflıyor, Afganistan işgalinde mağlup oluyor ve ekonomisi giderek kötüleşiyordu. Nitekim 1980’ler biterken Sovyetler Birliği dağıldı. Türkiye dış politikası da, 1990’lar boyunca ABD ile eşgüdümde ilerledi. Ortadoğu’da İsrail’le partner ülke konumuna gelindi. Ancak askerlerin belirleyici olduğu dış politikada zaman zaman Batı’nın çoğulculuk ve demokrasi talepleri karşısında bilhassa Avrasyacı kanattan bazı homurtular da yükselmiyor değildi.

2000’lerde bu dış politik tercih sürdürüldü. İktidarda ‘İslamcı’ bir parti vardı fakat yine İsrail’le stratejik ortaklı sürüyordu ve Avrupa Birliği ideali canlandırılmıştı. Rusya’nın Putin liderliğinde yeniden toparlanmasıyla bölgede dengeler değişirken, Türkiye’nin o meşhur jeopolitik konumunun getirdiği ağırlığı artacaktı. Batı, Türkiye’yi Ortadoğu’daki gelişmeler konusunda ‘partner’ olarak görmek isterken, Türkiye’nin çalkantılı dış politik tercihleri (elbette bunda bütün suç Türkiye’de değil, bölgedeki dengeler de çok hızlı değişecekti) bunu imkânsız kıldı.

KAYBETTİKÇE KAYBEDEN KUMARBAZ

Şimdi, Erdoğan 2013’ten itibaren iktidarda kalabilmek ve bölgedeki ‘hayallerini’ gerçekleştirebilmek için Türkiye’nin 2010’a kadar Batı’yla geliştirdiği bağları ‘rehin’ olarak kullanmaya başladı. Türkiye’nin bugüne kadar biriktirdiği stratejik gücü ve ekonomik etkileri, Avrupa Birliği’nde çatlak sesler oluşmasına sebep oldu. En son Almanya’da Merkel ve Schulz’un Türkiye’ye karşı sert tutum takınma çağrısı Avrupa Birliği koridorlarında fazla yankı bulamadı. Zira diğer AB ülkeleri, Türkiye’yle ticarî anlamda ciddi bağlara sahip. Öte yandan ABD de, Türkiye’deki askerî üsleri ve stratejik bazı gerekçelerin etkisiyle bir anda Türkiye’yi gündemden çıkarmak istemiyor. Suriye meselesi ve mülteci krizi de, en büyük etkenlerden biri.

En başa dönersek, Erdoğan’ın yaptığı şey, Türkiye’nin tarihinden kaynaklanan bütün birikimlerini nakde çevirip şantaj siyasetiyle isteklerini kabul ettirmek. Kendi diktatörlüğüne ses çıkarılmaması karşılığında, Rusya’yla S-400 anlaşması imzalıyor, Suriye’de Rusya’nın masasına oturuyor, ABD’ye bazen olumlu bazen olumsuz mesajlar gönderiyor, Almanya’nın tepkilerine karşın diğer AB ülkelerine aba altından sopa gösteriyor. Kısa vadede Erdoğan’ın bu stratejisi bir kazanca işaret edebilir. Ancak uzun vadede Türkiye bütün stratejik önemini yitirebilir ve Batı gelecekteki politikaları için başka partnerlerle hareket etmeye karar verebilir. Elbette bu kolay bir tercih değil fakat eğer Erdoğan daha fazla zorlarsa, muhtemelen gidilecek yer burası ve o zaman Türkiye, çoraklaşmaya mahkûm.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin