Erdoğan ve rejimi Türkiye’nin anti-tezi mi?

Analiz | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

Birleşmiş Milletler Türkiye’yi olağanüstü hal (OHAL) rejimini derhal sonlandırmaya, işkence ve kötü muamelenin acilen durdurmaya, kamu görevlilerinin takibatına yönelik gayrı hukuki politikalardan ivedilikle vazgeçmeye çağırıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Türkiye’nin Şahin Alpay ve Mehmet Altan’a yönelik davalarında Ankara’yı suçlu buluyor, Türkiye’yi hak ihlali nedeniyle on binlerce Avroluk maddi ve manevi tazminat cezasına çarptırıyor. ABD, Almanya ve diğer AB üyeleri Türkiye’nin Afrin’i işgaline karşı ortak açıklamalar yapıyor, yaşanan insani trajediden büyük endişe duyduklarını deklare ediyor. Avrupa Parlamentosu Türkiye’nin Afrin’e yönelik izlediği tutumu, özellikle cihatçı ÖSO gruplarının sivillere yönelik işledikleri insanlık suçlarını, sivillerin mallarını yağmalamalarını, hukuksuz ve daha da önemlisi barbarca eylemlerini gündemine taşıyor, Türk devletini bunların sorumlusu olmakla suçluyor.

Türkiye’deki rejim ise iyice azıtarak Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliğini “terörizme destek vermekle” itham ediyor. AİHM kararını ve AB Parlamentosu’nun kararlarını “sen kimsin” türü bir aymazlıkla karşılıyor. ABD ve AB’ye meydan okuyor, ABD’nin 15 Temmuz’un arkasında olduğuna ilişkin algı operasyonuna devam ediyor.

Erdoğan ve rejiminin amacı ne?

Türkiye 2016 yılından beri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin toplamda en fazla tazminata mahkûm ettiği ülke durumunda. Rusya’daki Putin rejimi bile Türkiye’de anayasanın fiilen feshi ve güçler birliğine dayanan keyfi başkanlık modeline göre hukuka daha yakın bir konumda bulunuyor. Bu durum çok düşündürücü ve kaygı vericidir. Çünkü Türkiye daha birkaç yıl öncesine kadar bile AB sürecinde gerçekleştirilen reformlar sayesinde ileri demokrasi liginde oynamaya hazır bir aktör konumunda algılanıyordu. Özellikle dışarıda böyle bir algının oluşmuş olması, Türkiye’ye gelen yabancı yatırımcı, sermaye girişi, ortak yatırımlar, turizm gibi kalemlerde Türkiye ekonomisine önemli katkılarda bulunmaktaydı. Biliyorsunuz küresel ekonomik ilişkilerde iki husus çok önemli. Bunlardan biri hukuk devleti, diğeri ise iyi işleyen bir piyasa ekonomisi. Bu ikisi birbirini tamamlayan ve ancak demokratik bir hukuk devletinde olabilecek özellikler. İşte son iki yılda bu alanda Türkiye sadece mevzi kaybetmedi, adeta silindi. Sanki bir güç silindirle Türkiye’deki hukuk devletinin ve iyi işlemekte olan piyasa ekonomisinin üzerinden geçti. Bu korkunç yıkıntının altından mülkiyet hakkına bile riayet etmeyen ve saygı göstermeyen, en temel insan hak ve özgürlüklerini bile dikkate almayan bir rejim çıktı. Bu rejim, Türkiye’nin geleceğine yaptığı yatırımlardan besleniyor ve sadece sorun üretiyor. Türkiye’yi özgürleştirmiyor ve şeffaflaştırmıyor, bilakis ülkeyi anayasasız, kuralsız-kaidesiz, öngörülemez bir üçüncü dünya ülkesine çeviriyor. Bu negatif transformasyon tamamlandı. Maalesef bu dönüşümün ardından ortaya yolsuzluk ve keyfi yönetimin kol kola girdiği, şeffaflığın ve öngörülebilir olma durumunun tümüyle yoğun bir sisle kaplandığı, kirli iktidar ilişkilerinin peyda olduğu, bağımsız-tarafsız yargısının ve özgür medyasının yok olduğu bir Ortadoğu ülkesi çıktı. Yukarıdaki uluslararası imaj, gerçekleri yansıtıyor.

Türkiye’nin iç savaşa sürüklenmesi, Avrupa’nın en büyük korkusu

Erdoğan ve rejiminin sahi, derdi nedir? Sadece 2016 yılında AİHM Türkiye’yi 18,2 milyon Avro tazminata mahkûm etti. 2017’de 15 Temmuz sonrasında yapılan sivil darbenin ve oluşan KHK rejiminin etkisiyle AİHM’e 93,200 başvuru yapıldı. Ancak AİHM bu dönemde Türkiye’de Anayasa Mahkemesi gibi üst yargı yollarının henüz kapalı olmadığına kanaat getirdiği için bu başvuruların büyük bölümü reddedildi. Fakat AİHM çok iyi biliyor ki bu mağduriyetler Türkiye’deki sistematik hukuk ihlallerinin, temelde ise anayasanın işletilmemesinin sonucu. Ancak AİHM hala Türkiye’de kısa süre içinde bir iyileşme olabileceğinden hareketle, bu türden bireysel başvuruların değerlendirilmesi konusunda isteksiz hareket ediyor. Elbette bu demek değil ki Avrupa Türkiye’de yaşanan sürece kayıtsız ve bu süreci teşhis etmede başarısız. Rejime yönelik tutumda ister AİHM isterse de genel olarak AB olsun, reel politik kaygıları ön planda tutuyor. Türkiye’nin istikrarsızlaşarak bir iç savaşa sürüklenmesi, Avrupa’nın en büyük korkusu. Türkiye Ortadoğu ile Avrupa arasında önemli bir tampon bölge olarak algılanıyor. Tıpkı Soğuk Savaş’ta SSCB ile Batı arasında önemli bir jeopolitik işleve sahip olan Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları karnesi gibi, bugünkü Türkiye’nin de hukuk devleti ve rejimsel sorunları büyük oranda görmezden geliniyor. Türkiye’de bulunan ve sayıları astronomik rakamlara ulaşan Suriyeli mülteciler konusu, AB’yi Türkiye konusunda güçsüzleştiriyor. Değim yerindeyse, AB’nin elini Erdoğan karşısında zayıflatıyor.

ABD için de benzeri bir durumdan söz etmek mümkün. Türkiye’nin Suriye’de Rusya güdümüne girmesi, Rusya’dan silah almaya başlaması, Putin’le stratejik ortaklığa girişmesi, doğal gazda ve enerjide Rusya’ya giderek tek yönlü olarak bağlanması, üstüne üstlük rejimsel bakımdan da giderek Rusya’yı andırması, ABD ve NATO için büyük endişe kaynağı. Bu nedenle Türkiye’ye yönelik AB’nin uyguladığı yatıştırma politikasının bir benzeri, ABD tarafından uygulanıyor. Türkiye’nin Afrin’de Rus hava sahasının açılması sayesinde ve cihatçı fanatik gruplarla TSK’nın ittifak içinde gerçekleştirdiği işgal bu nedenlerden dolayı ABD ve Atlantik savunma topluluğu tarafından mecburi bir toleransla karşılanıyor. Amaç Türkiye’yi kaybetmemek ve rejim değişene kadar durumu idare etmek, böylelikle anayasal rejim tekrardan tesis edildikten sonra bozulan ilişkileri tamir etmeye başlamak gibi görünüyor.

Türk’e Türk propagandası yapılarak yapısal sorunlar çözülemez

Tekrar üzerine basarak ifade etmek gerekiyor: herkes durumun farkında. Türkiye yanlış yolda ve bu yolun sonunda sadece Batılı müttefikleri kaybetmeyecek, esasında Türkiye de kaybedecek. Kısa vadeli ve özellikle baştaki bazı siyasilerin şahsi ikbal ve siyasi gelecekleri üzerine yapılan hesapların Türkiye’nin orta ve uzun vadeli menfaatleriyle örtüşmediği, aksine bunlarla taban tabana zıt olduğu herkesin malumu. Suriye’de fethe giden ve cenge giren Türk ordusu masalının çarpacağı kaya, ordunun silah envanterinin menşeinden, yürütülen ordunun kullandığı petrole kadar her noktada apaçık meydanda dururken, Türkiye’nin adeta bir büyük güçmüşçesine kamuoyuna “Afrin’de göndere çekilen Türk bayrağı” üzerinden kurusıkı propaganda yapılması, ne Türkiye’nin yapısal ekonomik sorunlarını (mesela cari açığını) gizlemeye yetiyor, ne de insanların yaşam standartlarına olumlu bir katkıda bulunmaya yarıyor. Tüm yakın tarihteki kompleksli ve bencil iktidarlar gibi, sadece Türk’e Türk propagandası yapılarak yapısal sorunlar çözülemez, bilimde ve teknolojideki geri kalmışlığın üstesinden gelinemez, hukuk ihlalleri ve insan hakları karnesi düzeltilemez. ABD’nin, Almanya’nın, AB’nin ve AB kurumlarının, hatta ve hatta Birleşmiş Milletlerin terörizm destekçiliği ile suçlanması, artık sadece trajediyi değil, bir komediyi ya da kara mizahı yüzümüze vuruyor. Onlarca yıllık devlet birikimi, bürokratik mekanizma, geleneklere ve deneyimlere dayanan parlamenter demokrasi gibi kurumlarımız buharlaşırken, bu kurumların sadece yazılı metinlerden ibaret olmadığı, temelinde olan acılarla ve kanla yazılmış bir demokratikleşme mücadelesinin üzerine inşa edilmiş olduklarını lütfen hatırlayalım.

Ne istiyor Erdoğan ve rejimi? Tersine beyin göçü alan bir ülkeyken, bir anda deniz ve akarsu sınırlarından vatandaşlarının derme çatma lastik botlara binip çoluk çocuk çaktıkları bir ülkeye dönüşen Türkiye, yaşanan sürecin sonunda yorulup bitap düşünce, ekonomik sorunların derinliği halka daha fazla yansıyınca, devalüasyon ve enflasyon kaçınılmaz olarak geniş yoksul kitleleri ezici şekilde vurmaya başlayınca, insanlar evlerine giren ekmeğin eridiğini görünce insanlar uyanacak. Ama çok geç kalınmış olacak. Yıkılan anayasal düzenin yeniden tesisi ve güven atmosferinin tekrardan yerleşmesi on yıllar alacak. Sisteme tümüyle yabancılaştırılan Kürtlerin üniter birlik içinde yer alma istekleri kalmadığından, Türkiye’nin toprak bütünlüğü bakımından çok riskli bir döneme girilecek. Rusya’nın etkisinin artmasıyla beraber, Türkiye’nin görece bağımsız hareket etmesi ve dev Rusya karşısında denge sağlayabilecek bir sağlam ittifak bulabilmesi imkânsızlaşınca, Atlantik ittifakının sağladığı güvenlik mumla aranacak. Bugün bile NATO üyeliği Rusya karşınında caydırıcı olur mu diye tartışılan Türkiye’nin mevcut gidişatın bir yerlerinde Rus işgaline uğraması durumunda, Türkiye 1. Dünya Savaşı sonundakinden çok daha ümitsiz bir durumda olacak. İkinci Soğuk Savaş’ın devam ettiği şu günlerde, Türkiye’de gerçekleşen değişim güvenlik, ekonomik istikrar ve daha güçlü bir Türkiye üretmiyor. Aksine, kırılgan bir ülke üretiyor. AİHM de, AB Parlamentosu da, Birleşmiş Milletler de bize esasında bunu fısıldıyor. Ne Afşin’e dikilen Türk bayrağından yayılan geçici gurur, ne de laf kalabalığı yaparak Batı karşıtlığı belagatine sığınarak topluma gaz vermek bu fısıltının ürpertici uyarısını bastırabiliyor. Erdoğan ve rejimi Türkiye’nin yolları çatallı asırlık demokrasi, hukuk ve uygarlık mücadelesinin ana yönünün anti-tezi mi?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin