Erdoğan rejimi neden Batı düşmanı?

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Dış düşmanlar söylemi günümüz Türkiye toplumunda – tıpkı diğer diktatörlüklerde olduğu gibi – sıklıkla başvurulan bir safları sıklaştırma yöntemi. Kafa karıştırıcı bir kavram kargaşasına karşın, birbirlerinden ideolojik olarak, dünya görüşleri ve yaşam tarzları bakımlarından taban tabana denebilecek kadar farklı kesimler, dış düşmanların “Türkiye aleyhtarı” tutumu konusunda tam bir görüş birliği içerisinde algılıyor iç ve dış siyaseti. Bu durumun esasında bir Ortadoğu normali olduğunu bilmeme karşın, Türkiye’nin kendisine özgü özel yakın tarihi, büyük oranda bu ülkeyi diğer Ortadoğu ülkelerinden ayırırdı geçmişte. Oral Sander hoca bunu Türklerin sömürgeleştirilmemiş bir toplum olmasıyla açıklar. İçinde bulunduğumuz günlere dek ben de eskiden öğrencilerime Türkiye’de anti-Batı türü radikal fanatik akımların ve komplo teorilerinin Ortadoğu ülkelerine göre görece daha az olması durumunu bu bağlamda açıklardım. Ama artık böyle düşünmüyorum. Neden mi? Birkaç mukayeseli değerlendirme bu konuyu açıklamada yararlı olabilir.

RUSYA İLE TÜRKİYE’NİN BATI ALGISI FARKLI

Rusya çarpık bir Batı algısına sahiptir. Rusya’nın Türkiye’den farkı, tarihinin hiçbir döneminde demokratik bir deneyim yaşamamış olmasıdır. Ama Türkiye öyle değil. Bir kere Türkiye 1900’lerden beri ulus devletleşmeye yönelik bir siyasi mimariyle yönetiliyor. Oysa Rusya 1917’de yaşadığı antiemperyalist – yani anti-Batıcı – bir komünist devrim sonucunda Sovyetler Birliği oldu. Yani Batı’nın liberal özgürlükçü demokrasisini ve piyasa ekonomisini ötekisi olarak kabullendi, yetişen jenerasyonları da bu anti-Batıcı ideolojinin formatlarına göre endoktrine etti. Örneğin Putin’in jenerasyonu bu sosyalizasyonun ürünüdür. Rusya’nın Batı algısını daima bu tarihsel çerçevede anlamak gerekir. Oysa Türkiye’de işler çok farklı yürüdü.

Yani Türkiye tarihsel gerçekleri bakımından hem Ortadoğu toplumlarının dini üst-ideolojik Batı karşıtlığına, hem de Rusya toplumunun ideolojik ve medeniyetsel olarak tezat kabul ettiği için reddettiği ve ideolojik karşı pozisyon olarak üretilmiş olan Batı karşıtlığına yabancıdır. Türkiye insanı Batı’ya karşı sömürgeleştirilmiş bir halkın duyduğu kompleksleri hiçbir zaman duymadı. İdeolojik olarak da daima “muasır medeniyet” olarak algıladığı Batı medeniyetinin evrensel olarak kabul ettiği değerlerine yöneldi – cumhuriyetin demokrasiye evrilmemiş olsa da demokrasi değerlerine kapıyı aralamış olması, hatta bunun köklerinin Osmanlı tarihinde bile epey derinlere uzanan köklere sahip olması önemlidir. Cinsiyetlerin eşitliğinden düzenli seçimlere, sekülerleşmeden basın özgürlüğüne, ulus devlet kuruluşundan Kurtuluş Savaşı’nın hemen ertesinde Batı ile işbirliğinden imtina etmemesine dek birçok örnekle kanıtlanabilinecek bir Batı yönelimi, tartışmasız olarak bir parçasıdır modern Türkiye tarihinin. Türk aydını hiçbir zaman Batıyı öcü veya topyekûn düşman olarak algılamamış, kısmi başarısızlıkları veya eksiklikleri Batıya fatura etmemiştir. Dahası, Batıyı ötekileştirmeyen, bilakis Batılı devletler topluluğuna (gelişmiş ülkeler kulübüne) dâhil olmaya çalışan bir yaklaşım içinde olmuştur.

KATEGORİK BATI DÜŞMANLIĞI YOKTU

Türk nasyonalizmi (ulusalcılık ve milliyetçilik aynıdır, biri dindar diğeri daha seküler nasyonalizmlerdir sadece) içinde genelleştiren bir tür anti-Batıcı bir söyleme yer vermemiştir. Anti-emperyalist olduğunu söylemsel ve eylemsel olarak vurgulayan geç Türk sol düşüncesi bile içine asla kategorik bir Batı düşmanlığı dâhil etmemiştir. Evrenselci sol akımlar bile esasen Batı kategorilerinde siyasi ideolojileri benimser, Batılı “yoldaşlarının” etkisinde, onlarla etkileşimde hareket ederlerdi. Türkiye’de nasyonalizm de sol ideoloji de bu bakımlardan Batı’ya uzlaşılmayacak bir öteki olarak bakmadılar. Aynı şeyi örneğin Ortadoğu için – yoğunluklu olarak Araplar ve Araplık özelinde – söylemek güçtür. Batı düşmanı bir Türk nasyonalizmi veya solu yoktur, ama Ortadoğu’dan kendisini özene bezene ayıran ve Ortadoğululuğu reddeden bir tür üst kimlik vardır. Dahası bu üst kimlik, Ortadoğu’dan kendisini izole eden tutumunda Batılı olduğu algısıyla hareket etmektedir. Batıdan gelen olumlu şeyler, olumsuzluklara göre çok daha fazladır bu algıya göre. Oysa Doğuya ilişkin her şeyde bir tür gerilik ve gericilik, bir tür altta olma ve edilgenlik söz konusudur. Türk elitleri, hangi ideolojik yörüngeye dâhil olurlarsa olsunlar, ister milliyetçiler isterse solcular –farklı gerekçeler ve meşrulaştırmalarla – Batıyı dışlamamışlardır.

Örneğin milliyetçi ideolojinin lideri Türkeş daima NATO üyeliği ve Batı ittifakını aşırı sol gruplara karşı bir tür güvenlik sigortası ve Sovyet etkisinden korunma mekanizması olarak algılamıştır. Zaten milliyetçilik başlı başına Batı kültüründen türemiş bir kimliktir. Bu nedenle Türk milliyetçilerinde kategorik bir Batı düşmanlığı olması mantıksız olurdu. Türkeş bu tutumunda son derece akılcı ve rasyoneldi. Aynı şekilde, ortanın solu ideolojisinin mimarı Ecevit, bir Robert Kolej mezununu olarak asla kültürel bakımdan anti Amerikancı veya anti Batıcı olmadı. Afyon yaptırımları da Kıbrıs müdahalesi kararı ve akabinde yaşanan sorunlar da ABD’yi karşısına almaktan çekinmeyen Ecevit’i anti-Batıcı bir söylemin ucuzluğuna itmedi. Farklılıklarının değerler çerçevesinde değil, daha hızlı değişebilen milli menfaatler çerçevesinde meydana geldiğini anlayacak kadar rasyoneldi Ecevit. İdeolojik batı karşıtlığının Türkiye’nin birliği ve güvenliği açılarından yapıcı değil yıkıcı etkisi olacağını değerlendirecek rasyonel akla ve izan duygusuna sahip liderler çoğunluğu teşkil ettiler modern Türk tarihinde. Dahası, sonrasında sıkıntılar yaratabilecek sosyolojik değişimlerin tohumlarını atmadılar.

İKİ İSTİSNAİ DAMAR

Bu bahsettiğim Türkiye siyasetindeki ana akım tutumun ya da yaklaşımın iki istisnası bulunmaktadır. Bunlardan biri Milli Görüş geleneği olarak ortaya çıkan Türkiye İslamcılığıdır. Diğeri ise çok daha yeni olan bir tür neo-nasyonalizmdir. İslamcılar daima Batı tipi bir siyasal sistemle sorunlu oldular. İslamcılık, etkin olduğu tüm ülkelerde Batı karşıtı, hatta Batı düşmanı fikirlerle beslendi. Türkiye İslamcılığı bunun bir istisnası değil. Dahası, kategorik olarak insan hak ve özgürlükleriyle de sorunlu bir ilişkisi oldu İslamcılığın. Elbette bu hak ve özgürlükleri kendilerinin siyasi hedefleri için araç olarak kullandıkları dönemler hariç. Yani tramvay gibi: Yeri gelince inilen bir araç. Bu durum Türkiye için olduğu kadar Mısır gibi birçok İslam ülkesi için de aynıdır.

Neo-nasyonalistler ise Soğuk Savaş sonrasında, özellikle de 1990’ların sonundan itibaren AB hedefiyle Kopenhag Kriterleri’ni gerçekleştirmeye yönelen Türk siyasetinin ilkesel kararından sonra çok büyük bir güç kaybına uğradılar. Derin devletin vesayet sistemi aşamalı olarak geriledi. Ve bu kesimin ana nüvesini oluşturan neo-nasyonalist (Avrasyacı-ulusalcı) asker-bürokrat-entelektüel entelijensiya giderek Batı’yı düşman olarak algılamaya başladı, çünkü Batı değerlerinin kendi yönetimsel imtiyazlarının aleyhine olduğunu kavramışlardı. Doğal olarak buna direnç göstermekteydiler.

İslamcılar da demokratik yollardan iktidara gelip, Batı tipi demokrasi reformlarıyla muktedir olunca, yani sistemi büyük oranda tek başlarına kontrol etmeye başlayınca, alengirli ve akçalı işlere bulaşıp, gerek pragmatik gerekse ideolojik nedenlerle iktidarı kaybetmek istemediler. İktidarı kaybetmek, her şeylerini kaybetmekti çünkü. Böylelikle daha önce söz verdikleri demokratikleşme sürecini tersine çevirerek demokratik devleti sonlandırma stratejisini benimsediler. Önce AB reformları sürecinde gerçekleştirilen tüm demokrasi reformlarını bir-bir ortadan kaldırdılar. Sonrasında ise, seviyeyi daha önceki kısmi demokrasi olarak nitelendirilebilecek Kemalist devletin asgari ve çok yetersiz parlamenter demokrasi seviyesinin bile katlarca altına indirdiler. İşin garip olan yanı, bu anti-demokrasi sürecini kendilerini başlıca düşman olarak algılayan neo-nasyonalistlerin yardım ve desteği ile gerçekleştirdiler. Daha önce tasfiye edilen bu Avrasyacı-ulusalcı aşırılar, 17/25 Aralık ve 15 Temmuz süreçlerinde iki aşamalı olarak ve her bir aşamada devlette daha girift olarak aktifleşerek Erdoğan liderliğindeki iktidar elitiyle bir tür örtülü koalisyona girdiler. Şimdilik bu koalisyonda fiili ve aktif güç mücadelesi ötelenmiş görünüyor. Ama bu her an değişebilir.

TOPLUMDA KARŞILIĞI VAR ARTIK

Bu iki grup da, kendi kitlelerine yoğun bir Batı karşıtlığı pompalıyor. Bu Batı karşıtlığının toplumda ciddi bir karşılığı oluşmuş durumda. Elbette Türkiye’de yeni bir şey bu, çünkü yukarıda belirttiğim gibi, 1990’larda da öncesinde de böyle bir şey yoktu. Gözlemlediğim bu büyük değişim sadece kısmi bir Batı karşıtlığı değil. Çok kitlesel, Rusya ve bazı Ortadoğu ülkeleri seviyesinde – devlet katında değil halk bazında – bir Batı karşıtlığından bahsediyorum. Özellikle gençler üzerinde çok etkin bir endoktrinizasyon var. Medyayı bir propaganda makinesine dönüştüren Erdoğancı İslamcı iktidar ve onun neo-nasyonalist Avrasyacı derin ortakları, kendilerini sağlama almak adına Türkiye’nin her türlü iç ve dış sorununda ABD ve Almanya gibi Batılı ülkeleri, NATO ve AB gibi Batılı kurumları işaret ediyor. İşin tuhafı, Türkiye bir NATO üyesi olarak ve AB ile resmi olarak katılım müzakereleri yürütmekte olan bir aday ülke olarak yapıyor bu olumsuz propagandayı. Yani Rusya’dan ya da İran’dan bahsetmiyoruz. Bu ülkeler Batı güvenlik sistemine dâhil olmadıkları gibi, Batı’nın ekonomik ve siyasal yapılanmasında da pay sahibi değiller. Rusya kendi toprak bütünlüğünü korumak ve yayılmacı hedeflerine zemin sağlamak için Batı karşıtlığını benimsiyor, kendi baskıcı siyasal rejimini konsolide edebilmek için Batı değerlerini ötekileştiriyor. İran ise ideolojik nedenlerle Batı karşıtı ve Rusya gibi o da stratejik olarak rejim ve toprak bütünlüğü bakımından halkını Batı’ya ve değerlerine karşı koşullandırıyor. Bu iki ülkenin rejimi de Batı’nın demokrasi desteğini ve insan hakları politikalarını kendi iktidarları bakımından bir numaralı tehdit olarak algılıyor.

Bu size bir yerlerden tanıdık geldi mi? Bugünkü iktidar neredeyse meteorolojik olumsuzluklardan bile ABD, Almanya, NATO veya AB’yi sorumlu tutacak! 15 Temmuz darbe girişimi – rejimin tüm gölgeleme ve karartma çabalarının garabetine paralel olarak – ABD’ye açıkça fatura edilmedi mi? Hala Alman gazeteciler, ABD’li din görevlisi hapiste (rehin) tutulmuyor mu? Daha önce kendilerinin PYD liderini Ankara’ya davet edip onunla görüşenler, bugün aynı Kürt gruplara ABD IŞİD karşıtı cephede destek verdi diye PKK desteği ile suçlanmıyor mu? Daha önce Suriye ve Ruslardan korunmak için NATO’dan Patriot bataryaları alan ve NATO askerlerini – Alman ve Hollandalı birlikleri – konuşlandıranlar, meydanlarda “Ey NATO” diye halka propaganda yapmıyor mu? Halkbank davasında ABD savcıları ve yargıcı için “FETÖ üyesi” denmiyor mu? Saymakla bitmeyecek kepazelik, tutarsızlık, devlet aklı ve ciddiyetiyle bağdaşmayacak çelişkili demeç ve politikalarla ülkeyi yerle bir eden diktatörlük, yaşanan korkunç gerileme ve kayıpları örtbas etmek amacıyla tıpkı Rusya ve İran’da olduğu gibi, “Batılı odakları” suçlayan komplo teorilerini resmi rejim söylemi olarak benimsemekte.

MUHALEFET KENDİNE BİÇİLEN ROLÜ OYNUYOR

Bugün Erdoğancılar ve neo-nasyonalist Avrasyacıların koalisyonu dâhilinde Bahçeli kontrolündeki MHP açıktan, Kılıçdaroğlu’nun pasif yönetimi altındaki CHP ise örtülü olmak üzere, kendilerine biçilen rolü – ama bilinçli ama bilinçsiz olarak – oynuyorlar. Erdoğan’ın İslamcılığı ile neo-nasyonalist Avrasyacıların nasyonalizmi, Batı karşıtlığına dayanıyor ve bu, hem MHP’li milliyetçilere, hem de CHP etrafına kümelenen ulusalcılara fazlasıyla hitap ediyor. Batı karşıtlığı, bir tür “neo-Türk-İslam Sentezi” çerçevesinde, İslamcılığı ve nasyonalizmi aynı potada eritiyor, çok tehlikeli bir faşizan siyaset dinamiği ile birlikte yeni Türkiye denilen musibet projenin siyaset mimarisi olarak karşımıza çıkıyor. Tüm insan hakları standartları, anayasal haklar ve özgürlükler, anayasal düzenin kurumsal çatısı, kısacası insanca yaşamımızı garanti etmeye yönelik tüm normatif yapı, “Batı’nın Türkiye ve Türklere karşı kurduğu bir kumpas” söylemi üzerinden yok ediliyor. Kitleler bir tür “yeni Kurtuluş Savaşı” verildiğinden emin, olanı-biteni kabullenmiş, demokrasinin bitmesine itiraz etmedikleri gibi, kurulan diktatoryaya da hararetle alkış tutuyorlar. Bu kaotik fanatizm içinde kim lider, hangi ideoloji belirleyici, önemini neredeyse tümüyle kaybetmiş durumda. Bir bakıyorsunuz, CHP eğilimli bir “hukukçu” son AYM kararına uymayan yerel mahkemeyi “FETÖ” gerekçeleriyle haklı bulabiliyor. Tam bir garabet! 1930’ların Almanya’sında olduğu gibi, son derece kutuplaşmış bir toplum, bir tür çılgın ideoloji altında birleşmekte. Anti Batıcı aşırılık adeta tüm kesimlerde geçer akça, neredeyse ideolojik karışımın tutkalı.

Türkiye elbette her devletten farklı çıkarlara sahip olabilir. Buna ABD, Almanya, Japonya veya Madagaskar fark etmeksizin tüm ülkeler dâhildir. Ancak birincisi, mevcut çıkar farklılıkları hiçbir ülkeyi kategorik olarak düşman ve tüm kötü şeylerin sorumlusu ilan etmemizi gerektirmez, ikincisi, izlenen siyasetin rasyonel olması, ülkenin yararına göre şekillenmesi gerekir, liderlerin güç ihtiraslarına göre değil!

Bugün Suriye’de askeri müdahale için sınıra askeri yığınak yapan iktidarın arka planda olan korkunç zihin yapısını ve ülkede meydana getirdikleri tehlikeli algıyı dikkate alınca, çok ciddi tehlikelerin Türkiye’yi beklediğini, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’na sokulan Osmanlı Devleti gibi varoluşsal bir tehdidin söz konusu olabileceğini görüyor, endişeleniyorum. Sadece kendi siyasi ajandalarına ve istikballerine odaklanan rejimin karar alıcılarını gördükçe, bu endişelerim yerini korkuya bırakıyor. Veya iç çekişmelerin eski Yugoslavya gibi korkunç yıkımlarla neticelenecek bir iç savaşa evrilmesi tehlikesi, çok ürkütücü.

TARİHTEKİ ÖRNEKLERİ HİÇ BİLMEMEK…

Manipüle edilmiş toplumların yaşadıkları yıkımları yazan siyasi tarih kitaplarını hiç okumamış, kendisini pompalanan propagandanın nefret ve büyüsüne kaptıran kitleler, yapılan algı operasyonunun farkına vardıklarında umarım çocukları için çok geç olmaz. İyi olanın güçlü devletten ziyade, müreffeh, demokratik, hukuka saygılı, daha özgür ve daha zengin bir devlet olduğunu insanlarımıza nasıl anlayacağız? Kısa yaşamlarında insanların güven içinde mutlu ve huzurlu olarak yaşamalarının en büyük nimet olduğunu, hakkın, hukukun, refahın Batı ya da Doğu gibi yönleri olmadığını, bunların evrensel ve insan olmaktan gelen ve bu nedenle bizim ve çocuklarımız tarafından hak edilen şeyler olduğunu hangi yolla göstereceğiz? Barışı nasıl nefretin ve ötekileştirmenin yerine geçirip yüceltebileceğiz? Gerçek ihanetin çocuklarımızın geleceğini çalmak olduğunu ve bu gün, şu anda Türkiye’de rejimin yaptığının tam da bu olduğunu insanımıza nasıl izah edeceğiz?

Son söz: Nasihatlere kulaklarını tıkayanlar, musibetlerden öğrenirler – umarım buna gerek kalmaz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Cunku halkcı gorunselerde sermayenın emrindeler, sermaye ise hızlandırılmıs komisyon dongusu icin ırkcılıga dayalı bir devlet modeli istiyor.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin