Dört Lider ve Transatlantik İlişkilerin Geleceği

Yorum | Ebubekir Işık

İkinci dünya savaşı sonrasında savaşın galipleri biri bölgesel diğeri küresel olmak üzere farklı ve birbirini destekleyen iki uluslararası kurumsallaşma sürecine gittiler.

Bir tarafta, küresel savaşların önüne geçmesi umudu ile kurulan Milletler Cemiyeti İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda yerini Birleşmiş Milletler’e bırakırken, diğer tarafta ekonomik ve ticari ilişkileri uluslararası hukuk normları etrafında kurumsallaştırmak adına Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslararası Para Fonu gibi global ölçekte faaliyet gösteren kurumlar uluslararası sistemin önemli birer parçası haline getirildi.

Tüm bu yeni beynelmilel kurumlara rağmen, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi dışında uluslararası güvenliğin kaotik yapısını uluslararası hukuk normları ile perçinleyecek ve daha öngörülebilir bir hale getirecek uluslararası ve uluslar-üstü kurumlar malesef küresel sistemin içerisinde kendilerine varlık alanı bulamadılar.

Global ölçekte bu süreçler bunlar yaşanırken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalılar ve Amerikalılar özellikle güvenlik ve ekonomi boyutunu ön planda tutularak Avrupa ve Amerika’yı birbirine daha fazla bağımlı hale getirecek NATO ve Avrupa Birliği gibi bir takım bölgesel kuruluşların kurulması noktasında ellerini çabuk tuttular. Bu ve benzeri kurumlar Atlantik Okyanusu’nun iki tarafını yalnızca güvenlik ve ekonomik anlamda bir biri ile entegre etmediler, ayrıca Transatlantik ilişkiler şeklinde tanımlanan bu ilişkilerin yaslandığı değerler olan demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü şeklinde özetlenebilecek normların Atlantik okyanusunun her iki yakasında da tekamülü için güçlü bir sinerji ve işbirliği oluşturdular.

Fakat, gerek İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan küresel ekonomik yapı gerekse de NATO’yu da içine alan Transatlantik ilişkiler özellikle Trump’ın ABD başkanı olmasından bu tarafa son derece ciddi tehditlerle karşı karşıya.

Trump Faktörü

İlk kez 2017 yılında yapılan NATO zirvesinde Transatlantik ilişkilere dair fikirlerini muhataplarına açıkça ifade etme şansı bulan Trump, daha bu ilk uluslararası toplantısında Avrupalı müttefiklerinin ABD için birer yük olduğunu, bütçelerinden savunma ve güvenlik için yeterince pay ayırmadıklarını ifade etmişti. İlerleyen aylarda Trump yönetiminde ki ABD, sırasıyla imza koyduğu Paris İklim Sözleşmesinden, UNESCO ve BM İnsan Hakları Konseyi’nden (UNHRC) üyeliklerini geri çekmişti.

Geçtiğimiz haftalarda yapılan 2018 NATO Zirvesi’nde de benzer tavır ve ifadelerini sürdüren Trump, Avrupa Birliği’nin Amerika’nın düşmanı olduğu (The EU is a foe) şeklinde duyanları hayrete düşüren bir ifade daha kullandı. Trump’ın bu ifadesine AB Konseyi Başkanı Donald Tusk çok sert bir cevap vererek, Trump’ın bu sözlerini yine kendi ifadesi ile ‘yalan haber (Fake News)’ şeklinde nitelendirmişti.

AB-ABD ilişkilerinde daha önce yaşanmamış olan bu gerilim, geçtiğimiz haftalarda Trump’ın Avrupa otomativ sektörüne yönelik bir takım korumacı tedbirler alacağına dair ifadeler kullanması ile taraflar arasında ki mevcut gerginlik bir üst seviyeye taşındı.

Bu sebebe istinaden bu hafta Çarşamba günü AB Komisyon başkanı Jean-Claude Juncker gerginleşen ilişkilerin seyrini bir nebze olsun düşürmek için Beyaz Saray’a bir ziyarette bulundu. Bu toplantıda her iki tarafın ‘sıfır gümrük’ şeklinde betimlenebilecek bir model üzerinde çalışmak suretiyle 1 trilyonu aşan AB-ABD ticaretini daha da arttırmak istedikleri ve bu konuda bir mütabakatın oluştuğu ifade edildi. Fakat buna rağmen, onlarca uzman Trump liderliğinde ki ABD’nin okyanusun iki yakasını bir birinden uzaklaştıracak beyanatlara ve fiillere gerek karakteri gerekse de populist siyaset tarzından ötürü devam edeceği kanaatinde.

Keza, bu öngörüyü doğrulayan en somut örneklerden biri Trump’ın 2018 NATO zirvesinden hemen sonra İngiltere’ye yaptığı ziyaret. Bu ziyarette, İngiltere’yi Brexit süreci ile AB’den ayıracak olan referanduma övgüler yağdıran Trump, benzer süreçlerin başka AB ülkelerince de takip edilmesi gerektiğini kamuoyu ile açıkça paylaşmıştı.

Trump gibi bir liderin Transatlantik ilişkilerin adeta ‘’Brütüsü’’ olma yolunda ki bu azmi okyanusun her iki yakasındaki birçok kesimi rahatsız etmenin ötesinde, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan küresel sistemle sorunu olan Xi Jinping, Putin ve Erdoğan gibi liderlerin de elini her zamankinden daha fazla güçlendirmekte.

Xi Jinping, Putin ve Erdoğan

Bu üç liderin Küresel sistem ve Transatlantik ilişkilerle temelde bir takım ortak sorunları olsa da, bu ilişkilere verdikleri zarar ve yaklaşım tarzları birbirlerinden bir kaç hususta ayrılmakta.

Çin ile başlayalım. Belki de bugün küresel liberal düzeni ekonomik olarak en sahici tehdit etme kapasitesi olan ve bu niyetini diplomatik ve askeri gücü ile yıllarca destekleyebilecek ABD dışında ki tek süper güç. Dünya Ticaret Örgütü’ne kabulünden bu tarafa liberal ekonomik küresel sistemin ve kurumlarının sunduğu esnek yapıdan son derece iyi yararlanan Çin, özellikle son yirmi yılda yarım milyara yakın insanı ekonomik olarak orta sınıf refah düzeyine kavuşturdu. Şüphesiz, bu ekonomik zıplamanın dünyanın gelişmiş ekonomileri ve orta sınıfları üzerinde olumsuz etkileri oldu.

Diğer taraftan, Çin’in agresif bir jeoplolitik ajanda takip ederek, başta Afrika olmak üzere, Latin Amerika ve Güney Doğu Asya gibi coğrafyalara devasa yatırımlar yapması, AB ve ABD’de bir takım kaygıların oluşmasın neden oldu. Bu sebeple, bu hafta Çarşamba günü Juncker-Trump buluşmasında üzerinde varılan mutabakatlardan biri de Çin’in bu agresif ekonomik yayılmasını engellemek niyetiyle Dünya Ticaret Örgütü’nün mevcut yapısının reforme edilmesi oldu.

Rusya’ya gelirsek, ekonomik büyüklüğü itibariyle İtalya kadar bir yeküne sahip olsada, nükleer bir güç olması, Ortadoğu ve Doğu Avrupa’da ki varlığı ile Transatlantik ilişkilerin zinde kalması noktasında öteden beri hep en başat faktör olmayı başardı. 2013 yılında Kırım’ın ilhak edilmesinde, Suriye’de Beşar Esad yönetimine desteğinde, Brexit gibi hayati referendum ve seçimlere siber anlamda müdahale ettiği iddiası ve muhtemel sonuçları etkilemesi noktasında, Rusya Transatlantik ilişkiler için hep bir tehdit unsuru olarak kabul edilegeldi. Son yıllarda ise, Avrupa Birliği’nde yükselişte olan populist siyasal partileri desteklemesi nedeniyle Rusya özellikle Avrupa Birliği için büyük baş ağrıları oluşturmakta.

Son olarak, Transatlantik ilişkileri Erdoğan bağlamında ele aldığımızda aslında karşımıza yine Putin çıkıyor. Göreve geldiği ilk yıllardan bu tarafa NATO içerisinde bir çatlak oluşturma gibi bir siyaset tarzı izleyen Putin, bu işi deruhte etmek için Erdoğan yönetimi ile son derece yakın çalışıyor. 2015 Temmuz darbe girişimi sonrası sayıları binleri bulan NATO yanlısı askeri personelin görevlerinden uzaklaştırılması ve yerlerine Avrasyacı şeklinde tanımlanabilecek isimlerin getirilmesinden tutunda, Türkiye’nin Rusya’dan NATO teamüllerine aykırı olarak S-400 füzelerini satın alması ve Suriye’de Rusya ile son derece yakın askeri ve istihbari ilişkiler kurması; Transatlantik ilişkilerin lokomotifi olan NATO’nun etkisi ve işlerliği üzerinde son derece olumsuz etkiler oluşturmakta.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin