Demokrasi yokuşu hürriyetperverlerin çiğnenmiş bedenleriyle dolu

Yorum | Bülent Keneş

Günümüz dünyasında hürriyet ve demokrasi birbirlerinin mütemmim cüzüdür. Ne hürriyetsiz bir demokrasiden bahsetmek, ne de kamil bir hürriyete demokrasi olmadan varmak mümkündür. İnsanların insan olmanın onur ve izzetine yakışır bir özgürlük içinde yaşamak uğruna verdikleri mücadele modern zamanlarda demokrasi mücadelesi ile özdeşleşmiştir.

Bu yüzden, özgürlük, hak ve adalet istediğini söyleyip de tüm kurum ve kurallarıyla demokrasinin tesis edilmesinden yana olmayan, buna açıktan ya da müraice engel olmaya çalışanların istediklerinin bunlar dışında her şey olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hangi kılığa girmiş olurlarsa olsunlar bu tür üçkağıtçı siyasi kalpazanların peşinde oldukları ne demokrasidir, ne de özgürlük. Sadece güç ve iktidardır. Bu tür sahtekarların kendilerini meşum hedeflerine taşıyacak kullanışlı ve naif bir araç olarak gördükleri demokrasi tramvayında inecekleri son durak ise bellidir: Sınırsız ve kontrolsüz mutlak iktidar.

DEMOKRASİ TARİHİ HÜRRİYET ARAYIŞLARI TARİHİNİN YANINDA KISA KALIR

Tıpkı insanoğlunun binlerce yıllık çetin özgürlük arayışı gibi demokrasi yokuşu da türlü engebelerle, türlü zorluklarla doludur. Maalesef, en çok bilinen örneğiyle “ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen Üstad Said-i Nursi’nin hayatında olduğu gibi uzak ve yakın tarihimiz hürriyetlerini ve izzetlerini hiçbir şeye değişmeyen özgür ruhları prangalama tecrübeleriyle ve hakiki bir demokrasiye erişmek için önlerindeki çetin yokuşu tırmanmaya azmedenlerin hoyratça çiğnenip geçilmiş talihsiz bedenleriyle doludur.

Demokrasi tarihi hürriyet arayışlarının uzun tarihinin yanında kısa kalır. Gerek antik Yunan’daki şehir devletçiklerinde, gerekse eski Çin’de binlerce yıl önce formülüze edilen “birindeki köpek havlamalarının diğerinde duyulabileceği mesafede küçük ve egemen site devletçikleri kurma” fikri kurumsal demokrasiden ziyade serapa özgürlük eksenlidir. Bununla birlikte, insanların kamusal bir bütünün parçası kalarak diledikleri gibi özgürce yaşama arayışları modern dönemlerde gelişmiş kurum ve kuralları, ilkeleri ve denetim mekanizmalarıyla kendisini demokrasi olarak realize etmiştir. Kafa yoranlar, demokrasinin sadece kendisine erişmek için değil, erişildikten sonra korunup geliştirilmesi için de sürekli bir mücadeleye ihtiyaç duyduğunu sıklıkla hatırlatırlar. Her daim koruma ve kollanma kırılganlığında ve naifliğinde olan demokrasiye dair bu anlayışa “militan demokrasi” diyenler de vardır.

Peki demokrasiye erişme ve eriştikten sonra koruma mücadelesini kim verecek? Verecekleri bu asil mücadelenin karşılığında neleri göze almaları gerekecek ya da bu mücadelenin karşılığını nasıl görecekler? Keşke bu tarz bir mücadelenin hep mutlu bir sonla bittiğini söyleyebilseydik. Maalesef, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bizim tarihimizde de hiçbir değer ve ilke tanımayan güç ve iktidar zebunu Makyavelistler, en azınlıktakilerin bile bireysel hürriyetlerini garanti altına alacak kolektif bir demokrasi peşindekileri genelde hep ezip geçmişlerdir.

SİMAVNA KADISI ŞEYH BEDRETTİN’DEN NİYAZİ-İ MISRİ’YE

Üstelik bu durum, sadece, bu topraklarda hürriyet, meşruiyet, anayasa, demokrasi ve temsil gibi kavramların zikredilmeye başlandığı I. Meşrutiyet’ten sonrası için geçerli değildir. Bu sorun, daha öncesi Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin’den Niyâzî-i Mısrî’ye kadar uzanan değişik düşünce ve yaşam tarzları spektrumunda farklı tercihlerle kendi hayatlarına özgürce yön vermek isteyen ilim ehli düşünce insanlarının hayatlarını da zindan etmiştir. Düşündükleri şekilde özgürce bir yaşamın peşinde olan bu insanlara layık görülen hep acı ve zulüm, ömür tüketen sürgünler ve eziyetli ölümler olmuştur.

Meslek yaşamım boyunca yerli yabancı bu tür insanların sürüldükleri yerlere de zaman zaman yolum düştü. Mandela’nın onlarca yılını geçirdiği Robin Island’ı görmek de nasip oldu, Niyâzî-i Mısrî’nin sürüldüğü Limni Adası’nı da. Namık Kemal’in 38 ay sürgün kaldığı Magosa’da kaldığı taş binayı da gördüm, Mehmet Akif’in gitmek zorunda kaldığı Mısır’daki izlerini de… Ama düşünce kalıplarımızın darlığından dolayı, yolum Moskova’ya defaatle düşmüş olsa da, maalesef, Nazım Hikmet’in sürgün acılarını sadece şiirlerinden izlemekle yetindim. Mandela konumuz dışı olsa da diğerleri üzerinde biraz durmak istiyorum. Tabii bir de son yazımdan sonra, kaderin garip bir cilvesi ve bir çocuğun sokaklarda umarsızca sürdüğü bir çember gibi tarihin sürekli tekrarlanan devri daiminin bir parçası olarak, akraba olduğumuzu öğrendiğim Hüseyin Avni Ulaş’ın muazzam demokrasi mücadelesinden de biraz bahsedeceğim.

Çağını ve yaşadığı manevî, kültürel havzanın sınırlarını aşan bir Mevlânâ Celaleddin-i Rumî, bir Yunus Emre kalibresindeki fikirlerinden dolayı devrin iktidar sahiplerinin elinden çekmediği kalmayan Niyâzî-i Mısrî’nin hayatı, benzerleri gibi hep sürgünlerde geçmiştir. Bugüne kadar şiirlerinden yaklaşık 250’si ilahi formunda bestelenmiş olan Mısrî, 17. asırda yaşamış İslam tasavvuf anlayışının Halveti kolunun en renkli ve en önemli simalarındandır.

ÜZERİNDEN KALDIRIM GEÇEN VELİYULLAH 

Coşkun ve şedid, cezbeli ve şecaatli bir sûfî olan Mısrî, 1618’de Malatya’da doğmuş, Diyarbakır, Mardin, Kerbelâ, Mısır, İstanbul, Elmalı, Uşak, Kütahya ve Bursa’da yaşamış, buralarda ilmini geliştirmiş ve nihayet sürgüne gönderildiği Limni adasında 1694 senesinde vefat etmiştir. Mısır’da öğrenim gördüğü için kendisi “Mısrî” diye tanınmıştır. İbn Arabî, Mevlânâ ve Yunus Emre düşüncesinin 17. asırdaki takipçilerinden olan Mısrî, adeta bu üç büyük zatın düşüncelerinin harmanlandığı bir terkip niteliğindedir.

Dobralığı, mertliği, coşkunluğu kadar ilmî derinliğiyle de bilinen Mısrî bazı ledünni düşünceleri açığa çıkardığı ve devrin birtakım siyasilerinin hoşuna gitmeyecek fikirlere sahip olduğu için şimşekleri üzerine çekmiştir. Devrin muktedirleri tarafından, bir defa Rodos adasına, iki defa da Limni adasına olmak üzere, üç defa sürgüne gönderilmiştir. Dönemin bürokratik eliti Kadızadelerden büyük zulüm gören Mısrî, hayatının 16 yılını kalebend olarak zindanlarda veya gözaltında geçirmiştir. Devrin siyasilerinin yersiz vehimleri, lüzumsuz korkuları Mısrî hakkında iftiralara sebep olmuş ve bu büyük veli hiç hak etmediği çileleri çekmek zorunda kalmıştır.

Düşüncelerinin kitleler üzerindeki etkisinden rahatsız olan dönemin süfli siyasileri en son sun’î bir yaygara koparıp, ihtiyar halinde ayağına bukağı vurdurarak onu adi bir suçlu gibi Limni adasına sürmüşlerdir. Mısrî, uzun sürgün hayatının hitamında, 76 yaşında ayağında 17 kg’lık bir bukağı olduğu halde vefat etmiş ve öylece defnedilmiştir. Limni’nin 1912 yılında Türklerin elinden çıkmasından sonra neredeyse unutulmuş ve utanç verici bir terk edilmişliğe düçar bırakılmıştır.

Sevgili Mehmet Kamış’la Limni’yi ziyaret ettiğimizde Mısrî’nin medfun bulunduğu yerden bile hiçbir iz geriye kalmadığını görmüş üzülmüştük. Tekkesi, dergâhı, semagâhı ve kendi adıyla anılan cami, adada yerleşik Yunanlar tarafından amacının dışında bar/kafe olarak kullanılırken, bu büyük zatın mezarının üzerinde ise, ne yazık ki bugün, arabaların ve insanların hoyratça çiğnediği bir cadde ve kaldırım geçmektedir. Mısrî, hür iradesiyle doğruluğuna inandığı şekilde yaşama gayretinin, cesaret ve şecaatinin bedelini vefatıyla sona erecek 16 yıllık sürgünle ödemişti. Ama o, bu acı tecrübeleri yaşayan ne bir ilkti, ne de son olacaktı.

‘VATAN ŞAİRİ’NDEN ‘VATAN HAİNİ’ ÇIKARABİLEN BİR FECAAT

Tutku derecesinde bağlı olduğu özgürlüğe dair en güzel şiirlerden birini yazarak “Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet / Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten” mısralarının müellifi olan ve bugün “Vatan Şairi” olarak anılan Namık Kemal’in başına gelenler de Mısrî’ninkinden çok farklı değil. Bir Kıbrıs seyahati sırasında Faruk Mercan, Yalçın Doğan, Lale Kemal ve Hikmet Çetinkaya ile Magosa’ya da uğramış ve Namık Kemal’in sürgün yıllarını geçirdiği o taş binayı ziyaret etmiştik.

Bugünkü haliyle hayli ferah bir meydana ve biraz mesafeli de olsa Akdeniz’in mavi sularına bakan o taş binada kaldığı küçük odaya ve Magosa’ya dair Namık Kemal’in özellikle kızı Feride’ye gönderdiği mektuplarda anlattıkları, bizim gördüğümüz gibi pek değildir. Acaba Magosa’nın o devirdeki hali miydi gerçekten Namık Kemal’e ağır gelen, yoksa düşüncelerinden ve hürriyet aşkından dolayı hürriyetinden mahrum bırakılarak sürgünlük hali miydi?

Namık Kemal 24 Kasım 1870’te Avrupa’dan İstanbul’a dönmüştü. Sürgüne gönderildiği 1873 Nisan’ına kadar geçen sürede Diyojen ve birkaç kez kapandıktan sonra 1872’de yeniden çıkmaya başlanan İbret gazetesinde imzasız yazılar yazmıştı. Bu yazılarından dolayı 4 arkadaşıyla birlikte tutuklanmıştı. Rodos, Kıbrıs ve Akka gibi farklı farklı yerlere sürgün edilmişlerdi. Namık Kemal’in talihine ise Magosa düşmüştü.

Namık Kemal, bir mektubunda sürgün bulundukları Magosa ve Akka’ya dair düşüncelerini, “Magosa, Akkâ gibi ufûnet ve kerâhetlerine nazaran rûy-i arzın kurtlaşmış iki çibanı denilmeğe lâyık olan yerler,” nitelemesini yaparak ortaya koyar. “Pencereden bakıp da sahrâlar dolu harâbelerini, dağlar parçalanmışçasına taş yığınlarını gördükçe, Sûr-ı İsrâfil çalınmış, fakat ben işitmemişim zannediyorum,” diyerek kendisini daraltan Magosa’nın doğal yapısından söz eder. Sürgün psikolojisi sebebiyle olsa gerek arı iriliğindeki sivrisineklerin, timsah büyüklüğündeki kertenkelelerin varlığından bahseden Namık Kemal’in gözüyle Magosa’da her şey olumsuzdur. Yaşanacak bir yer değildir. İşin gerçeği de, Namık Kemal burada pek çok kez sıtmaya ve başka hastalıklara yakalanmıştır.

Olumsuz hava ve iklim koşulları nedeniyle Kıbrıs halkını gerçek birer mücahid olarak gören Namık Kemal’in mektuplarında kaledeki yaşayışa dair gördüğü, tanık olduğu olay ve durumlara dair paylaşımları da hiç iç açıcı değildir. Kaleye geldiği ilk gün mezar gibi bir yere konulur. Kaleyi de bir bütün olarak mezar gibi görür zaten. Orada yaşayanları yırtık kefenleriyle mezara girmiş ölülere benzetir. Daha sonraki mektuplarında da diri diri mezara gömüldüğünü doğrudan söyler. Karakteri gereği hep güçlü görünmeye çalışır. Bu yüzden kendisine değil, hep kalede yaşayanlara acır görünür.

Bununla birlikte, Namık Kemal’in “ıslah oluncaya kadar” kaydıyla gönderildiği Magosa’da geçirdiği 38 ay fiziksel ve ruhsal yönden kendisini oldukça yıpratır. Veliaht V Murat’ın tahta çıkışıyla ilan edilen afla sürgünlüğü sona ermiş olsa da, kendisi için değil vatanı ve milleti için yaşayan “Vatan Şairi,” “Hürriyet Şairi” Namık Kemal’e layık görülen muamele budur neticede.

İSTİKLALİNDEN EDİLİP İSTİKBALİNDEN MAHRUM BIRAKILAN İSTİKLAL ŞAİRİ

Peki “İstiklal Şairi”mize yapılanların bundan kalır yanı var mıydı? Tabii ki hayır. Mehmet Akif, henüz birkaç yıl önce coşkuyla benimseyerek İstiklal Marşı’nı yazıp emanet ettiği Cumhuriyet’in o ilk yıllarında acaba neler neler yaşamıştı da, 1925 gibi erken bir tarihte kızlarını İstanbul’da bırakarak ülkeyi terketmek zorunda kalmıştı. Eşi ve iki oğluyla birlikte dönmemek üzere Mısır’a sığınan Mehmet Akif, bu gidişin gerekçesini dostlarından Şefik Kolaylı’ya “Arkamda hafiye gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum. İşte, bundan dolayı gidiyorum,” sözleriyle açıklamıştı.

“İstiklal Şairi” olmanın yanısıra Namık Kemal gibi “Vatan Şairi” olarak da anılan Mehmet Akif’in “vatan haini” muamelesi görmesine yol açabilecek bir şeyler yapmış olma ihtimali var mıdır? Elbette ki yoktur. Ama “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım / Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” dizelerinin onurlu, izzetli müellifi olarak müstebit bir idare altında hürriyetinden olmaktansa çok sevdiği vatanından ayrılmayı tercih etmişti belli ki. Sıla mı hürriyet mi, esaret mi yokluk mu ikilemlerinde hep ikincileri seçmişti o.

Yazdığı yüzlerce dizenin yanısıra 1932’de damadı Ahmed Bey’e yazdığı mektuptaki ifadeleri de vatana dair düşüncüleri konusunda başka söze hacet bırakmayacak nitelikteydi: “Şarka azimet için hazırlanmak emrini almışsınız. Hamdolsun gençsiniz, dinçsiniz. Yurdun her tarafını dolaşmalı, her tarafına hizmet etmelisiniz. Vatan bir külldür ki tecezzi kabul etmez: Şarkı, garbı, şimâli, cenûbu kâmilden nazarımızda bir olmalıdır. Uzak yakın, soğuk sıcak dememeli, elimizden geldiği kadar, hatta bunun fevkinde olarak fedâkârâne çalışmalıyız. Başka türlü ne yaşamak, ne memleketi yaşatmak imkânı yoktur.”

Hürriyet ve demokrasi aşkından taviz vermediği için türlü takibatlara, tacizlere maruz kalan Akif’in demokrasi yokuşundaki macerası, sığınmak zorunda kaldığı Mısır’da yokluk içerisinde bir yaşama mahkum etmişti kendisini. Orada geçen 11 yıldan sonra İstanbul’a dönmesinin üzerinden henüz birkaç ay geçmeden 27 Aralık 1936’da vefat etmişti. En acısı da, polis ve hükümet korkusundan ve biraz da dikkat çekerse Mısır’a geri gönderirler endişesinden dolayı, Türkiye’ye dönüşünde Mehmet Akif’i sadece on kişinin karşılayabilmiş olmasıdır.

BİLEKLER KAN İÇİNDE, DİŞLER KENETLİ, AYAKLAR ÇIPLAK…

Yönümüzü şimdi biraz sola çevirip ne vatan sevgisine ne de hürriyet aşkına kimsenin dil uzatmaya hakkının olamayacağı bir şairin sergüzeştine bir bakalım. Birbirinden ayırmadığı vatan ve hürriyet aşkını “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan / Bu memleket bizim! / Bilekler kan içinde, dişler kenetli / ayaklar çıplak / Ve ipek bir halıya benzeyen toprak / Bu cehennem, bu cennet bizim! / Kapansın el kapıları bir daha açılmasın / yok edin insanın insana kulluğunu / Bu davet bizim! / Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine / Bu hasret bizim!” mısralarıyla meczeden Nazım Hikmet’in trajedisi de az değildir.

Sadece “15 Ocak 1902’de Selanikte doğan Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963’te Moskova’da sürgünde öldü,” cümlesi bile fikriyatı her ne olursa olsun özgürlük aşığı bir şaire reva görülenler için fazlasıyla yeterliyken bir de bunun öncesi var.

Deniz subayı olarak başladığı meslek hayatına sağlık sebepleriyle son veren Nazım, buna rağmen 1921’de Ankara’ya giderek milli mücadeleye destek vermişti. Kurulmasında destek verdiği rejim, onu “orduyu isyana teşvik” gibi garip bir suçlamayla mahkeme mahkeme süründürmüş ve onlarca yıl hapse mahkum etmişti. 1938’de başlayan mahpusluk hayatı çeşitli cezaevlerinde 1950’ye kadar sürmüştü.

Milli Şef, içeriden ve dışarıdan gelen tüm taleplere direnmiş ve Nazım’ı özgürlüğünden mahrum bırakmakta inat etmişti. Nihayet Nazım 1950’de özgürlük talebiyle açlık grevi başlatmış, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, yani 12 yıl 7 aylık mahpusluğunun akabinde, bir ara formülle serbest kalması sağlanmıştı.

Artan politik baskılar yüzünden, aradan fazla zaman geçmeden, çareyi 25 Haziran 1951’de bir sürat motoruyla Romanya’ya kaçmakta, oradan da Moskova’ya geçmekte bulmuştu. Bunun üzerine Bakanlar Kurulu 25 Temmuz 1951’de aldığı bir kararla kendisini vatandaşlıktan çıkarmıştı. 3 Haziran 1963 sabahı geçirdiği bir kalp krizi sonucu Moskova’daki evinde ölmüş ve orada defnedilmişti.

CUMHURİYET DEVRİNİN İLK DEMOKRATI: HÜSEYİN AVNİ ULAŞ

Bir de tabii hürriyet ve demokrasi mücadelesinde öne çıktığı için muktedirler tarafından karalanmaya, tacize, yokluğa ve bir kuytuya itilerek unutturulmaya çalışılan Hüseyin Avni Ulaş gibi demokrasi, hak, hukuk ve özgürlük kahramanı isimler var. Bugün çoğularının Cumhuriyet devrinin ilk liberali ve demokratı olarak tanımladıkları Hüseyin Avni Ulaş’ın unutulmuşluk kuytusundan günışığına çıkarılmasında şüphesiz ki, damadı Nurettin Topçu gibi, başta Mehmet Altan olmak üzere Altan Ailesi’nin de çok büyük bir emeği var.

Ahmet Altan’a dair son yazımdan sonra, henüz 6-7 yaşlarındayken savaş koşullarında bütün ailesini kaybedince yollara düşerek dahil olduğu bir kafileyle oradan oraya savrulan ve nihayet Malatya’ya kadar gelen, akrabalarından geriye kalanlarla bağlarını ise, ancak 1970’lerin sonunda yeniden kurabilen merhum dedem “Muhacir Hüseyin”le amcazade olduklarını sürpriz bir şekilde öğrenmem, kabul etmeliyim ki, Hüseyin Avni Ulaş’a olan ilgimi biraz daha artırdı.

Hüseyin Avni Ulaş hakkındaki ansiklopedik bilgiler söyle: 1887’de Elazığ’ın Karakoçan İlçesi’ne bağlı Kümbet köyünde doğdu. Erzurum Mülkiye İdadisi’ne kaydoldu. İstanbul-Vefa Sultanisi’nde okudu. 1912’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’nde yedek subay, teğmen ve üsteğmen olarak, Ruslar’a karşı savaştı. 1918’de Bitlis ve Kars’ın kurtuluşuna katıldı. Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı. Erzurum ve Sivas kongrelerine katıldı. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne seçilip Misak-ı Milli’ye imza attı. Meclis kapatıldıktan sonra Ankara’da toplanan ilk Meclis’te Erzurum Milletvekili oldu.

Tam bir hürriyet ve demokrasi aşığıydı. Yeni kurulan rejimin demokratik olması ve Cumhuriyet’in Erkan Akın’ın bir makalesinde “Cumhuriyet tarihi demokrasinin tarihi değil, ordu ve bürokrasinin denetimi ve kitleleri devletin resmi ideolojisi haline gelen Kemalist görüşün çizgisine çekme tarihi olmuştur,” şeklinde tarif ettiği noktaya gelmemesi için cesaretle mücadele veren Hüseyin Avni Ulaş, bu çabasının karşılığını maalesef yargılanmalarla, yaftalanmalarla ve dışlanmalarla görmüştür. Meclis Başkan Vekilliği yapacak kadar Kurtuluş Savaşı’nın ön saflarında yer alan Hüseyin Avni, güç ve yetkinin tek elde toplanmasına karşı çıkarak yasamanın her koşulda yürütmenin üstünde olması için çaba harcamış ve bu uğurda gözünü budaktan sakınmamıştır.

Bu topraklardaki gelmiş geçmiş en demokrat, en çoğulcu Meclis olan Birinci Meclis’te, otoriterleşme eğilimlerine karşı ilk muhalefet hareketini başlatmış ve ikinci grubun oluşmasına öncülük etmiştir. Mustafa Kemal’in gücü tek elde toplama girişimlerine, özellikle Meclis yetkilerinin önce bakanlar kuruluna daha sonra başkomutanlık kanunuyla tek bir kişiye verilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. İlk Meclis’in feshinden sonra 1923’teki yeni Meclis’e diğer muhalif vekiller gibi o da alınmamıştır.

‘BUGÜNE KADAR NAMUSUMDAN EMİNDİM, FAKAT ŞİMDİ ŞÜPHE EDİYORUM’

Son örneklerinden birini 15 Temmuz 2016’da gördüklerimize benzer tam teşekküllü bir psikolojik harp kumpası olan İzmir Suikastı soruşturmasına adı karıştırılmış, idamla yargılanmış, suçsuz bulunarak serbest bırakılmıştır. Siyasi mücadelede saf dışı bırakılmış ve sürekli gözetim altında tutulmasından dolayı avukatlık mesleğini dahi gereği gibi icra etmesine imkan verilmemiştir. Uzun süre maddi sıkıntı çeken Hüseyin Avni Ulaş, bazı dostlarının yardımı ile İstanbul 5. Noteri olarak tayin edilmiştir. 1948 yılında İstanbul’da vefat eden Ulaş’ın kızı Nurettin Topçu ile evlenmiştir.

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında İttihat Terakki egemenliğindeki tek adam sultasının memleketi içine düşürdüğü fecaatten dersler çıkaran Hüseyin Avni Ulaş’a göre millet nasıl istiklal savaşında varını yoğunu ortaya koyarak hürriyetini kazanıyorsa savaş sonrasında da tek adam sultasına girmeden millet olarak kendi egemenliğine dayanan bir yönetim biçimini hak ediyordu. Bu anlamda halk için halka rağmen bir demokrasi anlayışına başından beri karşı olduğunu her fırsatta ortaya koyuyordu.

Özellikle Sakarya Savaşı öncesi Millet Meclisi’nin tüm yetkilerinin tek bir kişiye verilmesinin totaliter bir yönetim anlayışının oluşmasına yol açacağı endişesi ile buna karşı çıkmıştı. Hüseyin Avni Ulaş’ın bu endişesinde ne kadar haklı olduğu yıllar içinde acı bir şekilde anlaşılmış, 1950’lere kadar süren tek parti tahakkümü altında yapılan uygulamalar millet vicdanında devlete karşı derin yaralar açmıştı.

Hüseyin Avni Ulaş, hukuksuz bulduğu için oluşmasına hep karşı çıktığı İstiklal Mahkemesi’nde kendisini berat ettiren hâkimlerinin yüzlerine karşı, yaptıkları hukuksuzluğu, zulmü ve adaletsizliği, tıpkı günümüzün Ahmet Altan’ı gibi, hiç çekinip korkmadan haykırabilmiştir. “Bu güne kadar namusumdan emindim; fakat şimdi şüphe ediyorum,” deyince mahkeme reisi Kel Ali’nin “Niçin” sualine karşı şöyle cevap vermiştir: “Hepsi de benden günahsız ve namuslu arkadaşlarımı astınız, bende ne gibi namussuzluk gördünüz ki, bu şerefli ölümü benden esirgediniz.” Yıllarca “Sanığın idamına, şahitlerin bilahare dinlenmesine…” sözü ile nam salan, insanları acımasızca idam sehpalarına gönderen Kel Ali, Kılıç Ali gibi kişilere böyle bir cevap vermek kabul edersiniz ki her yiğidin harcı değildir.

ALKIŞ GÜRÜLTÜSÜNE ALIŞMIŞ KULAKLARA HAKKIN SESİNİ DUYURMAK…

Mustafa Kemal’in “Kanla yapılan inkılâplar daha kalıcı olur” sözü ile ifadelendirdiği jakoben toplumsal dönüşüm felsefesine köklü bir karşı duruş sergileyen Hüseyin Avni, eğer bir inkılâp yapılacaksa bu inkılâbın mutlaka fikirle yapılması gerektiğini savunmuştur. Gazetecilerin kendisine yönelttiği muhalif olup olmadığı yönündeki soruya ise, “Evet ben muhalifim, ama neye muhalifim? Kanunsuzluğa, hukuksuzluğa, diktatörlüğe muhalifim,” demiştir.

1947 yılında Hareket dergisinde yayınlanan bir makalesinde Cahit Okurer onu şöyle anlatıyor: “Milletin istiklal savaşında nasıl ön safta yer aldıysa istiklalini kazanan milletin hürriyetini tehdit eden her hareket karşısında da gürledi. Birinci Meclis’in demokrasi kahramanı oldu. Millet’e, fikri inkılabı uyandıralım aksi takdirde yarın gene müstebit bir sultanın esiri olursunuz diyordu.”

Derginin aynı sayısında yayınlanan bir başka makalede ise, “Yalnız alkış gürültüsüne alışmış olan kulaklara, ilk Büyük Millet Meclisi’nde biraz da hakkın, adaletin, kanunun sesini ulaştırmak istedi,” denilmektedir.

Bugün Columbia Universitesi’nde hocalık yapan sevgili İhsan Çolak’ın da hakkında kaleme aldığı eski bir makalesinde ifade ettiği gibi, mücadelesiyle şahıs hakimiyeti yerine halk hakimiyeti tesis etmeye çalışan Hüseyin Avni’nin muhalefetinin tek kaynağı gönülden bağlı olduğu demokrasi inancı idi. TBMM’nin çıkardığı bütün kanunların eksiksiz uygulanmasını isterken, yasamanın yürütmenin üstünde olduğunu ısrarla tekrarlamıştı.

Dönemin Bahriye Bakanı İhsan Yavuz, Hüseyin Avni Ulaş’ın otoriterleşme eğilimlerine karşı yükselen sesine o dönemde fazla kulak asılmamasının yol açtığı ceremeyi şöyle ifade etmişti: “Bizim en büyük hatamız, Hüseyin Avni’nin kapatmaya çalıştığı kapıyı açık tutmakta endişemiz oldu. Bu yüzdendir ki inkılabın mev’ud meyvesini çürüttük.”

Hüseyin Avni gibi hürriyet soluyan seslere kulak tıkayan Cumhuriyet, bu yüzden hukukun üstünlüğü, demokrasi ve milli iradenin tesisi yönünde ilerlemek yerine önce tek adam tahakkümüne, sonra Milli Şef diktasına, daha sonra gerek Menderes’in üçüncü dönemi, gerekse Erdoğan’ın son yıllarında yaptığı gibi hukuksuz, hayasız bir tek adam rejimine ve ardı ardası gelmeyen askeri müdahalelere sıklıkla maruz kaldı. Asla kamil bir demokratik hukuk devleti olmayı başaramadı.

Neticede kendisinden hiç ders alınmayan tarih bugünlerde yine tekerrür ediyor. Dünün hürriyet, hak, hukuk, adalet ve demokrasi perverleri gibi günümüzün hürriyet, hak, hukuk, adalet ve demokrasi aşıkları da mücadelelerinin karşılığını hapislere, zindanlara atılarak, sürgünlere gönderilerek görüyorlar. Allah aşkına, böyle bir ülkeyi böyle bir siyasi kültürü hangi mucize düzeltebilir? Tarihten ders alıp kendisine çeki düzen vermeyenlere kim nasıl çeki düzen verebilir?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin