Bir Türkiye ütopyası

ANALİZ | MEHMET EFE ÇAMAN

Asker millet olmakla övünüp durulur. Türk Silahlı Kuvvetleri tarihini mübalağasız zerre çekinmeden Mete Han’a kadar geri götürürler. Avrasya steplerinde kurulan ne kadar göçebe imparatorluğu varsa hepsini Türk tarihine yamarlar. Türklük ve İslam arası spektrumda elastiki bir tarih yazımının erken dönem Kemalist devlet mitiyle bütünleştirilmesinden türetilen bir cumhuriyet insanı, idealize edilen bir erkek vatandaş prototipi (homo respublicus) için vazgeçilmez özelliklerden biri asker olarak doğmaktır. Kadın vatandaşlar da asker oğul doğurmak görevine sahiptir. Her Türk asker doğar sloganı orduda on yıllardır askerlere belletilen bir klişedir. Şehit olmak tarihsel bağlamından ve anlamından fütursuzca kopartılarak gündelik siyasetin eline malzeme olarak verilir. “ de ölelim”, “reis bizi Afrin’e götür”, “düğüne gidiyoruz” vs. türden slogansı söylemlerle beraber bir ölüme övgü kültü oluşturulur. Bu kült, Saray güdümünde tektipleştirilmiş bir medya aracılığı ile endoktrine edilir ve geniş halk katmanlarına en basit pedagojik (öğretme) tekniği ile belletilir: tekrar.

Beyaz kefenlere bürünmüş, ölüme ve öldürmeye koşullanmış, yaşamdan ziyade bu hayattan sonraki dünyayı hedefleyen bir gençlik yaratmak neden bu kadar önemli? Daha fazlasını soralım mı? Hangi tip rejimler ölüme ve öldürmeye övgü üzerine bir gelecek tasavvuru endoktrine eder? Neden insanın yaşatılmasına, bu hayattaki başarılarına, mutluluklarına, yaşam kalitesinin yükseltilmesine, kendisini gerçekleştirmesinin önündeki engellerin kaldırılmasına, bireyin özgürleştirilmesine yönelik politikalar değil de, bunların tam aksine olan politikalar benimsenir?

AVRUPA BİRLİĞİ Mİ DEĞİŞTİ, TÜRKİYE Mİ?

İç düşmanların ve dış düşmanların el ele verdiği ve ülkeyi parçalamaya çalıştığı bir tür düşmanlarla çevrelenmiş toplum psikolojisi, bu doktrinin neresindedir? Daha düne kadar girmek için on takla attıkları Avrupa Birliği’nin bugün bizleri bir kaşık suda boğmak isteyen hain devletlerden oluşan bir düşman ittifakı haline dönüşmesi, cidden AB’nin geçirdiği bir tür değişimin ve dönüşümün sonucunda mı var oldu? Yoksa bu değişim-dönüşüm algı boyutunda (yani yapay olarak) Türkiye’de bilinçli bir şekilde üretilmeye ve lanse edilmeye mi başlandı? Her iki durumda da sorulmalı o zaman, neden bu oldu? Gerekçesi nedir? Bu dönüşümü tetikleyen zihinsel arka planı nasıl izah edebiliriz? Yine, daha düne dek sınırlarımızın güvenliğinin sağlanabilmesi adına NATO’dan istediğimiz destek, sağlanan Patriot bataryaları ve onları veren müttefikler, Türkiye’nin sınırlarını korumak için konuşlandırılan yabancı askerler, devriye uçuşları yapan müttefik jetleri ve onların pilotları gün gibi apaçık ortadayken, bugün ABD başta olmak üzere tüm bu müttefik devletlerin bugün bir numaralı düşman haline gelmelerini nasıl açıklayacağız? Bu devletler neden bugün Türk ve Türkiye düşmanı oldular? Yok eğer bu da bir algı meselesiyse, neden Türkiye’de rejimin karar alıcıları (dünün politikalarının mimarları ve uygulayıcıları da aynıydı!) karar değiştirdiler ve eski dost ve müttefikleri bugün kendi halklarına düşman olarak göstermeye başladılar?

Bir tarafta beyni yıkanan ve ölmeye, öldürmeye methiyeler düzen bir rejimin süjesi haline getirilen bir toplum var. Diğer tarafta gayet bilinçli olarak üretilen iç ve dış düşmanlara karşı şartlandırılıyor bu insanlar. Ve 15 Temmuz sonrası başlayan furyada iç düşmanlar bertaraf edilerek bu yeni politika test edilirken, bugün Afrin’le beraber dış düşmanlar üzerinden yeni bir test sahası açılmış durumda. Hayatını kaybeden askerlerin sayısı hızla artarken, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası gözlemcilerin, basının ve Türkiye’nin diğer muhataplarının verilerine göre sayıları binlerle ifade edilen sivil ölümlerinin büyük boyutlara varması, bu yeni ölüm doktrininin sistemle iyiden iyiye bütünleşmesine neden oluyor. Adeta bir kaynak makinesi gibi, endoktrine edilen iç/dış düşmanların yok edilmesi gerekliliği üzerine inşa edilen deneme alanlarında toplumun dikkati reel iç ve dış sorunlardan, yapay, sanal birtakım sorunlara çekiliyor. İçeride saflar sıkılaştıran, rejimi berkiten ve konsolide eden bir taktik, muhalefeti de paralize ederek, bariz felce uğratarak, rejimin dilini, kavramlarını, söylemlerini, belagatini muhalefete benimsetiyor, gündemi belirlemiyor sadece, aynı zamanda onu yaratıyor, yoktan var ediyor.

İŞLEYEN BİR MEKANİZMA

Ve bu gayet güzel işliyor, bir mekanizma olarak. Gayet sistematik, gayet planlı be bilinçli, gayet rasyonelce, sosyolojik, sosyal psikolojik, psikolojik ve iletişim bilimsel metotlar kullanılarak dâhiyane bir toplum mühendisliği yapılıyor, adım-adım. Rejim, giderek sarıyor toplumu – sadece politik ve ekonomik alanlarda değil bu yayılma, aynı zamanda (hatta özellikle) toplumsal bilinç alanında, kimliksel düzeyde, kişisel algılar seviyesinde bir endoktrinizasyon vuku buluyor. Bir örneğini Kemalist erken dönem cumhuriyetinde görebildiğimiz bir kabuk değiştirme cereyan etmekte. Milli değerlerin ön plana çıktığı bir var oluş mücadelesi olan 1919 – 1923 dönemleri arasındaki savunma savaşı, bizim İstiklal Savaşı veya Kurtuluş Savaşı olarak adlandırdığımız destansı direniş öyküsü, ister istemez erken dönem Kemalist cumhuriyet tarih yazımının merkezinde yer almıştı. Bunun üzerine inşa edilen bir vatandaşlık kimliği ile okullarda kimlik politikaları uygulanmış, nesiller boyu süre gelen bir değerler inşası, kimlik inşası, millet inşası süreçleri yaşanmıştı. Bugün olan, sanal düzeyde gerekçeler üzerine inşa edilen benzer bir süreç. Elbette 15 Temmuz Kurtuluş Savaşı değil. Elbette Afrin İstiklal Harbi değil. Elbette AB, ABD veya NATO, Kurtuluş Savaşı’ndaki ana öteki olan Yunanistan değil. Biraz Çanakkale Savaşı’nın bilinçli olarak Kurtuluş Savaşı’na ve onun psikolojik arka planına eklemlenmesi gibi, fazla sırıtan bir yeni kimlik inşası sürecindeyiz.

Sanal ya da gerçek olması bir şeyi değiştirmez. Savaşlar, olağanüstü şartları meşrulaştırır. Bu hep böyle olmuştur. Özellikle de oturmamış demokrasilerde, yerleşmemiş anayasal rejimlerde, toplumsal sözleşme olamamış ve dolayısıyla da benimsenmemiş anayasal metinlerin üzerine inşa edilen devlet mimarilerinin olduğu gelişmemiş toplumlarda. İçeride ve dışarıda saldırıya ve ihanete uğrayan devletler, onların iç ve dış düşmanlara kahramanca kafa tutan karizmatik liderleri, başkomutanları, olağanüstü – ve elbette istisnai ve geçici – yetkileri ve bunun kendilerine sağladığı gayet efektif rejimleriyle beraber bu amansız ve hain saldırıları püskürtmeye çalışırlar. İşte, yavaş-yavaş belirginleşiyor, şekle şemaile bürünüyor, olgunlaştıkça kendine güveni geliyor ve daha da cüretkârlaşıyor, fark ettiniz mi? Bu gelen ses, işte o rejimin sesidir. Yedikçe karnı acıkan bir tür canavardır o, besledikçe uykusu geleceğine daha da ayılan, sakinleşeceğine daha da gözleri yuvalarından fırlayacakmışçasına dönen, daha çok eğitim değil daha çok silah talep eden, hayatını kaybeden askerlere alışmanızı sağlayan, güçlenmekten bahsederken satın alma gücünüzü değil, beslediğiniz ordudaki nefer sayısını kast eden canavar!

GERÇEKTE NASIL OLUYORMUŞ, GÖRÜYORUZ

Ben onu tarih kitaplarından tanırım. Keşke diyorum kendi kendime, tanışıklığım o seviyede kalsaymış. Teorinin ve tarihsel-ansiklopedik bilginin ürkütücü griliğini, okuduğum kitabı ya da izlediğim belgeseli kapatarak sonlandırabiliyordum. Kurbanların rakamlarını bir müddet sonra unutabiliyor, gencecik yaşamlarında, daha hayatlarının baharına gelmeden can veren askerlerin figüranlara indirgendiği savaşların taktiksel boyutlarını inceleyebiliyor, göçe zorlanan çocukların, tecavüze uğrayan kadınların, kötürüm kalan, kolunu, bacağını cephede bulamadan eve dönebilen neferlerin öykülerinin anlatılmadığı kuru tarihsel metinleri okuyup, yine de, her şeye karşın “ne kötü şey bu faşizm” diyebiliyordum. Bugün bunu yapabilme lüksüm yok. Tarih kitaplarından özet olarak değil, bizzat yaşayarak, gün be gün dramatik ve trajik öykülerini okuduğumuz ve dinlediğimiz insanların, öykü kahramanı değil gerçek olduğunu bilerek, hiç uyanamadığınız bir kâbusmuşçasına acı çekerek, kan ter içinde debelenerek öğreniyoruz, gerçekte nasıl oluyormuş bu işler!

Asker millet, ordu devlet, övülen ölüm, güzellenen öldürme – an be an yaşanan öfke, düşmanlık, kutuplaşma. Vereceği bir güzellik yok, biliyorum da, vaat de mi edemez hiçbir övülesi şeyi, diyorum kendi kendime. Sonra da kendi naifliğime şaşırıyorum. Hala akıllanmadın, bak hala böylesi beklentilerle düş kurup duruyorsun, diyorum kendi kendime, acımasızca. Bak, onlar kendi evlatlarını düşünmüyor senin düşündüğün kadar, kendi düşen ağlamaz niye diyemiyorum? Sanırım onlarla aramızdaki ince ama belirleyici çizgilerden biri bu. Belki de en önemlilerinden biri.

Neden kahramanlarımız hep asker olmalı? Çocuklarımıza herhangi bir hastalığın aşısını veya serumunu bulan birinin de pek ala kahraman olabileceğini neden öğretmeyelim? Veya görevini korkusuzca ve fedakârca yapan bir itfaiye erinin de pek ala bir kahraman olabileceğini? Neden ölüme değil de yaşama övgü yapılmasın okullarda? Mutlu günlerde, şarkı söyleyen, diploma törenlerinde ailelerine gurur veren, evlendiklerinde veya bebekleri olduğunda sevin gözyaşı döktüğümüz çocuklarımız olmasın bizim? Niçin sakince, barış ve huzur içinde, hakkı hukuku savunmak zorunda kalmadan, gayet sıradan ve normal hayatları olmasın bizim ailelerimizin? Hayatları aksiyon filmi gibi olmayan, sorunlarını çözmüş, herkesin birbirine saygı duyduğu, kimsenin başkasını değiştirmek peşinde koşturmadığı, farklılıkların insanların şahsi meselesi olduğu toplumlardaki gibi basit temeller üzerine inşa edilmiş, kolektif olmayan hayatlara gıpta etmek utanılası bir şey midir? Soruyorum sadece. İlla bir denizden ötekine, bir iklimde diğerine, başkalarının ellerindeki toprakları almak gibi garip, yanlış, gözyaşı ve acılara gebe hedefler yerine, elindeki cennet vatanı baştan başa güzelliklerle bezeyen, insanını eğitimin en iyisine, refahın en genişine, çevrenin en temizine, huzurun en dinginine, mutluluğun en derinine boğmak isteyen bir ülkemiz olmasın bizim? Bu Türkiye ütopyası, hiç gerçekleşmeyecek bir hayal mi kalacak?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. “Tek Türkiye”yi unuttunuz galiba azizim.Sanki bunlar hiç yokmuş gibi davranmanız etik değil.Hizmetin iyi günlerinde olabildiğince milliyetçi söylemlerle ne diziler hazırlandığını unuttunuz galiba.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin