Bir aşk hikâyesi (8)

BABACANLAR | BEKİR SALİM

Haftada bir yazınca seri yazılar yazmak uygun olmuyor. Okuyucu haklı olarak unutuyor bir hafta önce ne yazıldığını… Demek ki, Genel Yayın yönetmenim o yüzden “haftayı bekleme, aşk serisini her gün yaz” demiş. Okuyucunun unutması bir yana, yazan da her an o yoğun duygular içinde olamıyor. İnsan içinden gelmeden, hissetmeden aşkı nasıl yazsın!

Rahmetli Necip Fâzıl “Babıâli”sinde sanatkâr hokkabazlıklarından bahsederken Abdülhâk Hamid Tarhan’ın eşi Fatma Hanımın ince hastalıktan ölümü üzerine yazdığı meşhur “Makber” şiirini ele alır.

“Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı,

Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı.

Şimdi buradaydı, gitti elden,

Gitti ebede gelip ezelden.

Ben gittim, o haksar kaldı,

Bir köşede tarumar kaldı,

Baki o enis-i dilden, eyvah,

Beyrut’ta bir mezar kaldı.”

Meğer Hamid, daha eşi ölmeden öldüğünü varsayarak bu şiiri yazmış…

 ******

Büyük bir gazeteci “aşk” konulu sokak röportajları yapıyor. Maksat en iyi aşk tarifini yakalamak… Filozof, entelektül, bakan, genel müdür, bakkal, kasap, çoban… Herkese soruyor:

“-Sizce aşk nedir?”

Övünmek gibi olmasın da, gene en iyi cevap bir Erzurumlu dededen geliyor:

“Gardaş sen gızi seversen, gız seni sevmez. Ahan işte, aşk budur…”

Fuzulî diyor ya:

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb,

Kılma dermân kim helâkim zehri dermândadır…”

Vuslat aşkı bitiriyor mu ne!

 *****

Bana daha lise çağlarında sormuşlardı, “aşk nedir, sevgi nedir?” diye… Akranlarımın,

“Aşk bir turşu suyudur, içmeyenin ağzı sulanır, içenin midesi bulanır.” şeklinde cevap verdiği zamanlar…

İki benzetmeyle cevap vermiştim:

O zamanlar sular haftada bir akıyordu, o da, birden çok tazyikli akıyor, biraz sonra bir “tısss!” sesi eşliğinde tekrar kesiliyordu. Aşk böyle bir şeydi işte; birden deli deli “poffff!” diye akıyor, üstümüzü başımızı ıslatıyor… Sonra “tısss!”… Sevgi öyle değil ama, azar azar, düzenli ve sürekli akan bir çeşme gibi…

Bir de, müteahhit memur karşılaştırması yapmıştım:

Müteahhit bir anda çok paraya kavuşur, sağa sola dağıtır,

“Oğlan yer oyuna sayar,

Çoban yer koyuna sayar…” bir bakar ki kendine beş kuruş kalmamış. Sonra uzun zaman cep delik cepken delik… (Müteahhit derken şimdiki namuslu(!) müteahhitlerden bahsetmiyorum.) Buna aşk diyoruz…

Memur, garibim, az alır ama, hep alır, devamlı alır, devletin teminatı altındadır. Buna da sevgi diyoruz…

Hazır aşkın coşkunluğundan, deli deli akmasından bahsetmişken, benim atışma rakiplerimden büyük bir şairin, hem de çift ayaklı (*), ki bu fevkalâde zordur, bir şiirini paylaşayım:

 

Yüce dağın zirvesini kapladım;

Lapa lapa yağamadım başına.

Eteğinden türlü çiçek topladım;

Bir seherde ağamadım döşüne.

 

Yakın durma baharımda nakışım,

Coşkuluyken düzensizdir akışım,

Çok yüreği sele verdi bakışım,

Ne hikmetse sığamadım düşüne…

 

Çoban olup sevdaları güden de,

Hücrelerim tutuşur tüm bedende,

Yüz çevirdin; ay tutuldu gidende,

Güneş olup doğamadım peşine.

 

Bedenimi hasılladım, yoğurdum.

Duygularım sebil ettim, savurdum.

Buzulları sevdam ile kavurdum,

Baharları yığamadım kışına.

Bu şiirin üstüne de artık söz söylenmez… Haftaya hele bakalım ki ne diyeceğiz. Ya nasip…

 

********

(*) Çift ayak deyince, ilk dörtlükte iki ve dördüncü mısralar, sonraki dörtlüklerde de dördüncü mısralar halk şiirinde ayak ve redifin kullanıldığı mısralardır. Dikkat ederseniz burada şair “yağamadım”a “ağamadım”ı, “başına” ya da  “döşüne” yi uydurmuş. Bunu çok büyük ustalarda ancak görebiliriz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin