AB, Türkiye konusunda neden pasif?

YORUM | MEHMET EFE ÇAMAN

Avrupa Birliği (AB), Türkiye’de yaşanan rejimsel sorunlar konusunda çok pasif hareket ediyor. Peki, bu neden böyle? AB daha fazla şey yapamaz mı? Neden Kopenhag Kriterleri konusunda üyelik müzakerelerine başlamadan önceki ince eleyen sık dokuyan, güçlü ve özgüvenli aktör AB, yerini bugün Türkiye’de yaşananları görmezden gelen bir aktöre bıraktı?

AB’nin karar alma sistemi, yani bir uluslararası örgüt olarak kurumsal mimarisindeki karmaşıklık, önemsiz olmayan bir sebebi bu pasifliğin. AB, içinde hükümetler arası karar mekanizmalarını da, uluslarüstü mekanizmaları da içeren bir yapı. Lizbon Antlaşması’ndan sonra her ne kadar ortadan kalktılarsa da, Maastricht modeli üç sütunlu AB, bu örgütün kurumsal işleyişini anlamak konusunda hala çok belirgin önemde. Buna göre birinci sütunu oluşturan başta ekonomik bütünleşmeye ilişkin siyasi alanlar olmak üzere sınırlı alanda uluslarüstü bir mekanizma işliyor. Bu alanlarda, üye devletler kendi egemenlik yetkilerini AB kurumlarına devrediyorlar ve bu sahalar devletlerin kontrolünden çıkıyor. Mesela Avro alanı, Avrupa Merkez Bankası’na devredilen egemenlik yetkileri nedeniyle uluslarüstü bir karar alma mekanizmasının işlediği bir alan. Ancak ikinci sütun olan dış politika ve güvenlik politikaları sahası, hükümetler arası karar alma modalitesine göre işleyen bir mekanizmaya sahip. Yani her üye devlet, bu sahada veto yetkisine sahip. Diğer bir ifadeyle, her üye devletin onay vermediği bir karar almak ve politika belirlemek imkânsız.

Bu durumda, her bir üye devletin herhangi bir dış politika ya da güvenlik politikası vakasına bakışı diğerlerinden farklı olabiliyor. Üye devletlerin çıkarları, bu alanda uzlaşıya dayalı ortak tutumların ve pozisyonların belirlenmesine imkân vermeyebiliyor. Yani AB, özellikle uluslararası krizlerde veya diğer ani karar alınması gerekli durumlarda ortak bir dış politika çizgisi belirleyemiyor.  Bugün Türkiye konusu, tam da böyle bir sorun yaratmakta. AB üyeleri, Türkiye konusunda birbirlerinden farklı motivasyonlar ve beklentilerle politik tutumlarını belirlemekte. AB üyelerinin ikili ilişkileri – mesela THY’nin Fransa’dan alacağı Airbus uçakları meselesi gibi – ortak AB tutumundan önde geliyor. Dolayısıyla, AB normatif bir dış politika tutumu belirleyemiyor. AB Komisyonu her ne kadar çabalasa da, Konsey (siyasi hükümetler arası organ) ortak dış politika konusunda son sözü söylüyor. Bu sahada nitelikli çoğunluk kararı almak olanaklı değil. Dolayısıyla herkes ortak bir çizgide buluşsa bile – ki bu da söz konusu değil – tek bir AB üyesinin farlı düşünmesi dahi, ortak karar çıkmasına engel oluyor. Böylelikle, Türkiye’nin AB pazarı olması nedeniyle, birçok AB üyesi devlet yaşanan ağır insan hakları sorunlarını öncelemeyip, ticari çıkarlarına bakıyor.

TÜRKİYE’YE BAKIŞ: KÜME DÜŞMÜŞ BİR ÜLKE

AB’nin Türkiye’deki karmaşık sorunlara derinlemesine müdahil olmamasının bir diğer nedeni, genel olarak AB’de Türkiye’ye “küme düşmüş” bir ülke olarak bakılması. Yani AB’nin Türkiye algısı çok ama çok değişti. 2000’lerin ilk on yılında demokrasi ve insan hak ve özgürlükleri bakımından gelecek vadeden ve belli bir çizginin ötesine geçmeyi başaran bir Türkiye vardı. Kopenhag Kriterleri denilen demokrasi kıstaslarını asgari ölçüde karşılamayı başaran bu Türkiye ile AB masaya oturma ve üyelik müzakerelerine başlama kararı aldı. Bu sayede, çok verimli ve Türkiye vatandaşlarının günlük yaşamlarına olumlu etkide bulunan bir AB-Türkiye reform mekanizması kuruldu. Bu mekanizmanın temeli, üyelik karşılığında ekonomik ve siyasi ilerleme olarak özetlenebilir. AB’nin en ciddi havucu üyelikti ve bu motivasyon çok işe yaradı. Ancak ilerleyen zamanlarda bazı AB üyesi ülkeler – başta Fransa ve Almanya gibi birliğin ağır topları – Türkiye’nin üyelik perspektifini sulandırdılar. İmtiyazlı ortaklık gibi, prosedürel olarak AB müktesebatında dahi olmayan önerilerle, AB’nin Ankara üzerindeki etkisinin altını oydular. AB’nin Türkiye toplumundaki karşılığını, inandırıcılıklarının altını kendi kendine oyarak bitirdiler.

An itibarıyla, artık Türkiye AB standartlarından öylesine uzaklaştı ki, onlarca yılda büyük emeklerle ve zorluklarla elde edilmiş tüm kazanımlar tarumar oldu. Gelinen konum AB standartlarından tabiri yerindeyse ışık yılı uzakta, küme düşmüş bir “yeni Türkiye” meydana getirdi. AB de Türkiye’yi tıpkı Çin gibi, Rusya gibi daha çok ticari ve stratejik kaygılar ve beklentilerle algıladığı bir aktör olarak değerlendirir oldu. Yani 2000’lerin başında sorunlarına karşın AB için potansiyel bir üye adayı olan Türkiye, 2018 itibarıyla alt lige düşmüş, kendisinden ümidin kesildiği, AB perspektifini yitirmiş bir konuma indi. Bu yeni durum, AB’nin Türkiye’deki büyük sorunlara daha mesafeli yaklaşmasına imkân veriyor. İşimize bakalım, Türkiye kendinden mesul kanaati yerleşmiş davranış kalıbı haline geldi uzun süredir.

REEL POLİTİK BEKLENTİLER TEK GEÇER AKÇE

AB Artık bu koşullarda Türkiye’ye kendi reel politik beklentileri çerçevesinde yaklaşacak. Özellikle Suriyeli mülteciler meselesinde olduğu gibi, AB-Türkiye diyalogu artık AB hukuku çerçevesinde şekillenmeyecek. Geçici al-ver pazarlıkları ve her an yeniden tanımlanabilecek kısmi süreli işbirlikleri ile şekillenecek, Türkiye’nin giderek kulübün çok daha periferisine itildiği bir süreç yaşanacak. Dahası, Rusya ve Çin’in aksine çok daha bağımlı bir aktör olan ve sanayi ve teknoloji bakımından AB’ye bağımlı bir Türkiye, giderek daha tek taraflı bir AB bağımlılığı içerine yuvarlanacak. Elbette orta ve uzun vadede bu ciddi bir sermaye kaçışını da beraberinde getirecek. AB üyeliği perspektifinin tümüyle ortadan kalktığını gören uluslararası yatırımcılar, Türkiye pazarını zaten kademeli olarak terk etmeye başladı. Önümüzdeki aylar ve yıllarda bu trend daha da ivme kazanarak devam edecektir.

Üç buçuk milyona yakın Suriye göçmeninin Avrupa kapılarına dayanmasının önünde baraj olan bir Türkiye, AB üzerinde geçici bir şantaj baskısı kurmuş vaziyette. Bu durum, Türkiye’yi yönetmekte olan Erdoğan ve Avrasyacı yapı koalisyonuna görece bir geçici güç temin ediyor ve bunlar AB karşısında bu gücü daima kullanıyor. Ancak Suriye sorunu bir gün yatıştığında ve göçmenler geri dönmeye başladığında bu güç yok olacaktır. O zaman Türkiye’nin zedelenen AB ilişkilerini onarması mümkün olacak mıdır, çok tartışmalı bir konu.

Hâlihazırda AB Türkiye’yi daha da fazla kaybetmemek ve zaman kazanarak kendisini daha ağır Türkiye krizlerine hazırlamak için Türkiye’deki tüm sorunları çok düşük profilli olarak eleştiriyor. Türkiye’nin AB’yi istikrarsızlaştırma potansiyeline sahip büyüklükte bir aktör olması, Türkiye pazarı ile sahip olunan bütünleşme seviyesi (Gümrük Birliği nedeniyle) AB yatıştırma politikaları uyguluyor. Erdoğan’ın rasyonel olmayan ve öngörülmesi güç bir karar alıcı olması, AB’yi temkinli olmaya itiyor. Bu tutumu özellikle Almanya ve Fransa gibi büyük AB aktörlerinde gözlemlemek olanaklı. Aynı zamanda AB içerisinde yaşayan Türkiye kökenli AB vatandaşları veya sürekli oturuma sahip Türkiyeli göçmenler de AB için mevcut Türkiye pozisyonunda önemli bir faktör. Türkiye’de istikrarın daha da kontrolden çıkması ve kutuplaşmanın bir tür iç soruna dönüşmesi, bu sorunların AB’deki Türkiyeliler üzerinden AB topraklarına da yayılmasına neden olabilir. Bu nedenle de Türkiye’de rejimin istikrarı göreceli de olsa koruyor olması – anayasasızlığa ve insan hakları ihlallerine karşın – AB’nin daha temkinli davranmasına neden oluyor.

TÜRKİYE MUHALEFETİNİN TUTUMU, KAFA KARIŞIKLIĞI SEBEBİ

Türkiyeli muhalefetin – özellikle de “sol” kesimin – bölünmüşlüğü, Kürtler ve Cemaat konusunda rejim yanlısı nasyonalist bir tutum izlemesi, AB’nin Türkiye algısına olumsuz etki ediyor. Bu nedenle de AB’de bazı çevreler, ciddi kafa karışıklığı yaşıyor. Hapisteki muhaliflerin dokümanlara ve demeçlere yansıyan sayılarında bile ciddi farklılıkların olması bundan kaynaklanıyor. AB içinde bu muhalif Türkler endirekt şekilde Erdoğan rejiminin Kürtler ve Cemaat üzerindeki hukuksuz uygulamalarını değişik bir prizmadan AB’ye yansıtıyor. Bu nedenle, sivil darbe ve gasp edilen anayasa konusunda AB çok daha ağır aksak davranıyor.

Son “Zeytin Dalı” operasyonu ve Alman Leopar tanklarının bu operasyonda kullanılması, Almanya’da bazı hareketliliklere neden olmuş görünse de, genel geçer tutum çok değişmeyecek gibi. AB için Türkiye, kendisini sevmese de beraber yaşamak zorunda gördüğü bir komşu. Tıpkı Rusya gibi, kendi dinamiği içinde bir tür istikrarlı ilişki kurulması, rasyonel akıl gereği AB’nin Türkiye gündeminde belirleyici yaklaşım. Fakat kötü haber, Türkiye vatandaşlarının demokratikleşmeleri ve özgürleşmeleri bakımından AB’nin Türkiye üzerinde etkisinin sıfırlanması olacak. AB sadece Türkiye örneğinde değil, Akdeniz genişlemesinde Yunanistan, Portekiz ve İspanya’dan Doğu Avrupa genişlemesinde Polonya, Baltık Cumhuriyetleri, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerin AB süreçlerine dek, tüm aday ülkelerin demokratikleşme süreçlerini belirleyici şekilde destekledi. AB etkisi olmasa bu gerçekleşmezdi. Türkiye de bu trendeyken, son anda makas değiştirdi ve diktatörlüğe kaydı. Rusya güdümüne girerek aşırı milliyetçilikle İslamcılık arasında bir yerlere sıkıştı. Bunun acısını Türkiye halkı önümüzdeki on yıllar içinde yaşam kalitelerindeki düşüşle iliklerine kadar hissedecek, ama son pişmanlık fayda etmeyecek.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin