Ahmet Demirbaş | Konuk Yazar
Yazar Niyazi Sanlı’nın “Zamanın Mahkûmu” adlı eseri, 15 Temmuz sonrası Türkiye’sinde Hizmet Hareketi mensuplarının yaşadığı travmanın bireysel bir tanıklıkla dile getirildiği, aynı zamanda kaleme bir sığınma ve direnme biçiminin manifestosu olan edebi bir metin olarak karşımıza çıkıyor.
Yazar; sürgün, yalnızlık, zulüm, sosyal dışlanma, geçim mücadelesi ve anlam arayışını, hem kişisel hem de kolektif bir hafıza düzleminde işlerken; metin boyunca zaman zaman Tanpınar’ın “zamanın içinde daima bir başka zamanı taşıma” fikrini hissettiriyor.
Eser, ağırlıklı olarak hatırat formunda yazılmış olsa da, olayları yalnızca bir “mağduriyet kaydı” olarak değil, bir iç hesaplaşma ve varoluşsal bir sorgulama olarak da sunuyor. Zira yazar, sadece dış dünyanın haksızlığına değil, kendi iç dünyasındaki sarsıntıya da dürüstçe temas ediyor.
Bu yönüyle kitap, Victor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” eseriyle ruh akrabalığı taşıyor; zira her ikisi de bir mahkûmiyet içinde “anlamın” izini sürüyor.
Sanlı’nın kullandığı sade ve yer yer çarpıcı dili, okuyucuda hem bir yoldaşlık hissi uyandırıyor hem de acının şiirini kuruyor. Yazarın kitaplarını çuvallara koyup çöpe atmak zorunda kalışı, Nazilerin kitap yaktığı sahneleri anımsatmakla kalmıyor; aynı zamanda kitaplara iman etmiş bir insanın inancını bile imtihan eden dramatik bir eşik olarak öne çıkıyor.
Bu, aynı zamanda Hizmet Hareketi’nin temel değerlerinden biri olan “ilim” kavramının nasıl sistematik şekilde hedef alındığının da sembolik bir ifadesi.
Niyazi Sanlı, kitabı boyunca toplumun içine düştüğü linç psikolojisini ve medya eliyle yapılan dezenformasyonu George Orwell’ın “1984” adlı distopyasına göndermelerle betimliyor. Sokaklarda “Büyük Birader”in gözleri hissedilirken, gerçeklik paramparça ediliyor. Bu anlamda Sanlı’nın metni, bir tür “post-truth Türkiye’si kroniği” olarak da okunabilir.
Yapıcı bir tenkit olarak şu belirtilebilir: Kitap zaman zaman hatıratın doğası gereği tekrarlarla ve iç dökme biçiminde ilerliyor. Bu, anlatının ritmini yer yer sekteye uğratsa da yazarın dürüstlüğü ve içtenliği sayesinde metin gücünü kaybetmiyor.
Belki de Said Nursî’nin ifadesiyle “Her derdin ilacı dürüstlüktür” ve bu kitap da dürüst bir dilin şifalandırıcı etkisini taşıyor.
“Zamanın Mahkûmu”, bir “inziva güncesi” olduğu kadar, bir “direniş metni”dir de. Tıpkı Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “Prizma” serilerinde olduğu gibi, yazar da zamanın kıyısında bir iç arayışa girerken, “nefsine rağmen sabretmeyi” öğütlüyor.
Hocaefendi’nin “Zorluklar içinde dahi vazife şuuru ve tevekkül elden bırakılmaz.” düsturu, kitabın satır aralarında güçlü bir şekilde hissediliyor.
Sonuç olarak “Zamanın Mahkûmu”, hem bir döneme tanıklık etmek hem de bu tanıklığı yarınlara taşımak için kaleme alınmış bir şahidlik metnidir. Hafızası olan toplumlar için bu tür eserler, yalnızca geçmişi anlatmakla kalmaz; aynı zamanda geleceğin vicdanını inşa eder.