NURULLAH ALBAYRAK | YORUM
Tarihler 19 Mart 2025’i gösteriyor. Sabahın erken saatlerinde sosyal medyaya bakanlar, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Şişli Belediye Başkanı’nın da aralarında bulunduğu 105 kişinin ‘teröre destek’ ve ‘suç örgütü kurmak’ suçlamalarıyla gözaltına alındığını öğrendi. Ekrem İmamoğlu’nun eşi Dilek İmamoğlu, polislerin sahurdan hemen sonra geldiğini açıkladı. Bu gelişme, akıllara 22 Temmuz 2014’te iktidara karşı yolsuzluk operasyonu yapan polislerin sahur vakti gözaltına alınmasını ve sonrasında yaşanan süreci getirdi.
Türkiye’de yargının bağımsızlığı ve adalet sistemi üzerindeki baskılar uzun süredir tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ancak yaşananların yeni bir gelişme olduğu düşüncesi gerçeği yansıtmıyor. Bugün tanık olduğumuz hukuksuzluklar, geçmişte yaşanan adaletsizliklerin bir devamı niteliğinde. Ekrem İmamoğlu’na yönelik gözaltı operasyonu, 2014 yılında polislere yapılan sahur operasyonunun yeni bir versiyonu olarak karşımıza çıkıyor.
Ne yazık ki tarih, acı bir şekilde tekerrür ediyor.
Sahur operasyonları: Geçmiş ve bugün
2014 yılında, iktidar mensuplarının ve iktidara yakın iş insanlarının karıştığı yolsuzluk iddiaları üzerine 17 Aralık ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde savcılık talimatıyla gözaltı işlemleri gerçekleştirilmişti. Dönemin AKP iktidarı, bu operasyonları kendilerine karşı düzenlenen bir darbe girişimi olarak lanse etti ve süreci kontrol altına almak için hızla yasal düzenlemelere yöneldi. Bu kapsamda, bugün hâlâ tartışma konusu olan Sulh Ceza Hakimliği sistemi getirildi. İstanbul’da özel olarak belirlenen 8 Sulh Ceza Hakimliği’nin ilk icraatları ise, polislere sahur vaktinde operasyon düzenlenmesi ve tutuklanmaları oldu.
Polislere yönelik gözaltılar, yargı süreçleri ve hukuksuz cezalandırmalar Türkiye’de adalet sisteminin siyasallaşmasının en büyük göstergelerinden biri haline geldi. Bugün yaşanan hukuksuzlukların temelleri işte o günlerde atıldı.
Rejim, ‘22 Temmuz’ operasyonuyla yolsuzluk iddialarına karşı bir hamle yaparak, iktidarını koruma stratejisini devreye sokmuştu. O dönem, polisler sahur vakti gözaltına alınarak cezalandırıldı ve adalet mekanizması, iktidarın meşruiyetini sağlamak için bir ‘silah’ olarak kullanıldı.
Bugün yaşananlar da farklı değil. Rejim, kendisine rakip olarak gördüğü bir siyasi figürü bertaraf ederek, iktidarda kalma amacını gerçekleştirmek istiyor. Tasfiye, intikam ve muhalifleri pasifize etme amacıyla yürütülen bu süreç, iktidarın varlığını sürdürmek için hukuku bir araç olarak kullanmaya devam ettiğini gösteriyor.
2014’te gerçekleştirilen operasyonları destekleyenler ya da sessiz kalanlar, sürecin ilerleyen yıllarda nasıl genişlediğini ve keyfi yargılamaların nasıl toplumsal bir soruna dönüştüğünü görememişti. Hukuksuzlukların yalnızca bireysel bir mesele olmadığı, aksine kitlesel ve sistematik bir soruna dönüştüğü ya fark edilmedi ya da bilinçli olarak göz ardı edildi. Bugün de benzer şekilde, belirli bir siyasi figürü ve onun etrafındaki grubu hedef alan gözaltılar ve hukuki süreçler durdurulmazsa yarın çok daha geniş kesimleri etkileyecektir.
Unuttuğumuz bir gerçek; hukuksuzluk bir kez başladığında, sınırlarını genişletir ve sonunda herkesi etkisi altına alır.
Bağımsız yargı olmadığında ne olur?
Türkiye’de 22 Temmuz 2014’ten beri yargının bağımsız olmadığı gerçeği, hukuksuzluk döngüsünün sürekli olarak tekrarlanmasını kaçınılmaz hale getirdi. Yargının bağımsız olması yalnızca adil kararlar verilmesini sağlamakla kalmıyor aynı zamanda hukukun keyfi bir şekilde bir baskı aracı olarak kullanılmasını da engelliyor.
Yargı siyasetin kontrolüne geçtiğinden beri:
- Gözaltılar ve tutuklamalar, siyasi hesaplaşma aracına dönüştü.
- Hukuk, adalet sağlamak yerine belirli grupları sindirme amacıyla kullanıldı.
- Bireylerin temel hak ve özgürlükleri keyfi bir şekilde ihlal edilir hale geldi.
- Muhalif sesler susturuldu ve toplumda yaygın bir korku atmosferi oluşturuldu.
Bu nedenle, bugün Ekrem İmamoğlu’na ve hukuksuzluğa maruz kalan herkese yalnızca “Geçmiş olsun!” demek yeterli değildir. Asıl mesele, bu hukuksuz düzenin nasıl sona erdirileceğidir.
Tabii ki bu mücadelenin en büyük sorumluluğu, yıllardır başka gruplara yapılan hukuksuzlukları görmezden gelen ana muhalefet partisine düşmektedir. Adaletin ancak tüm hukuksuzluklara karşı ilkeli ve tutarlı bir duruş sergilendiğinde sağlanabileceği artık herkes tarafından kabul edilmelidir. Bağımsız bir yargı ve hukukun üstünlüğü için verilecek mücadele, yalnızca belli isimleri değil, toplumun tamamını koruyacak bir zorunluluktur.
Hukuksuzluğa karşı mücadele zorunluluktur
Bağımsız bir yargı sistemi kurulmadığı sürece, bugünkü gözaltılar cezalandırmalara dönüşecek, yeni gözaltılar ise kaçınılmaz olacaktır. 2014 sonrası yaşanan süreç, bunun en açık kanıtıdır.
Adalet mekanizmasının siyasetin bir aracı olmaktan çıkarılması, hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesi ve yargının bağımsız hale getirilmesi için toplumsal bir bilinç oluşturmak zorunluluktur. Hukukun keyfi bir şekilde kullanıldığı, yargının siyasi hesaplaşmaların bir aracı haline geldiği bir sistemde, kimse güvende değildir. Bugün hedef alınanlar belli isimler olabilir, ancak bu düzen devam ettikçe herkes sıradaki mağdur olacaktır.
Bu nedenle hukuksuzluğa karşı ses çıkarmak, yalnızca mağdurlar için değil, toplumun tamamı için bir zorunluluktur. Sessiz kalmak, adaletsizliğin daha da derinleşmesine ve normalleşmesine neden olacaktır. Aksi takdirde, bu tür operasyonlar devam edecek, hukukun üstünlüğü tamamen ortadan kalkacak ve adalet kavramı işlevsiz hale gelecektir.