Muhalefet stratejik felaketi görmüyor, görmek istemiyor. Erdoğan kuralları askıya aldı ama CHP hâlâ hukuka sığınıyor. Çözüm radikal: Yargıyı reddetmek, sokağa çıkmak, yeni bir vizyon inşa etmek. Ama muhalefet bunları yapamayacak. Üç yapısal engel var: Kurumsal, ideolojik, toplumsal. Liderlik yok, zaman kaybediliyor, uluslararası destek zayıf. Gerçek acı ama net: Türkiye muhalefeti kaybetti. İmamoğlu tabuta çakılan son çivi…
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Beni en çok şaşırtan şey, başta CHP olmak üzerde diğer muhalefet partilerinin Erdoğan’ın yazdığı veya yazdırdığı bu senaryoyu göremiyor olması. Daha doğrusu görmek istemiyor demek daha doğru sanırım zira ‘görmek’ demek, kendi sonlarını görmek anlamına da geliyor. Ve bu psikolojik olarak çok ağır.
Bu yüzden muhalefet hâlâ günlük siyasetin içinde boğuşmayı tercih ediyor. İddianameye cevap veriyorlar, mahkeme savunması hazırlıyorlar, sosyal medyada kampanya yapıyorlar, mitingler düzenliyorlar. Sanki bu taktiksel hamleler stratejik felaketi engelleyecekmiş gibi. Oysa Erdoğan onları zaman içinde eritmek için bütün bu mekanizmaları kullanıyor. Her gün bir yeni tartışma, her hafta bir yeni kriz, her ay bir yeni gündem. Muhalefet bu gündemlerin içinde yüzerken, esas stratejik dönüşümü görmüyor, göremiyor, belki de görmek istemiyor.
Her geçen gün muhalefet biraz daha zayıflıyor, biraz daha enerjisini kaybediyor, biraz daha umudunu yitiriyor. Erdoğan ise biraz daha güçleniyor, biraz daha konsolide oluyor, biraz daha kalıcılaşıyor. Ve bu süreç o kadar yavaş, o kadar kademeli, o kadar sinsi ilerliyor ki, muhalefet farkına vardığında iş işten geçmiş olacak.
Meşhur bir tez vardır: “Egemen, istisnai hali ilan edendir.”
Bu basit cümle, modern siyasetin en derin gerçeğini açığa çıkarıyor. Egemenlik normal zamanlarda değil, kriz anlarında ortaya çıkar. Yasalar işlediği sürece, egemen görünmez kalır. Ama yasalar askıya alındığında, kim gerçekten egemen, o ortaya çıkar. Erdoğan tam olarak bunu yaptı ve yapıyor. Türkiye’de artık normal siyaset yok, istisnai hal siyaseti var. Ve istisnai halde kurallar geçerli değildir. Egemenlik kuralın uygulanması değil, kuralın askıya alınmasıdır.
CHP hâlâ kurallara göre oynuyor. Anayasaya başvuruyor, mahkemelere dilekçe veriyor, hukuk devletinden bahsediyor. Oysa Erdoğan kuralları askıya aldı. Anayasa artık sembolik bir metin, mahkemeler artık iktidarın aygıtları, hukuk devleti artık nostaljik bir anı. Bu asimetri muhalefetin her hamlesini anlamsız kılıyor. Siz kurallara göre oynamaya çalışırken, karşı taraf kuralları çoktan askıya aldı. Bu bir futbol maçında siz topla oynarken, rakibin eliyle oynaması gibi. Ve hakem rakibin tarafında.

Bir iktidar bloğu hegemonik olduğunda, sadece zor kullanarak değil, rıza üreterek yönetir. İktidar, toplumun geniş kesimlerini kendi projesine ikna eder, kendi değerlerini meşru gösterir, kendi dünya görüşünü sağduyuya dönüştürür. AKP’nin 2002-2013 dönemi böyleydi. Erdoğan baskıyla değil, rızayla yönetiyordu. Ekonomik büyüme, sosyal hizmetler, kimlik siyaseti, demokratikleşme söylemi—hepsi toplumsal rıza üretmenin araçlarıydı.
Ama 2013 Gezi direnişinden sonra hegemonya krizine girdi. AKP artık rıza üretemiyor, sadece zor kullanıyor. Baskı, sindirme, korkutma, hegemonyanın çöktüğünün işaretleri. Hegemonik kriz anında yeni bir hegemonik blok kurulur. Eski hegemonya çökerken, yeni bir hegemonya inşa edilir. Muhalefet bunu da yapamadı. Yeni bir hegemonik söylem üretemedi, yeni bir toplumsal proje sunamadı, yeni bir vizyon inşa edemedi. Sadece “Erdoğan gitsin!” dedi. Bu negatif bir program. Pozitif bir alternatif değil. Ve negatif programlar asla yeterli olamaz çünkü insanlar sadece neye karşı olduklarını değil, ne için olduklarını da bilmek isterler. Muhalefet ne için olduğunu söyleyemiyor. Bu yüzden hegemonik bir blok kuramıyor. Ve hegemonik blok kuramadığı için, Erdoğan’ın hegemonya krizi bile ona yetmiyor.
Yapılan bilimsel araştırmalar modern devletlerin giderek istisna halini kalıcı kıldığını gösteriyor. Olağanüstü hal, olağan hâle dönüşüyor. Geçici istisnalar, kalıcı norm haline geliyor. Ve olağanüstü hal kalıcılaştıkça, demokrasi boşlanan bir gösteriye dönüşüyor. Artık demokratik kurumlar var ama işlevsizler, seçimler var ama anlamsızlar, yasalar var ama uygulanmıyorlar.
Türkiye tam olarak bu süreci yaşıyor. 2016 darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL resmi olarak sona erdi ama fiilen hala devam ediyor. Türkiye bir “askıya alınmış demokrasi” içinde yaşıyor. Demokrasi formda var ama özde yok.
Muhalefet ise hâlâ demokrasinin geri geleceğini umuyor. “Seçimler gelecek, halk oyunu kullanacak, demokrasi kazanacak!” nakaratı tekrarlanıyor. Oysa demokrasi askıya alındığında kendiliğinden geri gelmez. Askıya alınan demokrasinin geri gelmesi için radikal bir müdahale gerekir.
Bu müdahale ne olabilir?
Kitlesel sivil itaatsizlik, genel grev, sokak hareketleri, belki hatta daha radikal eylemler. Ama bu müdahaleyi kimse yapamıyor, yapmaya da cesaret edemiyor. Çünkü bedelinin çok ağır olacağını herkes biliyor. Ve toplum yorgun, korkmuş, depolitize olmuş.
Muhalefet de aynı şekilde. O yüzden herkes demokrasinin mucizevi bir şekilde geri geleceğini bekliyor. Ama mucizeler gerçek siyasette olmaz.
İktidar sadece devlet aygıtlarında, sadece parlamento ve hükümette, sadece polis ve ordu gibi baskı aygıtlarında değil, toplumsal ilişkilerin her noktasında işler. İktidar mikrofiziktir, yani mikroskobik düzeyde her yerde vardır. Okullarda, hastanelerde, camilerde, medyada, ailelerde, her yerde. İktidar bir ağ gibi örülmüştür ve bu ağ toplumun her köşesine sızmıştır.
Erdoğan tam olarak bunu yapıyor. Sadece merkezi hükümeti kontrol etmiyor. Medyayı kontrol ediyor, eğitim sistemini dönüştürüyor, din işlerini yönlendiriyor, yerel yönetimleri ele geçiriyor, sivil toplumu sindiriyor, üniversiteleri tasfiye ediyor. İktidarın her noktaya sızdığı bir ağ kurdu. Bu ağ o kadar kapsamlı, o kadar derin ki, artık Erdoğan olmadan Türkiye’nin nasıl yönetileceğini hayal etmek bile zor.

Muhalefet ise iktidarı hala sadece merkezi devlet düzeyinde görüyor. Erdoğan’ı sadece cumhurbaşkanı olarak hedef alıyor. “Erdoğan giderse her şey düzelir” mantığı. Oysa Erdoğan bir kişi değil, bir iktidar ağı. O ağı dağıtmadan Erdoğan’ı deviremezsiniz. Erdoğan gitse bile, o ağ kalacak. O ağ başka bir lider bulacak ve devam edecek. Çünkü sorun Erdoğan değil, Erdoğan’ın inşa ettiği iktidar yapısı. Ve muhalefetin bu yapıyı dağıtacak ne gücü var ne de stratejisi.
Neden çıkış yok?
Türkiye muhalefetinin içinde bulunduğu tıkanma bireysel değil yapısal. Yani sorun kişilerde değil yapıda. Hangi lider gelirse gelsin, hangi parti önde olursa olsun, yapısal engeller değişmediği sürece sonuç aynı olacak. Ve üç temel yapısal engel var, her biri diğerini güçlendiriyor, birlikte aşılmaz bir duvar oluşturuyorlar.
Birinci engel kurumsal. Hukuk sistemi, medya yapısı, seçim sistemi, hepsi iktidarın lehine çalışıyor. Hukuk bağımsız değil, politize olmuş. Mahkemeler iktidarın istediği kararları veriyor.
Medya özgür değil, tekelleşmiş ve iktidarın kontrolünde. Televizyonlar, gazeteler, dijital platformlar, hepsi aynı hikayeyi anlatıyor. Seçim sistemi adil değil, manipüle edilebilir.
Oy sayımı şeffaf değil, itiraz mekanizmaları işlemiyor. Muhalefet bu kurumlarla bir yere varamaz çünkü bu kurumlar artık tarafsız hakemler değil, oyunun bir tarafı. Oyunu oynamaya çalışıyorsun ama hakem karşı takımın oyuncusu.
İkinci engel ideolojik. Muhalefetin ortak bir ideolojik projesi, ortak bir vizyonu, ortak bir geleceğe dair hayal kuruculuğu yok. Sadece “Erdoğan karşıtlığı” var. Bu negatif bir kimlik. Pozitif bir alternatif sunmuyor.
İnsanlara, “Biz iktidara geldiğimizde Türkiye şöyle olacak.” diyemiyor. Sadece “Erdoğan gittiğinde daha iyi olacağız!” diyor. Ama nasıl daha iyi olacak? Hangi ekonomik model? Hangi dış politika? Hangi sosyal politika? Hangi kültürel vizyon?
Bu soruların cevabı yok. Çünkü muhalefet içinde çok farklı ideolojik kesimler var: Kemalistler, sosyal demokratlar, liberaller, muhafazakar demokratlar, Kürt hareketi, sol gruplar. Hepsi farklı şeyler istiyor ama ortak bir projeye razı olamıyorlar. Bu ideolojik parçalanma, muhalefetin güçsüzlüğünün temel nedenlerinden biri.
Üçüncü engel toplumsal. Toplum yorgun, korkmuş ve umudunu kaybetmiş. Sokağa çıkmaya hazır bir kitle yok. 2013 Gezi’den sonra toplumsal muhalefet kırıldı. O günlerde milyonlarca insan sokaklardaydı, şimdi evlerde. O günlerde insanlar geleceğe umutla bakıyordu, şimdi umutsuz.
O günlerde toplumsal enerji vardı, şimdi toplumsal depresyon var. Muhalefet partiler ne kadar çaba gösterirse göstersin, toplumsal destek olmadan bir şey yapamazlar. Ve toplumsal destek giderek azalıyor. Çünkü insanlar denediler, mücadele ettiler, umut ettiler ama sonuç alamadılar.
Her yenilgiden sonra biraz daha ümitsizleştiler, biraz daha pasifleştiler, biraz daha içlerine kapandılar. Artık siyasetten soğumuş, sisteme güvenini kaybetmiş, sadece günü kurtarmaya çalışan bir toplum var. Bu toplumsal pasiflik, muhalefetin en büyük engeli.
Ve korkarım ki ciddi ve çok daha büyük bir sıkıntı daha var: Lider yok!
Muhalefetin ciddi bir liderlik krizi var. Kılıçdaroğlu 2023’te yenildiğinde gitti. Yerine gelen Özgür Özel, siyasi zeka ve karizma yerine, performansa dayalı bir mücadele sergiliyor. İmamoğlu şimdi hedef tahtasında. Yavaş belirsiz. Başka kim var?

Türkiye muhalefetinde karizmatik liderlik geleneği yok. Batı demokrasilerinde kurumsal yapılar liderlerin yetersizliğini telafi edebilir. Ama Türkiye’de kurumlar çöktüğü için liderlik kritik. Ve liderlik yok.
Muhalefet zaman kaybediyor. Erdoğan’ın her hamlesi muhalefetin zamanını çalıyor. İmamoğlu davası (en az) 2-3 yıl sürecek. O süre içinde İmamoğlu’nun enerjisi bu davaya gidecek, başka bir şey yapamayacak. Mansur Yavaş da öyle. CHP de öyle.
Erdoğan zamansallığı kontrol ediyor. Muhalefetin temposu yavaş, Erdoğan’ın temposu hızlı. Muhalefet savunmada, Erdoğan saldırıda. Bu asimetri muhalefetin yenilgisini garantiliyor.
ABD, AB gibi dış aktörlerin Türkiye’ye müdahalesi azaldı. Erdoğan onlarla yeni dengeler kurdu. S-400 krizi, F-35 krizi, Suriye politikası—hepsi geride kaldı. Erdoğan artık Batı’ya daha az bağımlı. Muhalefet ise hâlâ, “Batı bize yardım edecek.” umudu taşıyor. Oysa Batı Erdoğan’la çalışmayı tercih ediyor. Çünkü Erdoğan istikrarlı, muhalefet kaotik görünüyor.
Muhalefet şu anda kritik bir kavşakta; ya varoluşsal bir kırılma yaşayacak ya da tamamen etkisiz hale gelecek. Radikal bir kırılma şu adımları içermeli:
Yargıyı toptan reddetmek: İmamoğlu davasını kabul etmemek. “Bu yargılama meşru değildir, tanımıyoruz” demek. Mahkemeye gitmemek. Cezayı kabul etmemek. Bu radikal ama gerekli.
Sokağa çıkmak: Kitlesel sivil itaatsizlik. Günlerce süren mitingler, gösteriler, direnişler. Gezi’den daha büyük bir dalga yaratmak.
Yeni bir anlatı inşa etmek: “Erdoğan gitsin!” yetmiyor. “Türkiye nasıl olmalı?” sorusuna cevap vermek. Yeni bir anayasa, yeni bir sistem, yeni bir gelecek vizyonu sunmak.
İçteki çatlakları kapatmak: CHP, HDP, İYİ Parti, diğer muhalefet güçleri, hepsinin bir araya gelmesi ve varoluşsal bir ittifak kurması gerekiyor. Bu ittifakın temeli ideolojik değil, varoluşsal olmalı: “Ya hep beraber var olacağız ya da hiçbirimiz var olamayacağız.”
Yani CHP’nin kendi içinde kurmaya çalıştığı stratejiyi genele yayması gerekiyordu.
Uluslararası dayanışma: Sadece Batı’ya değil, dünyanın demokratik güçlerine, sivil toplum örgütlerine, insan hakları hareketlerine seslenme. Türkiye’nin durumunu global bir mesele haline getirmek.
Ben böyle yazıyorum ama uygulanabileceğinden umudum pek yok. Evet yukarıdaki adımlar teorik olarak doğru. Ama pratikte gerçekleşmeyecek.
Çünkü:
- Muhalefet yargıyı reddetme cesaretine sahip değil.
- Toplum sokağa çıkmaya hazır değil.
- Muhalefet yeni bir anlatı üretemiyor.
- İçteki çatlaklar kapanmıyor, aksine derinleşiyor.
- Uluslararası dayanışma zayıf ve etkisiz.
- Bu gerçekçi değerlendirme bizi karanlık bir sonuca götürüyor: Türkiye muhalefeti kaybetti.
Peki muhalefet kaybettiğinde ne olur?
CHP parçalanır: İmamoğlu ve Yavaş devre dışı kalınca parti kongrelerde iç savaşa girer, belki bölünür.
Kürt hareketi susturulur: Af yasası ile kısa vadeli bir uzlaşma, sonra tekrar baskı.
Muhafazakar muhalefet eritilir: Babacan ve Davutoğlu geri dönüş yapar, partileri sönümlenir.
Toplumsal muhalefet depolitize olur: İnsanlar siyasetten soğur, özel hayatlarına çekilir.
Erdoğan kalıcılaşır: Yeni anayasa ile 2033’e, belki 2040’a kadar iktidarda kalır.
İşte bu sebeplerden dolayı, “İmamoğlu iddianamesi bir iddianame değil, tabuta çakılan son çividir!” diyorum. Bu çivinin güçlendirmesi de yapılacak. Bu da yeni anayasa referandumu olacak. O referandum kabul edildiğinde, Türkiye’nin demokratik geçmişi tamamen kapanacak.
Muhalefet -maalesef- şu anda trajedinin finalinde. Yunanca “trajedi” kelimesi “keçi şarkısı” anlamına geliyor. Kurban edilen keçinin son çığlığı! Türkiye muhalefeti de son çığlığını atıyor. Ama bu çığlık kimseyi uyandırmıyor. Çünkü herkes uyumayı seçmiş durumda.
Gramsci’nin meşhur sözünü hatırlayalım: “Eski ölüyor ama yeni doğmuyor. Bu ara dönemde, çeşitli hastalıklı belirtiler ortaya çıkıyor.”
Türkiye tam olarak bu ara dönemde. Cumhuriyetin eski düzeni öldü ama yeni bir düzen henüz doğmadı. Ara dönemde yaşadığımız şey hastalıklı belirtiler ve sessizlik.
Erdoğan bu sessizliği dolduruyor. Muhalefet ise sessizliğin içinde kayboluyor.
Ve belki de bu sonuç kaçınılmazdı. Belki de demokrasi denilen şey her zaman kırılgandı, her zaman geçiciydi, her zaman bir otoriterleşme tehlikesi taşıyordu. Belki de Türkiye’nin yaşadığı şey istisnai değil, kuraldır. Belki de muhalefet hiçbir zaman kazanamazdı.
Ama belki de bu karamsarlık yanlış. Belki de Türkiye’nin hikayesi henüz bitmedi. Belki de muhalefet son anda varoluşsal bir kırılma yaşayacak, radikal bir dönüşüme gidecek ve Erdoğan’ın stratejisini bozacak.
Ama bu “belki” ile politika yapılmaz. Gerçeklik şu: İmamoğlu tabuta çakılan son çivi. Ve muhalefetin elinde çiviyi çıkaracak bir alet yok.
Üzgünüm ama gerçekleri yazmak zorundayım.
