SÜHEYLA GÜLTEKİN | YORUM
Memleketimiz geçen hafta yine kimseye şaşkınlık vermeyen bir skandalı daha göğsüyle yumuşatarak tolere etti. Yaşanan her skandal, sonrakilerde kullanılmak üzere bağışıklık kazandırdığından 17-25 Aralık’tan beri hiçbir skandal sindirilemez değil artık.
Olay neydi?
İddiaya göre 400 kişi, belgede sahtecilik konusunda kendini epey geliştirmiş bir çete tarafından sisteme entegre edilen sahte diplomalarla profesör olmuş. Sonrasında bunların aslında profesör olmadığı, sahteciliğin sadece lisans diplomalarında yapıldığı vs. söylendi. Daha sonra sahte diplomalı milletvekilleri de olduğundan bahsedildi. Hatta eski Washington konsolosu Namık Tan; Hakan Fidan’ın da aslında geçerli bir lisans diploması olmadığı imalarını içeren bir tweet dizisi yayınladı.
Diyanet işleri başkanının kızının rakiplerinden düşük sınav notlarına rağmen mülakatla Düzce Üniversitesi kadrosuna alındığı haberi geçildi. CHP’li belediyelerdeki torpille işe alımlar gündeme geldi vs. derken normal bir ülkeyi ayağa kaldırabilecek pek çok iddianın bir kez daha büyük bir soğukkanlılıkla sıradanlaştırılmasına şahit olduk.
Ortam böyle leş meselelerle çalkalanırken muhalif numarası yapan güruhun tepkisi tahmin edebileceğiniz üzere yine, “F.töcüler soru çalardı bunlar komple diploma yapmışlar!” minvalinde oldu.
Ben bu yazıda torpil, soru çalma, kadrolaşma meselelerinin cumhuriyet sonrası dönemde genel olarak nasıl seyrettiğine değinecek, nefret ettikleri insanlara çamur atmak için sıkça “soru çaldılar” argümanını kullanan insanların özledikleri Türkiye’nin nasıl olduğunu genel hatlarıyla hatırlatmaya çalışacağım.
Türkiye, aslında gelişmiş ülkelerin de dahil olduğu pek çok ülke gibi kuruluşundan itibaren hiçbir zaman tamamen liyakat esaslı bir ülke olmadı. Cumhuriyetin ilanı sonrası devlet kadrolarını oluşturan isimlerde aranan ön şartın cumhuriyet ilkelerine bağlılık ve dönemin tek partisi CHP’ye yakınlık olduğu, sanıyorum hepimizin malumudur. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve çok partili döneme geçişle birlikte CHP döneminden kalan üst düzey bürokratların bir kısmının yerini DP’ye yakın isimlere bıraktığı da yine bilinen gerçeklerden.
Ve bu kadro değiştirme meselelerinin tahmin edilebileceği üzere 1960 darbesi sonrası askerin yönetimi devralması ve DP kadrolarının temizlenmesi suretiyle yerlerine askerin güvendiği isimlerin kadrolara geçirilmesiyle, 70’ler koalisyonlarında partili kadrolaşmaların daha da derinleşmesiyle, 80 darbesi sonrası tekrar tüm siyasi kadroların sıkıyönetim mantığıyla yenilenmesiyle, Özal döneminde yine siyasi atamaların yapılmasıyla ve nihayet 90’lardaysa her partinin kendi bakanlıkları üzerinden atamalar yapmasıyla hep siyaset güdümünde ilerlediğini söyleyebiliriz.
Bürokrasiden farklı olarak askeriye içinse “kısmi saltanat düzeni” uygulanıyordu desek abartmış olmayız. Huysuz Virjin’in, babasının zoruyla girdiği Deniz Harp Okulu sınavında soruları çözmemesine rağmen sınavı torpille kazanma hikayesini anlattığı videoyu görmüşsünüzdür. Emekli askerlerin, buna benzer, soru çözmeden baba zoruyla askeriyeye girme teması üzerine kendi deneyimlerini aktardıkları başka videolar da internette mevcut.
Askeri okullara girme meselesi Akp öncesinde hep benzer prensipte ilerledi. Asker çocuklarına torpil yapmak, utanılacak saklanacak bir şey değildi. Kalanlar için de başvurucunun yedi ceddinin dinle ilişki bağlamında araştırılması, ailesinde başörtülü bulunmaması zorunluluğu, okudukları gazeteye kadar aile hayatlarının incelenmesi vs. rezilliklerini zaten biliyorsunuz.
Demem o ki ‘soru çaldılar’ yalanlarıyla milyonlarca insanın emeklerini, zekâlarını, kapasitelerini hiçe sayanların ahlaki arka planları böyle. Hepsinin gözü önünde yaşanan soykırımı (ya da zümrekırımı) sonsuz bir merhametsizlikle “soru çaldılar” yalanında temize çeken bu insanları, AKP ile ilgili rahatsız eden şey hiçbir zaman hukuksuzluklar falan olmadı. Sadece hukuksuzluk yapma hakkının kendilerinden alınmış olmasına deliriyor, ekmeğini yedikleri toplumu küçümseyerek fildişi kulelerinde yaşadıkları ayrıcalıklı hayata özlem duyuyorlar, hepsi bu.
Burada bir parantez açmakta fayda var. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet yapısının, (Mehmet Akif Ersoy, Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi dine ılımlı elitlerin sistem dışı bırakılmasını saymazsak) ülkenin elitleri denilen, aileden donanımlı insanlarla kurulması bir noktaya kadar anlaşılabilir. Bugün hepsi olmasa da gelişmiş ülke dediğimiz pek çok ülkede sistemi kuranlar, ülkenin eğitimsiz sınıfı değil, eğitimli elitleridir.
Elitler, ülkede refah ortamının oluşmasına katkı sağlarlar, düşünce üretirler, kültürel gelişmelere öncelik ederler, buna karşın halk da aydınlara paralel bir tutum geliştirir ve müreffeh bir topluma kapı aralanır. (Müreffeh toplum sadece elitler vasıtasıyla oluşamaz tabi ki ama etkileri de yadsınamaz).
Fakat bizim sistemde bu işler pek öyle olmadı. Bizim elitlerimiz kendi toplumunun değerleri, inançları ve kültürü ile uyumlu bir gelişim üzerine kafa yormak ya da düşünce üretmek yerine enerjilerini, toplumun mevcut değerlerini hunharca çiğneyip üzerine, özendikleri -ve aynı zamanda dünya harbinde cephede savaştıkları- toplumların kendi toplumlarında son derece eğreti duran kültür ve yaşam tarzlarını tüm doku uyuşmazlıklarına rağmen monte etmeye çabalamak üzerine harcadılar.
Halk sefalet içinde debelenirken, elit azınlığın sahip olduğu refah ortamını; balolarda, partilerde kendi kültürlerine tamamen yabancı bir hayatla boca etmesi de haliyle elitlerle halk arasındaki kopukluğun belirginleşmesiyle sonuçlandı. Bugün yaşadığımız derin toplumsal ayrılıkların, taraflar arasında kangren haline gelmiş kutuplaşmaların temelini cumhuriyet dönemi elitlerinin bu zorbalıklarına dayandırmak isabetsiz bir iddia olmaz. Parantezi belki başka bir yazıda detaylı irdelemek üzere şimdilik burada kapatıyorum.
Tek parti dönemi, darbeler, krizler derken hepimizin bildiği üzere koalisyon dönemlerinin yıpratıcılığı ve laikçi vesayetten yılgınlık, Akp’yi 2002’de birinci parti olarak iktidara taşıdı. Dindar kimliği ön planda olan iktidar, Kemalistlere göre kendine daha yakın bulduğu Gülen Cemaati’nin en iyi üniversiteleri üst derecelerle tamamlamış, birkaç yabancı dil bilen ve aynı zamanda siyasi olarak da kendine yakın bulduğu kadrolarının devlet kademelerine girişine müsade etti. Bakınız müsade etti diyorum çünkü Akp öncesi dönemde bu insanlar ne kadar liyakatli oldukları ortada olmasına rağmen, tamamen siyasi sebeplerle, devlet yapılanmasını içeren hemen her alanda devre dışı bırakılıyorlardı.
Haliyle bu insanların, yazılı olmayan yasalar tarafından korunma alınmış görevlere, “irticai faaliyet kapasitesi yüksek” bir siyasi yönetim tarafından yerleştirilmeleri çiçeklerle karşılanmadı, günümüze kadar gelen, kendi geçmişlerine bir kez bile dönüp bakmadan söyledikleri “soru çaldılar” iftiralarını da beraberinde getirdi.
Peki durum gercekten öyle miydi?
Burda, evinde yardım amaçlı sarma saran insanların kendilerini bir anda ‘silahlı bir terör örgütünün’ azılı bir üyesi olarak hapishanede bulabildiği, hukuki olduğu iddia edilen kararların siyasi saiklerle verildiğine binlerce delilin bulunduğu mevcut “hukuk düzeni”nde bile soru çalma iddiası üzerinden 2023-2024 yılları arasında açılan 366 davadan 334’ünün beraatle sonuçlandığı, kalan 32 davadan da 12’sinin ise Yargıtay tarafından bozulduğunu hatırlatmakta fayda var. Yani milyonlarca insana sadece soru çalarak başarı elde etmiş muamelesi çekmek, mevcut rejim mahkemeleriyle bile mümkün olamıyor.
Diğer yandan, “Soru çalarak askeriyeye girdiler!” dedikleri 18’inde müebbete mahkum edilen gencecik çocuklar, hapishane köşelerinde girdikleri sınavlarda bile başarıdan başarıya koşuyorlar. Ülkesini terk ederek yurt dışına göç etmek zorunda bırakılmış insanların sıfırdan bir hayatı yeniden inşa etme kapasitelerineyse hayran olmamak mümkün değil.
Bir arkadaşımın Türkiye kökenli Alman vatandaşı kuzeni, yabancı kontenjanlara üniversiteye girişte pozitif ayrımcılık yapıldığı için çok düşük bir üniversite sınavı puanıyla matematik öğretmenliğine girmiş fakat çalışmayı bilmediği ve aslında o bölümü okuma yeterliliğine sahip olmadığı için hemen hemen tüm derslerden kalmıştı. Yani insan soru çalarak bir yere girdiyse devamında bölümü başarıyla tamamlaması, iş yerinde de başarılı olması, yurt dışında da başarılı olması vs hayatın doğal akışına aykırı şeyler ve takdir edersiniz ki ufak bir düşünme egzersiziyle akıl edilebilecek meseleler.
Geçenlerde Adem Yavuz Arslan’ın Twitter hesabından paylaştığı, Nokta Dergisi 2015 Haziran seçimleri sonrası AKP Kurmay kadrosunun ‘AKP Günlükleri’ diye yayınladığı toplantı tutanaklarında geçen şu cümleler aslında her şeyi özetliyor: ”Dışişlerindeyken 100 tane vakfa haber edip eleman alacağımızı duyuruyordum. 5 tane isim gelmiyordu. Gelenlerin de ya puanı eksik oluyordu ya da dil puanı olmuyordu. Fakat Cemaat 200 kişilik dört dörtlük bir liste yollayabiliyordu.”
İşte böyle..
Geriye dönüp bakınca kuruluşundan itibaren ülkenin, en güzel yılları -sadece AKP’liler açısından değil, 3 çocuk “baskısı” ve Türkiye İran’a dönecek sanrılarıyla ritmik aralıklarla laik atak geçiren ateşli kitleyi saymazsak muhalif seçmen açısından da- bu donanımlı kadroların bürokraside olduğu 2002-2013 yılları arasında yaşandı desek asla abartmış olmayız.
Fakat işte şimdi geldiğimiz noktada, içinde yaşadığı toplumu heykel gibi yontarak özendiklerine benzetmeye uğraşan, beceremeyince hayıflanıp suçun büyüğünü yine garibanda bulan laikçilerden, okumuş Anadolu çocuklarının yeşillendirdiği refah dolu günlere, oradan da diplomalarının gerçek olup olmadıklarından asla emin olamayacağımız insanların türlü kadroları doldurduğu çeteler ülkesine savrulduk.
Çoluk çocuğunun rızkından ayırdığı parayı fakir öğrencilere burs vererek yüzbinlerce çocuğa eğitim imkanı sağlayan insanların ‘terörist’, etiyle tırnağıyla gecesini gündüzüne katarak çalışıp çabalamış berrak zihinlerinse ‘soru hırsızı’ ilan edilip etkisiz hale getirildikleri bir ortamda, suçlarının silinmesi karşılığı düşmanının kucağına oturup keyfine bakan Kemalist rejim sahipleriyle AKP’nin el ele inşa ettikleri bu düzende; sahte diplomayla akademisyen olan profesörler, kimsesiz çocuklar yurdundaki kız çocuklarını zengin iş adamlarına ayarlayan emniyet mensupları, depremzedelere yapılan yardımları çalan polisler, engelli çocukları döven öğretmenler, mafya bozuntularıyla iş tutan savcılar, para için yeni doğmuş bebekleri öldüren doktorlar ve bir zamanlar insanlarının irfanıyla ünlü topraklarda artık merhamet etmeyi unutmuş, yıllar boyu üzerine ekilen nefret tohumları nihayet tomurcuklanmış, cinnet getirmekte olan bir topluma tanıklık ediyoruz.
İnsan düşündükçe kahroluyor ama şaşırmıyor. Hikayede hiçbir çelişki yok çünkü, her şey birbiriyle son derece tutarlı…