M. NEDİM HAZAR | YORUM
Türk medyasının en tartışmalı isimlerinden biri olan Ruşen Çakır, aslında medyada nasıl derin operasyonların yürütüldüğünün canlı örneği. Geçmişten bugüne kadar izlediği yolculuk, bir gazetecinin değil, adeta bir operasyon uzmanının hikayesini andırıyor. DEV-GENÇ terör örgütü üyeliğinden CIA bağlantılarına, arkadaşlarını ispiyonlamaktan dış fonlarla medya kuruluşu kurmaya kadar uzanan serüveni, medyanın nasıl manipülasyon aracı haline getirilebileceğinin rehberi gibidir.
Her dönemde farklı görüşlerle yakınlık kurabilen, iktidar değişse de konumunu koruyabilen, solcu görünüp sağcı fonlarla beslenen Çakır’ın hikayesi, Türkiye’de medya-istihbarat-siyaset üçgeninin nasıl işlediğini göstermesi açısından da ibretlik. Bir zamanlar DEV-GENÇ’te “Kemal” kod adıyla faaliyet gösteren, sonrasında İslamcı çevrelere sızan, ardından CIA bağlantılı vakıflardan para alan ve bugün iktidar yanlısı yayıncılık yapan bu ismin geçmişi, Türk medyasındaki güvenilirlik krizinin de kökenlerini anlamamızı sağlıyor.
Bugünkü yazıda, belgeler ışığında Ruşen Çakır’ın gerçek yüzünü ortaya koyarken, aynı zamanda Türk medyasında benzer profillerin nasıl var olabildiğini de sorgulamaya çalışacağız. Çünkü Çakır örneği, medyanın nasıl çıkar odaklarının hizmetine sokulabileceğinin en çarpıcı örneklerinden biri.
Kimliği ve Erken Dönem
25 Ocak 1962’de Hopa’da dünyaya gelen Ruşen Çakır, kendi deyimiyle “siyasetin içinde doğmuş” bir isim. Babası Ali Hikmet, CHP iktidarında DP’ye sempati duyarken, DP iktidara geldikten sonra CHP’den uzaklaşarak Hopa’da CHP ilçe başkanı oluyor. 4 yaşında ailesiyle İstanbul’a taşınan Çakır’ın hayatı, Galatasaray Lisesi’nde başlayan radikal siyasi maceralarla şekilleniyor.
DEV-GENÇ Dönemi: Terörist Geçmiş ve “Kemal” Kod Adı
Galatasaray Lisesi’nde yatılı okurken 14 yaşında DEV-SOL gençlik teşkilatı ile tanışan Çakır, bu dönemde radikal sol terör örgütü DEV-GENÇ’e katılmış. Kendisi bu dönemi şöyle anlatıyor: “CHP’lilik kesmeyip ‘Ortanın Solu’ yeterince heyecan vermeyince 14 yaşında devrimci olduk. Yaşımızdan beklenmedik ölçüde aşırı politize bir şekilde, çok ağır bedeller ödedik, işkence gördük, arkadaşlarımızı kaybettik, hapis yattık.”

18 Ocak 1981’de DEV-GENÇ kadrosu ile irtibatından dolayı gözaltına alınan Çakır’ın bu dönemki davranışları, onun gerçek karakterini açığa çıkarıyor. 6 Nisan 1981 tarihli ilk ifadesinde örgüt içindeki kod adının “Kemal” olduğunu itiraf ediyor. Daha da çarpıcı olanı, kendisini örgüte katan, görevlendiren, yönlendiren isimleri polise vermesi. Ali Taşözü, Tamer Tabak, Kaan Akalanbar, Selçuk Ilgaz gibi örgüt üyelerinin isimlerini tek tek söylüyor.
22 Nisan 1981’de Cumhuriyet Savcısı Sırrı Çekiç’e verdiği ifadede ise tam bir çifte oyun sergiliyor: “Ben yasadışı herhangi bir örgüt üyesi olmadığım gibi liseli Dev-Genç örgütü içinde de herhangi bir görev almadım. Polisteki ifademi gözlerim bağlı olarak imzaladım, kabul etmiyorum.”
Bu çelişkili tutum, Çakır’ın manipülatif karakterinin ilk örneklerinden biri…
Şüpheli Tahliye ve MİT Bağlantıları
Aynı durumda olan diğer DEV-GENÇ üyelerine göre çok daha az yatan Çakır’ın bu durumu kulislerde tartışılıyor. 1981 Nisan’ında Hasdal Askeri Cezaevi’nde başlayan hapisliği 1982 Ağustos’unda Metris’te sona eriyor.
Cezaevinden çıktıktan sonra 1985’te doğrudan gazeteciliğe başlaması ve hiçbir soruşturmayla karşılaşmaması enteresan. Bu kez hedef İslamcı tayfa. Şevket Eygi’yi seven gençlerin kaldığı bir bekar evinde kalmaya başlıyor. Bakın buradaki bir ev arkadaşından aynen aktarıyorum:
- “Bu Ruşen 80’de solculuktan içeri atıldı. Hapisten çıktıktan sonra yanımıza geldi. Biz GS Lisesi’nde dindar birkaç kişiydik, Ruşen bizi oradan biliyordu. Bize İslamiyet’e çok ilgi duyduğunu, İslam’ı öğrenmek istediğini ama etrafında bizim dışımızda ona İslam’ı öğretecek hiç kimse olmadığını söyledi. Biz de onu memnuniyetle kabul ettik, ne de olsa bir insanın hidayetine vesile olacaktık. Ruşen bizimle oturup kalkmaya başladı. Bizimle beraber namaz kılıyordu, oruç tutuyordu, kitap okuyordu, ibadet ediyordu. Ama sürekli soru soruyordu. Her şeyi soruyordu. Hatta içimizden bir arkadaşımız “Ben bu Ruşen’e güvenmiyorum, o resmen bize çalışıyor, bilgi ediniyor, başka niyeti var bence.” dedi. Biz de ona kızdık, “Oğlum adamın kalbini mi gördün, niye böyle söylüyorsun!” dedik. Neyse bir gün baktık ki Ruşen yok. Nerde bu adam, sağa soruyoruz yok, sola soruyoruz yok. Tabii o zamanlar cep telefonu, internet de yok ki ulaşabilelim. Aradan bir süre geçti bir baktık bizim Ruşen “Ayet ve Slogan” diye bir kitap yazmış. Kitabın alt başlığı şu: “Türkiye’de İslami oluşumlar” Meğer biz ve bizim gibi gençlere yanaşıp bilgi toplamış. Yine eski solcu Ruşen olarak tabii. Meğer bizi ikaz eden o arkadaşımız haklıymış.”
Mesajın devamını buraya alamıyorum. Neyse devam edelim.
Nokta Dergisi Skandalı
1985’te Nokta dergisinde başlayan gazetecilik kariyeri, Türk basın tarihinin en skandal fotoğraflarından biriyle başlıyor. YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’yı hedef alan fotomontajda, Çakır’ın çıplak vücudu kullanılıyor. Arda Uskan, “Yüzünün görünmeyeceğine ikna olunca o pozu çektirmeye razı oldu.” diyor.
28 Şubat’ta etkili aparat!
Ruşen Çakır’ın mesleki kariyeri için 28 Şubat döneminin ayrı bir önemi var. Bu dönemde Ergenekon le içli dışlı, Nedim Şener, Soner Yalçın gibi Ergenekon’un kullandığı tiplerle içli dışlı. Üst üste açılan davalarda nedense hiç onun ismi geçmiyor. NTV başta olmak üzere görsel ve yazılı medyada sade suya tirit yorumlarla zevahiri kurtarmayı hedefliyor. Yine bu süreçte dönemin önemli ismi Hanefi Avcı ile irtibat kurulması görevi veriliyor. Daha sonra detaylıca ele alacağımız Mehmet Baransu’ya düşmanlığının da kökeni buradan sanırım.

Hanefi Avcı’nın kitabını daha basılmadan USB ile alıyor ve Vatan gazetesinde çarşaf çarşaf yayınlıyor. Hanefi Avcı’nın kaleme aldığı “Haliç’te Yaşayan Simonlar” enteresan bir kitap. Eser, 600 sayfa ve 565 sayfa boyunca Avcı, kişisel hatıratı niteliğinde yaşmış kitabı. Ancak, 565. sayfada bir anda dümeni cemaate kırıyor Avcı. “Cemaatin propaganda araçları” başlıklı bölüm ile başlıyor Gülen cemaatine öfkeyle saldırmaya. Ve enteresan şekilde Ergenekon örgütünün medya ayakları sadece bu kısmı ön plana çıkaran haberler yapıyor.
Bittabi kambersiz düğün olmuyor, neredeyse her hafta Eskişehir’e gidip Avcı ile görüşen Ruşen Çakır bu güruhun başını çekenler arasında. Gazeteci Mehmet Baransu, Ergenekon şebekesinin bu oyunun deşifre etmek için Avcı ile görüşmek üzere Eskişehir’e gidiyor. Röportaj esnasında çok öfkelenen Hanefi Avcı, Baransu’nun teybini duvara vurup parçalıyor.
Örgüt Baransu’yu bu tarihten sonra tutuklatmak için her türlü dalavereyi yapıyor ve 17-25’ten sonra Siyasal İslamcılar ile ortak olduktan sonra Baransu 2 Mart 2015 tarihinde hapse giriyor ve hakkında onlarca dava açtırılıyor. İşin bu kısmını Baransu dosyamızda ayrıntılı ele alacağız zaten.
Graham Fuller ilişkisi!
Size bir filmden bahsedeyim.
Her Devrin Adamı (L’uomo di Tutte le Stagioni – 1966), sadece bir tarih filmi değil, aynı zamanda ahlaki direniş ile politik riyakârlık arasındaki gerilimi felsefî bir sahnede oynayan bir şaheser. Filmde, Thomas More karakteri bir figür değil, bir vicdan esasen: iktidarın istediği her şekle giren değil, inandığı şekli terk etmeyen adamdır. Onun karşısında ise dönemin soyluları, kraliyet çevresi ve çıkarcı bürokratlar vardır; onlar için hakikat, yalnızca mevcut güce adapte olma becerisidir. More’un sessiz ve metanetli direnişi, toplumda hem iktidarla hem de muhalefetle iyi geçinip her devrin adamı olmayı başaranların sahte zaferleriyle tezat hâlindedir.
Aslında toplumlarda “her devrin adamı” olmak, çoğu zaman bir meziyet gibi algılanır. İktidarda hangi ideoloji olursa olsun, bu karakterler hep dört ayak üzerine düşerler. İşte Ruşan Çakır da böyle bir tipoloji: iktidar değişse de makamını kaybetmeyen, fikir değiştirse de dostlarını yitirmeyen insanlar… Film, işte bu “denge ustalarını” ahlaki bir ayna karşısına koyuyor.
Thomas More, kralın evliliğine karşı çıktığı için değil, iç dünyasına sadık kaldığı için mahkûm oluyor. Onun sessizliği, başkalarının çok konuşmasından daha gür. Bugün de çevremizde hem iktidarı hem muhalefeti idare etmeyi hüner sananların çoğu, aslında hakikatin değil, çıkarın adamı olduğunu bizzat Çakır örneğinden görüyoruz. Film bize, her devrin adamı olmanın, aslında hiçbir devrin vicdanı olamamak demek olduğunu anlatıyor ama bu mesaj Çakır gibi prototipler için çok anlam ifade etmiyor elbette.
Dönelim Ruşen Çakır’a.
Günahını almak istemem, ancak iddiayı da yazmak zorundayım. 2001 yılında Tuncay Güney’in verdiği ifadede bomba iddialar ortaya çıkıyor. Buna göre Ruşen Çakır’ın Türkiye’deki cemaatler hakkında CIA Ortadoğu Şefi Yahudi asıllı Graham Fuller’e rapor verdiği iddia ediliyor. Daha sonra Fuller’ın yetkilisi olduğu RAND Corporation’dan burs alarak ABD’ye gittiği de. Bu bağlantılar sonrası Milliyet’e atanıyor.
Açık kaynaklardan yaptığım araştırmaların sonucu enteresan aslında: Ruşen Çakır hem anti-emperyalist solcu gözükürken hem de kapitalist sistemin parçası olarak hareket ediyor. Son dönemde giriştiği amansız mücadeleyi ise şöyle özetlemek mümkün: “Biz sizi bitiremedik, siz kendi kendinizi imha edebilir miydiniz rica etsek…”
Chrest Foundation Skandalı: 350 Bin Dolar
Son dönemde ortaya çıkan en büyük skandal, Çakır’ın ABD merkezli Chrest Foundation’dan 350 bin USD alması. WikiLeaks belgelerinde bu vakfın şüpheli faaliyetleri de ortaya çıkmıştı. Bu parayla Medyascope kanalını kuran Çakır, MİT ve Erdoğan’ın 15 Temmuz dönemine destek vererek pozisyonunu güçlendirdi.
Kişisel Hayat: MİT Çevreleri
İlk eşi gazeteci, reklam yazarı ve senarist Jülide Gaye Boralıoğlu’nun adının 1985 yılında Dev-Sol örgütüne yönelik operasyon sonucu tutuklananlar arasında olması dikkat çekici. 1997’de yazar Müge İplikçi ile evlenen Çakır’ın bu evliliği de medya çevrelerinde tartışılıyor.
DHKP-C Kimdir?
Şunu baştan söyleyeyim açık kaynaklardan ulaştığım şu suçlara Çakır’ın bulaşmış olabileceğine asla inanmıyorum. Ancak Çakır’ın genç yaşlarda dahil olduğu DEV-GENÇ, daha sonra DHKP-C adını aldı ve korkunç terör eylemlerine imza attı.
Emekli Korgeneral İsmail Selen’in Ankara’da öldürülmesi, Tuğgeneral Temel Cingöz’ün Adana’da katli, Andrew Blake’in İstanbul’da öldürülmesi, emekli Orgeneral Adnan Ersöz’ün evinde katli, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç ve şoförü Vedat Dilmaç’ın öldürülmesi, Şişli’de bir kahvehanede 5 polis memurunun katli, emekli Oramiral Kemal Kayacan’ın öldürülmesi ve daha onlarca cinayet bu örgütün sicilinde yer alıyor.
Medyascope Dönemi: Manipülasyon ve Propaganda
CIA fonlarıyla kurduğu Medyascope ile Çakır, Türkiye’de gündem belirleme iddiasında bulunuyor. Kendi ifadesiyle: “Övünmek gibi olmasın ama övüneceğim, Medyascope son dönemde birçok önemli tartışmayı başlattı.”
15 Temmuz sonrası Cemaat’in “sosyal ölümden kurtarılması” için çaba gösterdiğini iddia eden Çakır’ın bu tutumu, onun gerçek kimliği konusunda soru işaretlerine bir cevap niteliğinde. Bu arada Çakır’ın sıklıkla kullandığı “Fethullahçılar” terimine ayrıca dikkat etmenizi salık veriyorum, zira bir sonraki yazıda size anlatacağım Çakır’ın üstün zekasıyla kurguladığı yalan haberdeki önemli ipuçlarından biri bu kelime.
Toparlayalım…
Ruşen Çakır’ın hayat hikayesi karanlık bir tabloyu ortaya çıkarıyor. Terör örgütleriyle genç yaşta başlayan ilişkisi, Ergenekon tarafından sürekli kullanılması kamuoyu tarafından çok iyi biliniyor. Özellikle CIA tarafından fonlanmasından sonra iktidara yanlamaya başlaması ve Siyasal İslamcılar ile cemaat düşmanlığı parantezinde buluşmaları ona net bir yayın politikası zemini de sunuyor.
Buna bir de “Ekrem İmamoğlu tarafından yemlenen 6 gazeteci” listesinde adının geçmesi eklenince kuyruğu tamamen MİT’e kaptırıyor Çakır. Diğer isimleri bilemem ancak hayatı boyunca genel karakteristiği (arkadaşlarını ihbar etmesi, İslamcı çevrelere sızması vs.) ve (neden vermişler hala anlayabilmiş değilim!) Chrest Foundation’dan 350 Bin Dolar koparması (bunu hangi ilişkilerle yaptı çok merak etmekteyim) İmamoğlu’ndan yemlenen gazetecilerden biri olması ihtimalini çok güçlendiriyor.
Bitiriyorum: Çakır’ın medyadaki varlığı, Türkiye’de iktidar ve ona bağlı istihbarat ve sinsi örgütler tarafından manipüle edilmeye çalışıldığının canlı örneği. Kirli geçmişi ve bugün ifa ettiği vazife, bugünkü pozisyonundaki manipülasyon ve gelecekteki belirsiz misyonu, onu Türk kamuoyunun en dikkatli takip etmesi gereken isimlerden biri haline getiriyor.
Elbette bitmedi. İki örnek üzerinden Ruşen Çakır’ın nasıl başarısız ama karanlık bir gazeteci olduğunu anlatacağız.

Sayın yazar,
Artık yeter. Yazıları yapay zekaya yazdırmayı bırakıp kendi dilinizle kendiniz yazana kadar sizi okumayacağım.
Sayın Ruşen Çakır beye:
Gücün yanında durmayı tercih ettiniz, bu bir seçimdir, inkâr edemem.
Ama gücün yanında dururken, aklın karşısında eğilmemeyi de göze almak zorundasınız.
Siz galiba hâlâ zannediyorsunuz ki:
Birilerini gözaltına alarak, bazı sesleri kısarak, birkaç isim üzerinden kamuoyunu şekillendirerek
hikayeyi siz yazıyorsunuz, siz kontrol ediyorsunuz.
Ama size basit bir gerçeği hatırlatayım:
Hikâyeyi güç değil, ZAMAN yazar.
VE ZAMAN, AKILSIZ GÜCÜ ASLA AFFETMEZ.
Sevgili ZALİMCİLİK oynayanlar:
Bugün seçtiğiniz figürler, onların geçmişi, dilleri, karakter yapıları,
Bir devlet aklının değil, bir operasyon refleksinin ürünü.
Bir proje yapılıyor belli; ama kötü yazılmış bir senaryo gibi…
Karakterler inandırıcı değil, diyaloglar yapay, mimikler kontrolsüz.
VE İZLEYİCİ ARTIK APTAL DEĞİL.
İnsanları etiketleyerek, belli kalıplara sıkıştırarak yönlendireceğinizi mi sanıyorsunuz?
Bakın, modern zihin bu oyunlara eskisi gibi kanmıyor.
Çünkü bilgiye ulaşmak artık sizin tekelinizde değil.
Söyleminizin altındaki çatlaktan ışık sızıyor ve o ışık her şeyi görünür kılıyor.
Koca bir topluluğu, bir fikri, bir akımı karalamaya çalışmak eski moda.
Ama bu, satrançta piyonla veziri tehdit etmeye çalışmak gibi de.
Ne gücünüz yeter ne de hamleniz tutar bilesiniz.
Kendinizi güçlü sanmanız doğal.
Elinizde araçlar var: medya, bürokrasi, hatta cezaevi.
Ama unutmayın..
Gerçek güç, karşısındaki zeki biri sustuğunda hala ona saygı hissedebilmektir.
Siz o hissi kaybettiniz.
Ve bu, biri için içine düşülebilecek en büyük boşluktur.
Zannediyorsunuz ki insanlar susuyor buradan öyleyse bize bir şey çıkar.
Hayır.
Biz susuyoruz çünkü bazen akılla, zamanla ve kelimeyle yürütülen mücadele bu.
Bağırarak değil, BEKLEYEN kazanır.
Evet, şahsen ben zalimleri izliyorum.
Hangi kelimeyi nerede yükselttiğinizi, hangi imayı hangi bağlamda sunduğunuzu,
Neyi saklayıp neyi ısrarla vurguladığınızı görmemek için kör olmak gerek.
ZAMAN mazlumun yanında ve çürüyen propagandanın en güçlü panzehiri..
Son olarak operasyonculuk oynayanlara sözüm.
Kravat taktınız, ünvanlar aldınız, afilli koridorlarda yürüyorsunuz diye, bu insanlara ayar vereceğinizi mi sandınız.
Fiikirleriniz hala ayakta durmak için başkasının düşmesine muhtaçsa,
Orada asıl güçsüzlük başlar.
Bu nedenle güçsüzlüğünüzü görüyor musunuz.
Zulmetmekten başka ayakta kalma yolunuz yok.
E sonu da belli değil mi, zulm ile abad olanın ahiri berbat olur diye. Bunu başzalimin ağzından duyduk üstelik, ironiye bakar mısın.
Sevgili zalimimiz, zulmedenlerimiz;
Gücünüzle kazanabilirsiniz.
Ama biz aklımızla hayatta kalırız.
Ve gün gelir,
Hayatta kalanlar hikayeyi yeniden yazar.
Bu hikayenin yeniden yazılmayacağına inanıyor musunuz gerçekten.
Ve hikayenin sizin yazdığınız gibi kalacağını gerçekten inanıyor musunuz.
Doğru bilinenin aksine, hikâyeyi ve tarihi hep güçlüler yazar. Yaygın ama hatalı inanışlardan bir diğeri de Tarihin tekerrür ettiği düşüncesidir. Gelecekle ilgili en büyük gizem, onun bilinmezliğidir.
Gaybı ancak Allah bilir,
yarın ne olacağını Allah’tan başka hiç kimse bilemez.
Veli Bey,
bir noktayı netleştirmekte fayda var.
Siz diyorsunuz ki -Tarihi hep güçlüler yazar-.
Peki, o halde size şunu sormama izin verin:
Eğer 15 Temmuz öncesine bakarsak:
137 bin kamu çalışanı, 250 general, on binlerce rütbeli asker ve emniyet mensubu, A kadro bürokrasi, büyük ekonomik birikim, dev bir medya..
Tüm bunlar, sizce de bir güç değil miydi?
Ve madem öyle, neden “güçlü” dediğiniz bu yapı bir gecede tasfiye edildi?
Eğer gerçekten güçlü olan tarih yazıyor olsaydı,
Bugün o tarih başka türlü yazılıyor olurdu, değil mi?
Demek ki mesele o kadar basit değil.
Çünkü güç, sadece sayı ya da imkan değildir.
Asıl güç, haklılık, meşruiyet, zemin ve sürekliliktir.
Tam olarak şunu söylüyorum:
Bugün karşımızda “tarihi yazan” bir güç yok,
Tarihi yeniden şekillendirmeye çalışan bir akıl var sadece.
Ama o hikaye tutmuyor çünkü zamana ve akla karşı yazılmaya çalışılıyor.
Ve siz çok iyi bilirsiniz, zaman hakikati örter gibi yapar ama eninde sonunda yüzeye çıkarır.
Dolayısıyla, siz “hikâyeyi güçlü yazar” diyorsunuz ama ben diyorum ki:
Güçlü olduğunu zanneden yazmaz. Ve GÜÇ kavramı dinamiktir ve birçok belirleyen faktör vardır.
Yazının kalıcılığı, kalemin ne kadar sert bastığına değil, ne yazdığına bağlıdır.
Sayın Nedim Hazar, yazınızı okuduğumda Ruşen Çakır’a çok kızmış ve saldırıya geçmiş bir ruh hali görüyorum. Oysaki adamın kişiliğine geçmişine vs saldırmak yerine fikri anlamda söylediklerinin yanlışlığını anlatıp karşı tezlerinizi bizimle paylaşabilirdiniz. Bu yazınızı pek beğenmedim maalesef.
Demekki HH ini bitirme Plani CIA ve Mossad Plani yani Sizin deyiminizle Demokratik Batinin Plani. Erdogan, o su bu eli mahkum usaklar. CIA (MIT) Tirlarindada ayni, diyet borcu, eli mahkum ve Rusen Cakir, Dogu Perincek, Nedim Sener …. gibi, Ergenekon gibi Zindika Komitesi Din düsmanlari…