ENGİN TENEKECİ | YORUM
Bir önceki yazımızda, Bediüzzaman Hazretleri’nin Asa-yı Musa’nın Dördüncü Mesele’sinde ele aldığı en küçük ve en büyük daire metaforlarından bahsetmiştik. Üstad, en küçük dairede en büyük, en ehemmiyetli ve en daimi vazifelerin bulunduğunu belirtirken, bu daire için öncelikle kalb kavramını ön plana çıkarmaktadır. Bu noktada, kalbin biyolojik bir organ olmaktan ziyade, imanın yeri olan mânevî, ruhanî ve bâtınî kalb anlamına gelebileceği üzerinde durmuştuk.
Bediüzzaman Hazretlerinin kullandığı bir diğer metafor ise ilim ve kudret daireleridir. Üstad Said Nursi, söz konusu dairelere başvurarak, varoluş felsefesi ve hermenötik gibi disiplinlerin üzerinde durduğu varlık ve yokluk konseptlerine dair derin realiteleri ve anlamları gün yüzüne çıkarır. Bu iki hakikatin arkasındaki sırları deşifre eder, perdeleri kaldırır.
O, On Beşinci Mektup’ta mealen öncelikle Cenâb-ı Hakk’ın mutlak kudret sahibi olduğunu vurgular. Ona göre yokluk ve varlık, Allah’ın(c.c.) kudreti ve iradesi açısından sadece iki menzil gibidir. Allah, dilediği varlığı yoktan var edebilir veya var olanı yok edebilir; bu, O’nun için, -tabirde hata olmasın- son derece kolaydır. Eğer isterse, bir şeyi bir anda var edebilir. Üstelik mutlak yokluk diye bir şey söz konusu değildir, çünkü her varlığı ilmiyle kuşatan bir hakikat mevcuttur. Bundan dolayı mutlak yokluk zaten yoktur, çünkü her şeyi kuşatan bir ilim vardır.
Bununla birlikte Üstad’a göre, Allah’ın ilminin dışında bir alan yoktur ki, herhangi bir şey oraya atılsın ya da tamamen yokluğa gitsin. Çünkü her şey O’nun ilmiyle kuşatılmıştır. İlmin içinde bulunan yokluk ise yalnızca haricî bir yokluktur ve aslında ilmî varlığa perde olan bir kavramdır. Bu yüzden bazı tahkik ehli, ilim dairesindeki bu varlıkları a‘yân-ı sâbite olarak ifade etmiş, yani eşyanın ezelden beri Allah’ın ilminde sabit bir varlığı olduğunu belirtmiştir.
Buna göre bu fâni âlemden ayrılmak, sadece geçici ve maddî bir sureti bırakıp, ilmî ve manevî bir varlığa bürünmekten ibarettir. Bir şey yokluğa gitmez, sadece haricî vücutlarını terk eder ve mahiyetleri, vasıfları manevî bir vücut kazanarak kudret dairesinden ilim dairesine geçiş yapar. Böylece görünen varlık âleminden ayrılan hiçbir şey mutlak anlamda yok olmaz; aksine, Allah’ın ilminde var olmaya devam eder.
Yukarıda Üstad Hazretlerinin kullandığı âyân-ı sâbite tasavvufi bir terimdir. Fethullah Hocaefendi’nin Âyân-ı Sâbite ve Âlem-i Misal Alemi başlıklı makalesinde de vurguladığı gibi, Allah’ın sınırsız, engin ilminde var olan her bir şeyin mânevî sûret ve modelleri anlamındadır. Ancak ilahi ilimde var olan varlık, örneğin ağaç, çiçek, insan, yıldız vs. haricî olarak ancak İrade ve Kudret sıfatlarının tecellisiyle vücuda gelir; göreceği vasifesine göre bir vücud elbisesi giydirilir.
Bundan dolayı İmam Rabbânî, Üstad Hazretleri ve Fethullah Hocaefendi gibi hakikat ehli, varlığın aslının ilim olduğunu söylemişlerdir. Hocaefendi’ye göre ilim hakikati, sübûtî sıfatlardan ihata alanı en geniş olanıdır ve bu hakikat mümkinât, yani sonradan yaratılanların temeli, başlangıcıdır Dört bir yanda müşâhede ettiğimiz güzellik, nizam, intizam, âhenk, hikmet ve umumî maslahatlar gibi unsurların da bu ilmi hakikate delil olduğunu dile getirmiştir (geniş bilgi için Sıfât-ı Sübhâniye yazısına bakılabilir).
Tam da burada Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın Kur’an’da Ulûhiyet isimli eserinde konuyla ilgili önemli tespitlerini hatırlatmakta fayda vardır. Ona göre bir şeyi ilmen ihata etmek için, onun varlığının mahiyetini, keyfiyetlerini, yaratılış maksatlarını, hususiyetlerini vb. bilmek gerekir ki, bu ancak Allah Teâlâ için mümkündür.
Ancak söz konusu ilmî vücutların yaratılması, belirtildiği gibi, ilahi İrade ve Kudret’in tecellisiyle mümkündür. Tıpkı Şuâlar’daki örnekte olduğu gibi, mealen, beyaz bir A4 kağıdının üzerine mürekkebi olmayan bir kalemle çiçek ya da ismimizi yazıp, daha sonra bu kelimeleri mürekkebi olan bir kalemle görünür hâle getirmemiz gibi. Benzetmede hata olmasın, bizler dahi zihnimizde var olan düşünceleri, projeleri, planları dış dünyada bize ihsan edilen beşeri güç ve irademizle gerçekleştirmiyor muyuz?
Bununla birlikte ilm kavramı, Kur’an’da 14 türemiş formda 854 kez geçmektedir. Söz konusu ayetler, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını ve O’nun her bir şeyi bildiğini belirtir: “Yarattığı mahlûkların önünde, ardında ne var, hepsini bilir.” (2:255) “O her şeyi ilmi ile kuşatmıştır.” (20:98) Güç, iktidar anlamlarına gelen kuvvet sıfatı ise aynı manada Kadir ismi olarak Furkan-ı Kerim’de 45 defa geçmektedir (örneğin bkz: 2:148; 4:133; 16:70; 20:12). Ayrıca nebevî beyanlarda İlahi güç ve kuvvetin cennet hazinelerinden bir hazine olduğu belirtilmiştir (Buhârî, Meğâzî 38, Deavât 50, Tevhîd 9; Müslim, Zikir 44-47). Buna ek olarak birçok ayette ilmin, Kadir isminden önce gelmesi de dikkate değer bir husustur: “Allah her şeyi hakkıyla bilir, her şeye kadirdir.” (16:70; 30:54; 35:44; 42:50)
Söz konusu daire metaforunun aynı zamanda kader bahsine de bakan yönleri vardır. Zaten kader konusunda sıklıkla yapılan hatalardan biri, bu iki dairenin birbiriyle karıştırılmasıdır. Şunu hemen belirtmek gerekir ki Allah, sonsuz ilmiyle kendi zatını bildiği gibi olmuş ve olacak her şeyi de bilir. O, zaman ve mekândan münezzehtir, çünkü bunların gerçek yaratıcısıdır. Bu, tevhid inancımızın gereğidir. Ancak bu İlahi ilmin, günlük hayatımızda özgür iradelerimizle arzuladığımız, meylettiğimiz, istediğimiz şeylerin yaratılmasında -tabirde hata olmasın- mutlak yaptırımcılığı ve zorlayıcılığı yoktur.
Elimdeki bardağı avucumun içine alıp havaya kaldırma hadisesini Allah önceden bilir. Ancak hür, cüz’î irademin meyelanı ya da ondaki tasarrufu vesilesiyle, söz konusu bardağı havaya kaldırma hadisesi, o an ben istediğim için İrade ve Kudret sıfatlarının tecellisiyle yaratılır. Aksi hâlde, Allah bildiği için yaratılmış olsaydı, imtihan ve mesuliyet ortadan kalkar; cebir ve zorlama olurdu.
Farklı bir ifadeyle, irademizle gerçekleşecek şeyleri Yüce Yaratıcı, onları öyle bildiğinden dolayı değil, “İlim malûma tâbidir.” prensibi gereği, olacakları, meydana gelecekleri şekilde bilir. Bu kaidenin de mecazî bir yönü vardır. Çünkü Allah’ın kuşatıcı, mutlak ve sonsuz ilminin herhangi bir şeye tâbi olma gibi bir mecburiyeti yoktur. Bunun anlamı, Kader Risalesinde okuduğumuz gibi, ilmin vücudu hariçte –bardağı havaya kaldırma örneğinde olduğu gibi– malûmun, bilinenin vücudunu gerektirmez. Hariçte bir şeyin vücudu ise kudret ve iradeye bakmaktadır.
Kısacası, imtihan meydanında olduğumuz için, cüz’î irademizle neye niyet eder, meyleder, arzularsak (Allah dilerse) o şey yaratılır. “Herkesin kazandığı iyilik kendi lehinedir, işlediği fenalık da kendi aleyhinedir.” (2:286) ayetinin ifade ettiği yüksek hakikat karşımıza çıkar ve “Yapacaklarınıza, niyetlerinize, davranışlarınıza, arzu ve isteklerinize dikkat edin!” uyarısında bulunur. Aksi hâlde, varlığın ilmi plandan Kudret ve İrade sıfatlarıyla vücuda getirilmesinin, ahiretin, peygamberliğin ve ilahi kitapların gönderilişinin bir hikmeti, bir anlamı kalmaz.
Sonuç olarak Bediüzzaman Hazretleri, söz konusu daire metaforlarıyla, varlık-yokluk, kader gibi özlerinde derin gerçekler barındıran şeylere ışık tutar ve akla yaklaştırır. Bunu yaparken Kur’ani ve nebevi metod takip eder; varlığın esasını, tevhidin gereği, Zatullah’ın ne aynısı ne de gayrısı olan ilahi siıfatlara bağlar. Böylelikle bizleri kafa karışıklığından, itikadi kaymalardan korur. Yüzlerimizi bu yanıltmaz, kutsi kaynakların hakikatine çevirir.
