AHMET KURUCAN | YORUM
Geçenlerde bir gençle konuştum. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder!” dediği yaşlarda. ABD’ye geldiğinde ilk okulun başlangıç sıralarındaymış. Anne ve babası Hizmet Hareketi’ne aidiyet duyan insanlar. Aile içi iletişimleri sıcak, saygılı. Baba da anne de bilinçli birer Müslüman.
Ellerinden gelen her imkanla evlatlarına dinlerini anlatarak büyütmüşler. Ama bu çocuk üniversite yıllarında Hizmet’le ve dindarlıkla bağını koparmış. Ne bir kırılma yaşamış, ne de travmatik bir uzaklaşma. Sessiz ama derin bir ayrılış bu. Bile isteye, ölçerek, biçerek, sorgulayarak…
Babasıyla bir telefon konuşması yaparken konu yıllar önce kendisine rehberlik eden bir ağabeye gelmiş. Baba, bu kişinin mevcut durumunu anlatmış. Yeni ortaya çıkan bazı olumsuz özelliklerini söylemiş. Oğlu sessiz sakin bir şekilde dinlemiş ve ardından şu çarpıcı yorumu yapmış: “İşte bizim başımızda rehber olanların çoğu böyleydi. Ben daha o yaşlarda bile onların duruşlarını ve davranışlarını görünce şöyle demiştim: ‘Ben bu yaşta bile sizin gibi olmayacağımı görüyorum. Siz ise beni eğitmeye kalkıyorsunuz. Ben burada ne işim var?”
Ardından bir cümle daha: “Ama siz, kişiliklerini, kabiliyetlerini, bilgilerini bilmediğiniz bu insanlara bizi teslim ettiniz.”
Oğlunun sistem eleştirisi, pedagojik yetersizlik ve temsil sorunu adına söylediği bu cümleler yıkmış babayı. Derinden derine düşünmüş günler boyunca. Hizmet’in dün de bugün de rehberlik sistemine büyük bir misyon yüklediği ama bu yükün bazen taşıyanların çok üstünde olduğu aklına gelmiş.
Kendisi de dahil yıllar önce rehberlik yaparken aslında pedogojk açıdan yetersiz ve temsil adına eksik olduğu aklına gelmiş. İyi niyetli, ama donanımsız; fedakâr ama pedegojik formasyondan yoksun ve bu insanlar “rol model” olarak çıkmış gençlerin karşısına.
Halbuki bir genç, rehberine sadece anlattığı dersle değil; konuşmasındaki dengeyle, kriz anlarındaki tepkisiyle, muhatabına duyduğu saygıyla, kendi ailesiyle kurduğu ilişkiyle, mesleğinde gösterdiği başarıyla, insan ilişkilerindeki ölçülülükle bakar. Onun gibi olmak ister.
Ama ya bu olmadıysa? Ya rehberin özellikleri bu örnekte olduğu gibi o gençte, “Ben onun gibi olmak istemiyorum.” duygusunu oluşturduysa? İşte tam da burası temsilin kırılma noktasıdır. Takdir edeceğiniz gibi temsil kırıldığında hem rehber olan o kişi hem de temsil etmeye çalıştığı değerler yara alır. Genç, dinden ya da dindarlıktan uzaklaşır, Allah adına konuşanlardan soğur.
Belki merak etmişsinizdir, bu aile üniversite yıllarında çocuklarının dinden kopuşu karşısında ne yapmış? Örnek bir sevgi dili geliştirmiş, “Ateist bile olsan sen bizim oğlumuzsun!” demişler. Bilinçli dindar bu aile için bunu yapmak kolay bir şey değildir. Bununla beraber ortaya konan bu sevgi ve kabulleniş, şu ana kadar oluşan hasarları onarmaya yetmemiş.
Neden?
Çünkü çocuğun zihninde oluşan kırılma, ailesinin dışında bir çevrenin etkisiyle gerçekleşmiş. Ve o çevre, kendisine “İslam’ın temsili” olarak sunulmuş. Bir başka ifadeyle aile ne kadar düzgün olursa olsun, çocuk bir yerden sonra sadece annesini babasını değil, onları kuşatan yapıyı da tartıyor. Kararını bütün bu manzaranın toplamına göre veriyor.
Bu yazı bir suçlama yazısı değil. 1976 yılından beri Hizmet Hareketi içinde bulunan bir insan olarak düne nispetle bugünlerin çok ama çok daha iyi olduğunu biliyor ve gözlemliyorum.
Onun için hiçkimse üzerine alınmasın lütfen. Suçlamada bulunmuyorum ama bir özeleştiri çağrısı yapıyorum. Rehberlik gibi yüksek temsiliyet gerektiren bir yapının, iyi niyetle ama liyakatsizce sürdürülmesi, yalnızca bireysel hatalar değil; kolektif kayıplar doğurur. En değerli gençlerimizi, en haklı sorularıyla yalnız bırakırız.
Şimdi sorulması gereken şudur: “Yeni nesil rehberlerimizi nasıl yetiştiriyoruz?”
Daha önemlisi: Rehber dediğimiz insan, gerçekten rehber mi? Yoksa bir program takipçisi ve yöneticisi mi?
İnanıyorum o baba ve oğlu tek örnek değil. Onlar gibi nice örnekler var. Dolayısıyla bu yaşanmışlıklar, bizim eğitim ve rehberlik sistemimizi, temsil ahlakımızı, insan tanıma kapasitemizi her daim sorgulamamızı gerektiriyor.
Bu soruların cevabını erteleyerek geçiştiremeyiz. Çünkü hayat devam ediyor ve çocuklarımızın büyümesi ertelenmiyor. Bizi izliyorlar. Ölçüyorlar, biçiyorlar, tartıyorlar ve bir noktaya gelince ya kalıyorlar ya da gidiyorlar.