YORUM | DR. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Osmanlı ülkesi “gizemli coğrafya” olarak her zaman Avrupalıların ilgisini çekmiş ve Avrupalı seyyahlar ülkenin batısından doğusuna kadar birçok yeri ziyaret ederek gözlemlerini kaleme almışlardır. Seyahatnameler içinde 15. yüzyılda Osmanlı ülkesini ziyaret eden Bertrandon de la Broquiere, 16. yüzyılda İstanbul’a gelen Busbecq gibi isimlerin ve 18. yüzyılda İstanbul’da dönemin Fransız elçisinin eşi olarak bulunan Lady Montegu’nün eserleri öne çıkmaktadır.
Diğer taraftan 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti hizmetinde görev almaya başlayan yabancılar da yaşadıkları olayları, gezip gördükleri yerleri, Osmanlı devlet sisteminin işleyişi ve toplum hayatını, “bir yabancı gözüyle” aktarmışlardır.
İLGİNÇ BİR KİŞİLİK
Osmanlı ülkesi hakkında ayrıntılı bilgiler veren eserlerden birisi de Prusyalı subay Helmuth von Moltke tarafından yazılmıştır. Her yönüyle ilginç bir kişilik olan Moltke, II. Mahmut devrinde Osmanlı devlet hizmetine girmiş ve ilk önemli askeri tecrübelerini Osmanlı ordusunda yaşamıştı.
Üç haftalığına gelmesine karşılık Serasker Hüsrev Paşa’nın Prusya Hükümeti’nden talebiyle 1835-1839 arasında dört yıl Türkiye’de kalan Moltke, ülkesine dönüşte Genelkurmay Başkanlığı’na kadar yükseldi. Aynı zamanda Avusturya ve Fransa’ya karşı yapılan savaşların kazanılmasında ve Alman birliğinin kurulmasında önemli bir rol oynadı.
Moltke İstanbul’da kaldığı süre içinde çeşitli askeri raporlar, haritalar ve planlar hazırladığı gibi Anadolu ve Rumeli’de seyahatler yaptı. Diğer taraftan padişah II. Mahmut’un gezilerine iştirak etti. Ayrıca “yüzbaşı” rütbesinde olsa da Hafız Paşa kuvvetleriyle aşiretlerle mücadelelerde ve Mısır ordusuna karşı Nizip’te yapılan savaşta danışman olarak bulundu.
Moltke’nin eserinde birçok Batılı seyyahın aksine “dini bir taassuptan” söz etmek doğru olmaz. O başlangıçta dil bilmediğinden bazı yanlış yorumlar yapsa da Türkçeyi öğrendikten, devlet işleyişi ve toplumu tanıdıktan sonra daha doğru tespitler yapma imkânı elde etmiştir.
DEVLETİN DURUMU
Moltke yazdığı mektuplardan oluşan eserinde gözlemlerini büyük bir açık yüreklilikle anlatmaktadır. Örneğin dönemin padişahı II. Mahmut’u “20.000 Yeniçerinin boynunu vurduran ve sarıklarını mezar taşına çaktıran bu adam, çevresine karşı son derece nazik, samimi, rahat, mizah dolu ve lütufkârdır” şeklinde tasvir eder.
Onun gözlemlerine göre “dünyanın düz olduğuna inanan” üst düzey subayların görev yaptığı Osmanlı ordusu yetersiz ve eğitimsizdi. Moltke bunu Anadolu’da Hafız Paşa ile katıldığı savaşlarda test etmişti.
Bir taraftan Türkiye’ye gelmeden önce kafasında oluşturduğu “muazzam” Türk ordusunu bulamamanın şaşkınlığı, diğer taraftan yaşadıklarının etkisiyle ordu hakkında sert tenkitlerde bulunmakta ve Vaka-i Hayriye sonrasında oluşturulan yeni ordunun tek özelliğinin “padişaha itaat” olduğunu yazmaktadır. Ona göre bu ordu da yetersiz olup askerlik süresinin uzunluğunun da etkisiyle firarlar çok fazlaydı ve ağır cezalara rağmen firarları önlemek mümkün değildi.
Moltke’ye göre artık Osmanlı Devleti’nin ordusu vasıtasıyla kendini koruyacak bir durumu kalmadığından ancak yapacağı anlaşmalarla varlığını devam ettirebilirdi. Zaten kendi toprakları üzerinde bile hakimiyet kuramayan ve ekonomik problemlerle boğuşan idarenin orduyu besleyecek gücü de yoktu.
O memleketin fakirleştiğini, vergi gelirlerinin azaldığını, keyfi vergilerin yaygınlaştığını görmüş; servetlere el konulduğunu, memuriyetlerin satıldığını, paranın değerinin düştüğüne şahit olmuştur. Zenginler kendilerini güvende hissetmediklerinden fabrika veya çiftlik kurmaktansa mücevher satın almayı tercih etmektedir. Hiçbir yerde buradaki kadar süs eşyası merakı yoktur ve bu, aslında fakirliğin delilidir.
Görevi gereği çok farklı yerleri gören Moltke’ye göre; tarım çökmüş durumdadır ve fiyatları devlet belirleyip ürünü satın aldığından topraklar ekilmemekte, hükümet buğdayı bile ithal etmek zorunda kalmaktadır.
Devlet işlerinde “gösteriş” ön planda olup, Moltke buna İstanbul’un su ihtiyacını karşılayan bentlerle ilgili teklifini örnek gösterir. Moltke bu konuda bir çalışma yapmış ve yeni bir bent inşası yerine eskilerin tamiri gibi yöntemler önermişse de “padişaha bir şeyler yapıldığını göstermek isteyen” bürokratlar buna sıcak bakmamışlardır. Onlar için önemli olan açılış töreni yapacak bir şeyler ve açılış için padişaha bir köşk inşa etmektir. Bu yaklaşımlar fakir bir ülkede gereksiz israfları artırmaktan başka bir şey değildir.
Moltke, II. Mahmut’un Balkan seyahatine katılmış ve bunu mektuplarında ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Seyahat esnasında padişah, fakir halka ihsanlarda bulunmuş, cami ve kiliselerin tamiri için para bırakmıştır. Ancak Moltke’ye göre “derinlere kök salmış ahlâksızlık” yüzünden bu paraların asıl hedeflere ulaşması mümkün değildir.
Moltke İstanbul’da bir nevi danışmanlık görevi yaparken Anadolu’da Hafız Paşa kuvvetleriyle birlikte Kürt aşiretlerine karşı sefere iştirak etmiş, bu harekâtlarda “asi” Kürt köylerinin yakıldığına ve eşyalarının askerler tarafından ganimet olarak alındığına şahit olmuştur.
Ayrıca Moltke, Nizip’te Osmanlı ordusunun Mısır kuvvetlerine karşı yaptığı Nizip Savaşı’na katılmış ve burada Hafız Paşa komutasındaki ordu büyük bir mağlubiyet yaşamıştır. Moltke’nin anlatımına göre bunun nedeni, Paşa’nın subaylar yerine mollalar ve hocalarla istişare ederek karar vermesi ve mollaların da “Sultan’ın haklı davasından dolayı Allah’ın yardım edeceğini” söyleyerek Paşa’nın doğru karar vermelerini engellemeleridir.
OSMANLI TOPLUMU
Moltke Osmanlı toplumunu “kaderci” olarak değerlendirir ve bunun Müslümanlıktan kaynaklandığını ifade eder. Onun gözünde Türkler “Fatihlerin torunları” olma özelliğini çoktan kaybetmiş, “tembel” bir millet olup “Bir nargile, gölgeli bir ağaç, şakırdayan bir fıskiye ve bir fincan kahve, Türk’e günün 10-12 saatinde zevkle vakit geçirmek için yetişir”.
Özellikle tütün içmenin çok yaygın olduğunu hatta kadınların bile tütün kullandıklarını belirtmekte ve “tütün çubuğunun bulunmasından önce” Türklerin nasıl yaşadığının hayal bile edilemeyeceğini yazmaktadır.
Ermenileri “Şark’ın Hıristiyan Türkleri” olarak tanımlayan Moltke, Ermenilerin Rumların aksine hâkim millet Türklerden adetler ve dil olarak çok fazla etkilendiklerini belirtir. Onun gözlemlerine göre Ermeni kadınlar caddelerde Türk kadınları gibi kapalı dolaşmakta ve sadece gözleriyle burunlarının üst kısmı gözükmektedir. Bu nedenle Osmanlı toplumunda kadınlar, sadece ayakkabılarının rengiyle birbirlerinden ayrılmaktadır. Müslümanların ayakkabı rengi sarı iken, Ermeniler kırmızı, Rumlar siyah, Yahudiler mavi renk giymektedirler.
Moltke’nin bulunduğu yıllar Anadolu’nun vebadan kasıp kavrulduğu bir dönemdi. Ona göre temizlik çok yaygın olmadığından veba, çok sayıda insanın ölmesine yol açmakta ve bu nedenle mezarlıklar yeni sürülmüş tarlalara benzemektedir. Moltke hem İstanbul hem de taşrada vebalıları görmüş, Frenklerden çok Müslüman halkın etkilenmesini, temizlik eksikliğine bağlamıştır.
Ona göre Müslümanların kader inancı da ölümlerin artmasında etkili olmaktadır. Müslüman halk vebalılarla teması kesmemekte hatta ölen kişilerin eşyalarını bile paylaşmaktadır. Vebadan ölenlerin “şehit sayılacağı” inancı nedeniyle Müslümanların bir kısmı tedbir almayı “günah” saymakta, bu durum vebadan ölümleri artırmaktadır.
Müslüman halk vebaya sabretmekte, Hıristiyanlar ise tedbir adına çok çeşitli yollara başvurmaktadırlar. Örneğin Hıristiyanlar vebalıların cenazesine katılmaktan kaçınırken Müslümanlar “bu ulvi görevi” büyük bir şevkle yerine getirmeye devam etmişlerdir. Yine Beyoğlu’nda tiyatro, balo, kulüp gibi sosyal aktiviteler yapılmazken Müslüman halk bir araya gelmekten çekinmemiştir.
ÇÖKMEKTE OLAN BİR DEVLET
Moltke henüz genç bir subayken Osmanlı ülkesine gelmişti. Türkiye’de bulunduğu dönem, II. Mahmut devriydi. O sadece İstanbul’da kalmamış, Anadolu ve Rumeli’yi yakından görme imkânı bulmuştu.
Moltke’nin gözlemlerine bakıldığında Osmanlı devlet yapısının çökmekte olduğu çok bariz bir şekilde görülmektedir. İdarede yaşanan problemler, vergi adaletsizlikleri, rüşvet ve yolsuzluklar, devlet adamlarının yetersizlikleri, ordunun perişan hali, aslında yıkılışa sürüklenen bir devletin bütün özelliklerini göstermektedir.
Moltke, bunu açıklıkla ifade ederek devletin ancak antlaşmalarla başka bir ifadeyle “denge politikasıyla” yaşayabileceğini yazmıştır. Nitekim bu tespitlerinde haklı çıkacak ve yüzyıl boyunca toprak kayıpları devam edecektir.
Devlet gibi toplum da benzer özellikler taşımaktadır. Moltke’ye göre Müslüman halk hem tembel hem de fakirdir ve araziler ekilmediğinden buğday bile ithal edilmektedir. İlginç tespitlerden birisi de vebanın kasıp kavurduğu bir dönemde, Müslüman halkın tedbirlere riayet etmeyi bile gereksiz görmesidir.
Benzer gözlemleri elbette Osmanlı devlet adamları da yapmış ve reformlarla devleti çöküntüden kurtarmaya çalışmışlardır. Ancak bunların hiçbiri çare olmamış ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının önüne geçilememiştir.
***
Seçilmiş Kaynakça: K. Beydilli, “Moltke”, TDV İA, C. 30; W. Von Dünhim, “Feldmareşal Moltke’nin Şark Gezisi”, Çev. S. Ünlü, TDA Dergisi, S. 43; H. Von Moltke, Moltke’nin Türkiye Mektupları, Çev. H. Örs, İstanbul, Remzi, 2010; M. Er, “Das Türken- Und Türkeibild In Helmuth Graf Von Moltkes Briefen (1835-1839), HÜEFD, 2013, C. 30, S. 1.
Ne yani? Bizim soylu atalarımız bunlarıda mı yapmışlar?
İnanmam.
Nizamoglu böyle şeyler yazarak ne yapmak istemektedir?
Amacı nedir?
Atalarımızı neden küçük düşürmeye çalışmaktadır?
Aradan ikiyuz sene gecmis, ayni tas ayni hamam…
Nizamoğluya teşekkürler. Tarih ibret alınmazsa tekerrürden ibaret olduğunun kanıtı bir yazı kaleme almış. Günümüz Türkiyesi ile II. MAHMUT dönemi arasında misali anlamda hiç fark yok. Demek ki T.C. de Mukadder akıbeti yaşayacak.