Bulutlar üstünde kurgusal gezintiler. Murat, Ragıp ve arkadaşlarının aziz hatırasına…
VEYSEL AYHAN | YORUM
Henüz 21 yaşında genç bir öğrenciydi. Arkadaşlarıyla yaz kampındaydılar. Gündüz her zamanki programlarını uyguladılar, kitap okudular, spor yaptılar, top oynadılar. Akşam yemeğinden sonra uyumak için çadırlarına çekildiler. Sonra bir anonsla bir başka yerde toplu bir etkinlik yapılacağı söylendi. Yola çıktılar.
En son hayal meyal mavi bir otobüsün içinde köprüye yaklaştıklarını hatırlıyordu. Sonrasında dünya ile bağı kopmuştu. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Bu bir rüya olmalıydı ama rüya değildi. Her şey çok gerçekti. Zaman durmuş gibiydi. Aşağı baktığında korkunç bir manzara vardı. Azgın kalabalıklar gelişigüzel her yana saldırıyordu. Ürperten bir karmaşa hakimdi. Dehşete düştü. Böyle bir azgınlığın kaynağı ne olabilirdi?
Ürpererek izliyordu ama çözemiyordu. Çok geçmedi, omuzuna bir elin temas ettiğini hissetti. Döndüğünde boydan boya beyazlar giyinmiş bir adam karşısında duruyordu. Hafif mütebessimdi. 50’li yaşlarda tanımadığı bir insandı. Ama genç duruyordu. “Hoş geldin.” diyerek kendisine sevgiyle sarıldı. Birden sanki babasına sarılmış gibi bir yakınlık doğdu içine. Yabancıya kalbi ısınmıştı. Yabancı ona şefkatle bakarak, “Hadi gidelim.” dedi. Kim olduğunu anlamak istediğini hissetmiş olmalı ki:
– Merak etme, ben senin yol arkadaşınım. Bir müddet beraber dolaşacağız.
– Beni nereye götüreceksin?
– Buralar çok kasvetli. Daha güzel yerlere gidelim.
Bir an zihninde bir şimşek çaktı.
– Yoksa sen ölüm meleği misin? Ben öldüm mü?
– Değilim. Ben senin bu alemde yol arkadaşınım.
Devam etti:
-Sen ölmedin. Bizim dünyamıza geldin, üst bir boyuta geçtin.
Şaşkınlıkla tekrar sordu:
-Nasıl bir üst boyut?
Yol arkadaşı devam etti:
– Bu dünyadaki her şeyi görebilirsin, duyabilirsin hatta dokunabilirsin ama seni kimse görmez ve duymaz. Anında dilediğin yerde ve dilediğin tarihte olabilirsin.
– Peki niçin geldim buraya?
– Başına görmemen gereken bir olay geldi. Dünyadaki süren bitti.
Dünyadan ayrıldığına inanamıyordu. Yani dünya hayatı sona mı ermişti? Sürekli düşündüğü ahiret böyle bir yer miydi? Demek ki her şey gerçekmiş diye düşündü. O günün sabahını hatırladı birden. O yaz sabahı içince tarifi zor bir sevinçle uyanmıştı. Daha sabah ezanına çok vardı. Bunu Allah’a dua için bir işaret saymıştı. Abdest alıp kimsenin olmadığı bir köşe bulup orada teheccüt kılmış, kendisine, arkadaşlarına ve ailesine uzun uzun dua etmişti. Kendisini toparlayıp yol arkadaşına sordu:
– Yani öldüm mü?
– Ölmedin, şehit oldun.
– Nasıl oldu şehit oldum? Ben niye hiçbir şey hissetmedim?
– Şehitler acı duymaz. Ayrıca sen Rabbimizin sevdiği bir gençtin.
“Sen Rabbimizin sevdiği bir gençtin.” cümlesini duyduğunda gözlerinden yaş boşadı.
– Peki o zaman şehit olmam nasıl oldu?
Yol arkadaşı, başına gelenleri ona nasıl söyleyebilirdi ki!
Azgın bir eşkıya sürüsünün saldırısına uğradığını, onu dövdüklerini, yerlerde sürüklediklerini ve sonunda da boğazını kestiklerini anlatması çok zordu. Bu tür şeyler görmeye alışkın değillerdi. Söylemeye gerek de yoktu. Ailesi onu ancak tırnaklarından tanıyabilmişti. Yüzüne bakamaya kıyamayacağın genç bir delikanlıya neler neler yapmışlardı. Kendileri bunu seyretmişti ama elleri kolları bağlıydı. Dünyaya müdahale edemezlerdi.
– Sana tasvir edemem, hadi artık buralardan gidelim.
Arkadaşının ardından yürüdü. Veya uçtu. Nasıl hareket ettiğini anlayamadı. O an aklına annesi, babası ve ablası geldi.
– Annemi görebilir miyim?
– Tabii ki görebilirsin.
Söz bitmemişti ki evleri önlerinde belirdi. Evin önü, arkası, altı, üstü öyle kalabalıktı ki… Çok şaşırdı. Bunu fark eden yol arkadaşı:
– Gördüklerinin hemen hepsi şehitler, bir kısmı melek. Zamanla ayırt edersin. Hepsi ailene teselli için, dua için buradalar. Meleklerin, şehitlerin, ruhanilerin dualarıyla sen, ailenin geleceğini de bi-iznillah teminat altına almış oldun. Ama dünyevi bir teminat değil bu.
“Evet anladım.” dedi. Şehitliğin bir insana hatta onun ailesine nasıl bir lütuf olduğunu şimdiye kadar anlamamıştı. Sevindi ve bir defa daha Rabb’ine hamdetti. Gördükleri kalabalığın yoğunluğu anlaşılmaz bir şeydi. Aynı anda birden çok varlık iç içe olabiliyordu. Kimse kimseye mâni değildi. Nuranilik bu olmalıydı. Evin duvarları hem vardı. Hem yoktu. Önce arkadaşı ardından kendisi yavaşça evin içine süzüldüler.
Annesi salonda bitkin bir halde koltukta oturuyordu. Gözyaşları kurumuş, donuk gözlerle çevresine bakıyordu.
– Annemle konuşamaz mıyım?
– Hayır, mümkün değil. Sana yapılanları hazmedemiyor. Ona üzülüyor.
– Ama ben bir şey hissetmedim.
– Bilmiyor ki!
Evdekilere baktı. Dünyada kalanlar onun nazarında artık “henüz ölmemiş” insanlardı. Bir iki akraba ve bazı okul arkadaşları vardı. Bazısı Kur’an okuyor, bazısı kendisiyle ilgili hatıraları bir başkasına anlatıyordu. Ablası mutfakta çay yapıyordu. Ablasına yaklaştı. Ablası sanki kendisini hissetmiş gibi ürperdi gözlerinden yaş boşandı. Yüzünü sildi. Çay tepsisini alıp salona gitti.
– Konuşmamıza izin yok mu? Onlara iyi olduğumuzu söyleyemez miyim?
Yol arkadaşı:
– Sadece rüya yoluyla onlara mesaj gönderebilirsin. Görünebilirsin.
– Nasıl olacak?
– Kimi zaman üç boyutun kapıları açılır. Onları ziyaret edersin. Sembollere bürünüp onlara görünürsün. Senin iyi durumda olduğunu görürler. Teselli olurlar.
– Çok sevindim.
– Şimdi gel, seni bekleyenler var. Onların yanına gidelim.
– Beni kimler bekliyor?
– Şehit olmuş akrabaların var.
Önlerinde bahçe gibi bir yer belirdi. Simasını tanımadığı bir kadın kollarını açarak ona sarıldı. Tanımıyordu ama anneannesi olduğunu sanki önceden biliyormuş gibi yakınlık duydu. Ona sarıldı. Anneannesi sevinç gözyaşları döktü. Sonra yüzüne uzun uzun bakıp:
-Annen çok üzülüyor, biliyorum. Senin Rabb’imizin nazarındaki kıymetini buraya gelmeden öğrenemeyecek. Bilse bizim gibi seninle iftihar eder, sevinirdi. Meğer benim torunum meleklerin alkışladığı bir çocukmuş. Bak burada benim annem de var. Babam da var. Onlar da seni bekliyordu.
Anneannesine döndü:
– Beni hep takip mi ediyordunuz?
– Evladım sen bebekken senin için o kadar çok dua ettim ki… Sen benim vücuda gelmiş dualarımsın.
– Anneanne, siz şehit mi oldunuz?
– Oğlum biz deprem yaşadık ya. Orada bize şehit hükmüyle muamele yapıldı. Ama kızım yani annen sağ kurtulmuştu.
Arkadan başka biri yaklaştı. Anneannesi onu tanıttı:
– Bu da benim dedem. Çanakkale’de şehit olmuştu. Hep beraberiz. Daha çok akrabamız var.
Dedesi torununun torununa sarıldı.
– Aslan oğlum biz sizinle hep iftihar ettik. Endişe etme. Allah bizim bütün kabahatlerimizi affetti herhalde. Bir şey demediler fakat haşir meydanını bile görmeyiz diye ümit ediyorum. “Allah bazı kullarına haşrin dehşetini duyurmaz” diye duymuştum.
Yol arkadaşı söze girdi.
– İyi hatırladım. Resulullah (sav) bize döndü şöyle buyurdu: “Şehidin Allah katında yedi özelliği vardır: Kanının ilk damlası yere düştüğünde affedilir, Cennetteki yerini görür, İman elbisesi giydirilir, Kabir azabından kurtarılır, Kıyametin korkunç halinden emin olur…”
Dedesi atıldı:
– Rabbim bize o dehşet gününü göstermesin.
Hepsi “amin” dedi. Dedesi devam etti:
– Dünya hayatı kısa. Ben daha dört aylık evliydim. Hanımım hamile iken askere celp geldi. Sonra annenin annesi doğmuş. Ben onu hala görmedim.
Biraz daha sohbet ettikten sonra yol arkadaşı akrabalardan izin istedi beraberce kucaklaşıp ayrıldılar.
Bu defa farklı bir bahçe önlerinde belirdi. Hepsi kendi yaşında gençlerdi. Ablası yaşında kadınlar, küçük yaşta çocuklar da vardı. Herkes mutlu bir şekilde oturuyordu. Çocukların yanı başında onlarla ilgilenen anne gibi birileri vardı. Melek olmalıydılar. Çocuklar dünyada görmediği ve hayal edemeyeceği oyunlar ve oyuncaklarla oynuyorlardı. Yaşça büyük olanlar onları görünce karşılamak için geldi. Hiçbirini tanımıyordu. Ortak noktaları ne olabilirdi?
Yol arkadaşı merakını giderdi:
– Bunlar senin çağdaşların. Aynı dönemde yaşıyordunuz. Az ötedeki küçük çocuklar ve bebekler de senin çağdaşlarınız.
Evet az ileriden kuş cıvıltılarına karışan neşeli bebek sesleri geliyordu. Hepsi kendinden geçmiş meleklerle oyunlar oynuyordu. Biraz sohbetten sonra kenara oturup onları seyre daldılar. Aklından geçeni sormak istedi:
– Ben öldüğümü hissetmedim ama mantıklı düşünürsem öldüm gibi. Peki ben niçin genç yaşta öldüm? Dünyada kalıp daha çok iyilikler ve güzellikler yapabilirdim.
Yol arkadaşı:
– İnsanın kaderini duaları belirler. Senin dualarını öğrendim. Altın levhalara yazılmış.
Çok güzel dualar etmişsin. Mesela gözyaşlarıyla şunları demişsin.
– Ne demişim?
– “Allah’ım beni ahirete tertemiz olarak al” demişsin. “Rabb’im bana şehadet lütfet ne olur!” demişsin. “Allah’ın beni Hz. Ömer ile haşret. Mus’ab bin Umeyr ile haşret.” “Allah’ım beni Hz Hatice valideme komşu et” demişsin. Bu duaları ürpererek ve gözyaşlarıyla Allah’a yalvararak yapmışsın. Bunlar müthiş dualar. Dünyaya dair dualar değil. Ve hepsi kabul edilmiş. Melekler böyle dua edenleri çevreler “amin” der. Bir de melekler böyle duaları Rabbimizin katına ulaştırmak için birbiriyle yarış eder. O yüzden sen de genç yaşta Mus’ab gibi şehit oldun. Elbette başka hikmetleri de olabilir.
Kendisine bu duaları yapma imkânı veren Rabbi’ne şükretti. “Hz. Hatice ile komşu olmak” duasını hatırladı ve bunun kabul edilmiş olduğunu düşününce yanaklarında sevinç gözyaşları süzüldü.
Yol arkadaşına döndü, gözyaşlarıyla:
-Yani onları görebileceğim. Hatice validemi göreceğim?
– Evet tabii ki. Zaten sen onların adıyla dua ettiğinde onlar senin yanı başında hazır oluyor ve sevinçle bu dualarına “amin” diyorlardı.
Sormaktan çekiniyordu. Ama tüm cesaretini toplayıp sordu:
– Efendimiz’i de (SAV) görecek miyim?
– Tabii ki göreceksin. O, hepimizin Efendisi (SAV). Ve asırlardır sizi bekliyor.
Hayretle gözlerini açtı dinlemeye devam etti:
– Hepinizin bildiği bir hadis var. Allah Resulü (sav) “Onlara müjdeler olsun.” “Onları özlüyorum.” diyor. Sonra “Gariplere müjdeler olsun.” buyuruyor. Bu altın sözler sizin zamanınızın garipleri için söylenmişti. Makamlarını mevkilerini kaybeden garipler, mal ve mülklerini Allah yolunda zayi eden garipler. Açlık ve susuzluğa mahkûm edilen garipler… Sizin döneminize kadar bu çoklukta sahabi misal topluluk gelmedi. O sebeple de Efendimiz (SAV) hep sizin yolunuzu gözledi. Sizler “O”nun dualarıydınız. Yollarını beklediği kutsilerdiniz.
– Bunun için garip olmak mı gerekiyordu. Bazıları ünvanlar alıp önemli işler yapmayı hayal ediyorduk.
-Biz Allah’ın hikmetini sorgulamayız. Bir gün hikmetini çözeceğimize inanırız. Demek ki siz garipler, Allah nezdinde hüküm sahibi zengin ve makam sahibi müminlerden daha kıymetlisiniz ki Allah Resulü sizi müjdelemiş. Zenginlere, makam sahiplerine öyle bir müjde yok. Yol arkadaşı doğru diyordu. Üst makamlara vardığında oralarda saffetini koruyacağından nasıl emin olabilirdi ki! Önemli olan Allah’ın önem verdiği. Yol arkadaşına döndü:
– Evet, benim Efendimiz’i (SAV) rüyada görmüşlüğüm var ama dünya gözüyle görmeyi çok arzu ediyorum.
Arkadaşı tebessüm etti. Sonra devam etti:
– Buradaki zaman dünya zamanına benzemez. Aceleye gerek yok.
– Peki biz dünyada süregelen olayları buradan görebilir miyiz?
– Allah’ın izin verdiği kadar.
– Müdahale edebilir miyiz?
-Hayır. Sadece mücadele edenlerle beraber, koşarsınız, dua edersiniz. Onlara ruhen güç, kuvvet olursunuz. Kendileri sizi fark etmese de ruhları, latifeleri sizi hisseder.
– Biz onlarla gayret ederken, koşarken yorulur muyuz?
– Hayır. Buradaki koşturmalarımız dünyada iken rüyalarımızdaki sa’yimize benzer. Yorulmak bilakis lezzet verir. Dünyada iken ruhun derece-i hayatına çıkanların rıza-yı ilahi için çalışmaktan lezzet almaları gibi.
– O zaman hadi biraz dünyayı gezelim. Merak ettiğim o kadar çok şey var ki!
(Devamı var…)