PROF. DR. ALİ SOYLU | YORUM
Geleneksel devlet yapısının büyüleyici gücü, her zaman bireyleri cezbetmiştir. İnsanlar, bu olağanüstü gücü elde etmek ve korumak için sadece rakipleriyle değil, bazen kendi kardeşleriyle bile savaşmayı göze almışlardır. Tarih, devlet denen kolektif gücü kontrol etme mücadelesinin örnekleriyle doludur.
Devlet odaklı yönetim anlayışından insan merkezli bir yönetime geçişle birlikte, bireysel ve ailevi saltanatlar yerini, devleti oluşturan kurumlara bıraktı. Bu değişim, çoğulcu demokrasi maskesi altında devlet gücünü elinde tutan yeni bir egemenlik modelini ortaya çıkardı. Devletin cazip gücü, bu kez kurumların iştahını kabarttı. Devletin işleyişinde ve varlığını sürdürmesinde kendilerine daha büyük bir pay gördüğünü düşünen kurumlar, yönetimde söz sahibi olmak ve iktidarı bazen açık, bazen de örtük bir şekilde paylaşmaya başladılar.
Özellikle yargı ve silah gücünü elinde bulunduran kurumlar, kendilerini yasama ve yürütme organlarının üzerinde, devletin gerçek sahibi olarak görmeye başladılar. Türkiye özelinde bu durumu gözlemlemek için yakın tarihe bakmak yeterlidir. Halkın seçtiği siyasetçilerin o muazzam gücü kullanması beklenirken, egoları tavan yapmış bu kurumlar, ‘gerektiğinde’ müdahalede bulundular (Türk Silahlı Kuvvetleri, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi kurumlar). Uzun yıllar boyunca, milletin iradesini temsil etmeleri gereken meclisteki siyasetçiler, yargı ve asker vesayeti altında iktidarda olmalarına rağmen gerçekten muktedir olamadılar.
Cumhuriyet’in ilk yirmi yılı boyunca, devlet gücü tek bir kişinin egemenliğinde toplandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bu güç kurumlar arasında paylaşılmaya başlandı (Kuvvetler [yasama, yürütme,yargı] ayrılığı ilkesi). Bu paylaşım, sivil iktidarın da onayıyla yarım asır sürdü. Seçilmişlerin kurumlarla devlet gücünü paylaşmaları, gazeteci Mehmet Baransu’nun darbe planlarına dair belgeleri savcılığa teslim etmesi ve ardından yaşanan asker yargılamaları ile sona erdi. 2010 yılındaki referandum ise bu dönemi noktaladı.
Dönemin siyasileri tarafından ileri demokrasi hedefi vurgulanırken, 17-25 Aralık 2013’te yolsuzluk operasyonları başladı. Türkiye tarihindeki en büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonunda ismi geçen kişilerin devlet gücünü kullanarak bu operasyonları engellemeye çalışmaları, yargıyı devre dışı bırakması, demokrasi ve özgürlükler konusundaki ilerlemeleri tersine çevirmesiyle geri adım atıldı.
2002 yılından itibaren kısmen kurumların kontrolü altında olan devlet gücü, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki gibi tamamen tek bir kişinin (diktatörün) kontrolüne geçti. Bu “tek adam-Erdoğan” yıllar süren hazırlıklarla kendi etrafında bir çıkar grupları ağı kurdu ve devlet gücünü bırakmak istemedi. Bu gruplar, ‘tek adama’ itaatte kusur etmemek, her dediğini koşulsuz kabul etmek zorunda kalan bireylerden oluştu. Bu bireyler ve gruplar, olağanüstü imkanları devletin gücünü kullanarak kendilerine sunan ‘tek adama’ derin bir şükran duygusuyla bağlandılar. ‘Tek adamın’ sarayda (iktidarda) durmasıyla bu nimetlerin devam edeceğini düşündüklerinden, mevcut adaletsizlikleri, hukuksuzlukları ve yolsuzlukları görmezden ve hatta alkışlayıp desteklemekten geri kalmadılar.
Çıkar ilişkilerine dayalı bu yüzeysel, etik olmayan/yasadışı mafyatik ittifakı sona erdirmek mümkün. Muhalefet parti liderleri, siyasetçiler, sivil toplum kuruluşları ve barolar, halkı bilgilendirmeli/eğitmeli, örgütlemeli, koordine ve organize etmelidir.
Nasıl ki cesur gazeteciler (Mehmet Baransu, Gültekin Avcı, Hatice Duman), savcılar (Celal Kara, Zekeriya Öz), hakimler (Muammer Aktaş, Mehmet Yüzgeç) ve polis memurları (Yakup Saygılı, Nazmi Ardıç, Yasin Topçu,…) kurumsal Firavunluğu sonlandırdıysa, seçmenler de ekonomik krizden dolayı bireysel itaati bırakıp sorgulamaya baslarsa Erdoğan’ın “tek parti devleti” rejimini sandığa gömebilir.
Türkiye’nin huzura ve güvene kavuşması, kalkınması ancak AK-Mafya-Cumhur iktidarının sandıkta bitmesi ile mümkün olacaktır.
Güzel temenniler, ve fakat ne yazık ki fazlaca ütopik görünüyor…
“Muhalefet parti liderleri, siyasetçiler, sivil toplum kuruluşları ve barolar, halkı bilgilendirmeli/eğitmeli, örgütlemeli, koordine ve organize etmelidir.”
Böyle bir şeyin olması için tüm bu sayılan kesimlerin ittifakla belirledikleri ‘tek ve en önemli ortak düşman’ tezinden vazgeçmeleri gerekiyor. Biliyorlar ki hukuk, adalet ve demokrasiye dönüş ile birlikte ‘legal görünümlü illegal’ diye ucube bir tanımla yok etmeye çalıştıkları o öcü (!), tüm mesnetsiz, delilsiz, saçma sapan suçlama ve iftiralardan arınarak ve belki de daha öncekinden güçlü şekilde ayağa kalkacak. Bunun için böyle bir çabanın kırıntısına girişmeleri bile mümkün değil. Paranoya bacayı sarmış.
Velhasıl, mevcut düzende -iktidarıyla muhalefetiyle- herkes halinden memnun. Kapı arkası, hatta bu yeni dönemde kapı önü (Özel-Erdo), pazarlıklarıyla herkes pastadan payını kapıyor ve yola birlikte devam ediyorlar.
… mühlet dolunca, sadece şu an iktidardakiler değil, bu açık ve acımasız zulme göz yuman ve alkış tutan kesimleriyle beraber, şu an gördüğümüz tüm aktörler tarihin çöplüğüne karışacak (hazan yemiş yapraklar gibi, çerçöp gibi savrulup gidecekler) ve yepyeni simalarla yepyeni bir dönem başlayacak Allah’ın izniyle…